beni affet 223 / 223 Bölüm mp3 mp4 flv webm m4a hd video indir

Beni Affet 223

beni affet 223

AFFET HOCAM

         

 

Men köz cumsam, kızmat ordum boş kalar

birok daroo orun basar başkalar.

Turmuştun tük toktolbosun belgilep

oşol künü dalay böbök köz carar.

 

Men köz cumsam, sırtta agayın, dos,

 kalar,

alar meni az ubakka eske alar,

bir gana arman: aytılbastan söz kalar

comok bolup el esinde saktalar.

 

Salican CİGİTOV

 

Türk dünyası bir evladını daha kaybetti. Yeri zor doldurulabilecek samimi bir Türk dünyası aşığı idi Salican CİGİTOV…

Ak Başat dergisinin yayın kurulu toplantısında idik. Eşim aradı, “istersen hocaya gidip hâlini hatırını sor, galiba çok hastaymış” dedi. Hemen evini aradım, telefonu hanımı aldı, ecenin durgun bir sesi vardı, durumunun biraz ağırlaştığını söyledi, “istersen yine de gelip gör” dedi… Sabahleyin günlük güneşlik olan hava bozmuş, gökyüzünü gri bulutlar kaplamıştı. Aklıma takılmış olacak, bir saat sonra evine gittim. Hafif hafif çiselemeye başlayan yağmurun altında ilk gördüğüm şey evinin önünde kurulmakta olan bozüy oldu, telaşla adımlarımı hızlandırarak apartman dairesine doğru yaklaştığımda Manas Üniversitesi rektör vekili Seyfullah ÇEVİK’i gördüm, hüzünle başını önüne eğmiş yere bakıyordu, onun hemen yanında genel sekreter Ayhan SÜREK vardı. O da üzüntülü bir hâlde telefonda konuşuyordu. Bir an duraladım, biriken kalabalık, kurulmakta olan Kırgız çadırı, üzgün insanlar… Ayhan SÜREK’in yanına kadar yürüyüp endişeyle “Hocam” dedim, galiba ağlamaktan olacak şişmiş gözlerle bana baktı, ne sormak istediğimi anlamış olacak ki “Hocayı kaybettik” dedi...

Sonrası boş zaten. Arkasından yazılacak, çizilecek, ağlanılacak, çok iyi adamdı, şöyle yapardı böyle otururdu denilecek…

Gözlerimin önünden film şeridi gibi gelip geçti o an, yedi yıl öncesi, ilk ders, ilk tanışma… Ne kadar da garipsemiştik şakalarını, ders anlatma stilini… Canlı tarih gibiydi Salican Hoca, anlattığı dersin içerisinde yaşardı… Anlayış, hoşgörü, ne bileyim anlatması o kadar zor ki, mesela bizim seviyemize inmesi gerekirdi şaka yaparken…

Salican Cigitov. Prof. Dr. Ünlü Kırgız edebiyatçısı, eleştirmen, şair. 1936 yılında Oş’a bağlı Özgen ilçesindeki Köldük köyünde doğdu. 1943-50 yılları arasında “Kızıl Oktyabr” adındaki yedi yıllık ilköğretim okulunda, 1951-54 yılları arasında ise Bişkek’teki 5 No’lu ilk öğretim okulunda ilk öğrenimini tamamladı. 1954-59 yılları arasında Kırgız Devlet Üniversitesi Filoloji Fakültesinde eğitim alan Cigitov 1962-65 yılları arasında ise Sovyet Sosyalist Kırgızistan Cumhuriyeti İlimler Akademisine bağlı Dil ve Edebiyat Enstitüsünde doktorasını yaptı.

Çalışma hayatına 1959 yılında köy öğretmeni olarak başlayan Cigitov, 1961-62 yılları arasında Dil ve Edebiyat Enstitüsünde araştırma görevlisi, aynı enstitüde 1979 yılından itibaren Millî Edebiyat Ana Bilim Dalı Başkanlığı görevlerinde bulundu. 1966’dan itibaren Kırgız Devlet Üniversitesinde ders vermeye başladı. 1974 yılından itibaren ise Kırgız Sovyet Ansiklopedisinin baş redaktör yardımcılığı görevinde bulundu. 1992-95 yılları arasında Kırgızistan Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı danışmanlığı ve Kırgızistan’ın Özbekistan Büyükelçiliği görevlerinde bulunan Cigitov, 1995-96 yılları arasında Kırgız Devlet Üniversitesi İletişim Fakültesi öğretim görevlisi 1996-2000 yılları arasında ise Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesinin rektör yardımcılığı görevlerinde bulundu. 2000 yılının eylül ayında atandığı Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü görevini 2005 yılına kadar yürüttü. Vefatından önceki son görevi 2005 yılında atandığı Manas Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Türkoloji Bölümü başkanlığı idi.

1950’li yıllardan itibaren edebiyat dünyasında adını duyurmaya başlayan Cigitov, edebî biyografisine şair olarak başladı. 1957 yılından itibaren eleştirmen ve edebiyatçı olarak da adını duyurmaya başlayan Cigitov’un monografileri ve Kırgız Sovyet Edebiyatını konu alan edebî makaleleri yayımlandı. Sonraları edebiyat ve eleştiri makalelerini topladığı kitapların yazarı unvanını da alan Cigitov, aynı zamanda son derece lirik ve sanat açısından yüksek seviyede olarak değerlendirilen şiirlerinin toplandığı şiir kitaplarının da yazarıdır.

Cigitov, Nazım HİKMET’in ve M. KARİM’in şiir kitaplarını da Kırgızcaya tercüme etmiştir.

Gerçek bir aydındı Salican Cigitov, gerçekçi bir Türk dünyası aşığı idi. Kırgız öğrencilere Ömer SEYFETTİN’in, Orhan PAMUK’un vs. eserlerini verir bizlere ise Kırgız edebiyatçılarını, Aşım CAKIPBEKOV’u, Süyünbay ERALİEV’i, Mukay ELEBAEV’i verirdi araştıralım diye. “Böyle yapmazsam siz birbirinizi tanıyamazsınız, birbirinizi tanıyamazsanız kimse kardeş olduğunuza inanmaz” derdi. Haklıydı hoca, kaç defa derslerde bu konuya temas ettiğini kendi kulaklarımla duydum. Kendince anlatırdı derdini, o bir şeye kızmışsa ve size anlatıyorsa öyle bir üslupla anlatırdı ki mutlaka gülerdiniz. Çoğu insan bu yüzden anlayamadı hocayı…

Bazen baş başa kaldığımızda dayanamaz sorardım hocaya sorun nerede diye, siz Kırgızlar bizi şaşırtıp duruyorsunuz... Gülümser ve “Siz Türk kardeşler de her şeyi güzel bina yapmak ve Türkçe öğretmekten ibaret sanıyorsunuz” derdi.

Öyle ya, birbirimizin dilini biliyorduk ama tanımıyorduk ki, bu adam ne yer ne içer, nelerden hoşlanır, mutfak kültürü nedir? Bilmiyorduk ki. Hoca bunu çok önce idrak etmiş ve kendince mücadele etmişti bu bilgisizlikle. Bizlere Kırgız edebiyatçılarını çalıştırmış, Kırgız öğrencilere ise Türk edebiyatçılarını. Sonra bu çalışmalar birikecek ve büyük bir kütüphane çıkacaktı ortaya.

Tabiî haklılığı daha da belirgin çıkardı bazen ortaya Salican Hoca’nın. Dedik ya canlı tarih gibiydi, anlattığı dersin içerisinde yaşardı diye, meselâ Tevfik FİKRET’i yakın bir arkadaşı anlatıyor size, o dersten ne şekilde haz alırsa bir öğrenci Hoca’nın dersleri de aynı tesiri gösterirdi öğrenci üzerinde. Diyelim o dersteki konumuz Aalı TOKOMBAEV, Süyünbay ERALİEV, Keneş CUSUPOV vs. Mutlaka yaşadığı ortak bir anısı olurdu o yazarla, şairler veya eleştirmenle… Fakat arka tarafta bir kalabalık, bir uğultu, Hoca yaşlı, umursamazdı derste konuşan varmış, giren varmış, çıkan varmış… Sinirle arkamı dönerim, bir kısım öğrenci toplanmış, filanca konuyu konuşuyorlar, filanca oyunu oynuyorlar, cep telefonlarıyla meşguller… Yeniden yüzümü tahtaya döndüğümde göz göze geldiğimizi hatırlıyorum bir keresinde, o zeki gözleriyle anlatmıştı bana, biz Türk kardeşlerin nerede hata yaptığını…

Yani gerçekçi bir Türk dünyası aşığı idi Salican Cigitov. Hayaller dünyasında yaşamazdı…

Çok tartışırdık, Kırgız edebiyatını çalışmaya değmezmiş, oldu olacak 70 yılda 70 roman yazılmışmış, ne gerek varmış, edebiyat olarak bile kabule gerek yokmuş Kırgız edebiyatını, zihniyete, kafa yapısına bakar mısınız? 70 yılda ne kadar yazıldığını merak ediyor ama ne yazıldığını merak etmiyor. İşte böyle boş adamlarla vakit geçirttik Hocaya. O güzelim on seneyi daha iyi değerlendirebilirdik.

Aklıma şiirlerini ilk okuduğum gün geldi. Bakın Türk Yurdu okuru, ey Türk Yurdu okuru buraya yazıyorum, ben adamsam eğer, bu şiirler Türk edebiyatı tarihine geçecek, Ortak Türk Edebiyatı tarihine…

Yıllar önce o şiirleri okuduğumda Türk Yurdu okuruna seslenmişim, bir yazı kaleme almışım…

Ağaçlıktır bu sokaklar. Ağaçlıktır ya, böyle rüzgârlı günlerde yaprakların kendi aralarında kurdukları dünyanın en ahenkli orkestrası duymasını bilene çalar o hüzünlü şarkısını, düşünür insan, sonra kendi kendine mırıldanır, ne bileyim gözleri kendi ufuklarına dalar, dalar da belki de coşar, uzaklara bakar, Ata Yurda... Türkistan’a...

Güzel bir sonbahar gününü tasvir eden bir şiir biliyorum sevgili Türk Yurdu okuru. Kırgız Türkçesinde yazılmış bu şiir. Yani bizim malımız. Yazayım istedim. Yazayım ki bu şiirden Türk Yurdu okuru da haberdar olsun. Oralarda bir yerde Türkçe ile edebiyatlar vücuda getirilmiş. Haberimiz var mı? Kimleri tanıyoruz onlardan?.. Tanımıyoruz maalesef. İlgilenmiyoruz nedense. Kardeşiz diyoruz ama ilginçtir merak etmiyoruz kardeşlerimizin kim olduğunu. Cengiz AYTMATOV’dan ya da Muhtar AVEZOV’dan başka hiç mi kalem yetişmemiş bu coğrafyada? Yetişmiş elbet. Mesela Salican CİGİTOV yazmış bu şiiri. Tanırım Salican CİGİTOV’u, bilirim, ne azapla yazmıştır bu şiiri, kaç defa yazmış kaç defa bozmuştur. Öyle bir oturuşta yazılan şiirlerden değil bu. Ne zaman bir güz gününde yapraklar o hüzünlü şarkısına başlayacak olsa kendiliğinden aklıma gelir bu şiir...

 

Uygu-Tuygu şamalduu küz tünündö

Uktay albay kıynalam çooçun üydö,

Terekteri şuuldap şookum salat

Terezeden kaldaygan too tübündö.

 

Calbıraktar cabıla ün çıgarıp,

Canı tınbay küyüttüü küü çıgarıp.

Şuu-şuu etet kaçırıp uyku kuşun,

Şuu-şuu etet köŋüldün tınçın alıp

 

Şuuldaba, teregim, terekterim,

Şuuldasaŋ, esime kelet menin:

Ötkön kündün öçüŋkü elesteri,

Ömürümdün öküttüü belesteri

 

Şuuldaba, teregim, terekterim,

Şuuldasaŋ, ıylagım kelet menin...

 

Too koynuna kısılgan kıştagımda

Tam-taşı bar tüzöŋdün töş cagında

Turar ele şuuldap miŋ tüp terek

Tigip koygon atakem caş cagında.

 

Oo, men anda baktıluu bir balamın,

Oyun, külkü, köpölök- uulaganım,

Uktaganım baykabay kalar elem

Ugup catıp terekterin şuuldaganın.

Ubayımduu aldeylep ırdaganım.

Şuuldaba, teregim, terekterim,

Şuuldasaŋ, ıylagım kelet menin...

 

Kargadaydan bir öskön moyundaşıp

Kayran agam ekööbüz koyundaşıp

Uktap catsak, terekter oygotçu ele

Celbiregen cel menen şıbırlaşıp,

Caşıl körkün cay gana şuuldatıp.

 

Şuuldaba, terekterim terekterim

Şuuldasaŋ, ıylagım kelet menin...

 

Apam ölüp, andan soŋ, atam oorup,

Ooruusunan oŋolboy kaza bolup,

Oşondo da terekter şuuldagan

Koştoşkondoy körünöö kapa bolup,

Koşok aytıp catkanday sozolonup

 

Şuuldaba, terekterim terekterim

Şuuldasaŋ, ıylagım kelet menin...

 

Ötüp barat bul zaman zuuldagan,

Ötüp barat zuuldagan uluu zaman,

Kayrandarım, a siler catasıŋar

Terek muŋun tuybastan şuuldagan.

 

Kadigi cok bolso da bir ölüşüm,

Kaysı künü ömürüm tügönüşün

Kaparga albay cürömün kayrandarım,

Terek küüsün eşitip siler üçün.

 

Şuuldaba teregim, terekterim,

Şuuldasaŋ, açışıp karekterim

Şuu üşkürüp ıylagım kelet menin!..

            Salican CİGİTOV 1968-1978

 

            Ben anlamam şiirin tekniğinden, şemasından. Haddime de değil zaten. Fakat kelimeler arasındaki o müzikaliteyi hemen hissediyor insan, Kırgızca bilmese de hissediyor, oralarda bir yerlerde hüzünlü bir sonbahar gecesi olduğunu, yaprakların o hüzünlü melodisinin şairi geçmişine, çocukluk günlerine götürdüğünü. Kusura bakmasın sevgili Türk Yurdu okuru. Gücüm yetmedi, aktaramadım bu şiiri. Ne kadar gayret ettiysem de beceremedim. Komik olurum, dedim. Türk Yurdu okuru zaten anlar bu şiiri...

            Böyle nice şiir var, Kazak Türkçesinde, Kırgız Türkçesinde yazılmış. Nice şair var, yazar var. Gururla bunlar bizim malımız diyeceğimiz.

            Fakat şöyle altmış bin kelimelik bir sözlüğümüz olsaydı elimizde, açıklamalarıyla, örnekleriyle, deyimleriyle... Daha iyi anlardık Salican Cigitov ne anlatmış bize şiirinde. Salican CİGİTOV’u, kardeşimizi daha iyi anlardık! Nelerden hoşlanır, nelere kızar... Demek şöyle hareket etmek lâzım, der, öyle davranırdık.

            Bir Amerikalı var burada, Bişkek’te yaşıyor... Alıkul OSMONOV’u bilenler bilir aranızdan. Ünlü Kırgız şair. “30 Yaş” adında bir şiir yazmış merhum, 35 yaşında vefat etmiş. Bu Amerikalı Kırgızca öğrenmiş, Alıkul OSMONOV’un şiirlerini kendi ana diline çevirmiş. Hem de bastırmış da.

            Ben başka söylemeyeceğim…

            Vefatından üç gün önce beni de çağırmış, koltuk değneklerine dayanarak dersine girmişti, hâlsizlikten dolayı son kitabı yarım kalmıştı. Sözlü olarak anlatacaktı kitabın kalan kısımlarını biz de kaydedecek sonra da bilgisayar ortamına aktaracaktık anlattıklarını, sonra u metinler Türkçeye de çevrilecekti… Kaç defa, anlatmaya çalıştım, “Hocam, sıra sizde, hadi başlayalım da sizi de anlatalım, çalışalım” diye, demek ki ısrar etmedim, üzerinde durmadım yeteri kadar, bir türlü kabul etmedi.

            Son dersinde öğrencilere bir veda konuşması yapmıştı. Bu konuşmanın manasını şimdi anlıyor insan…

            Hocam, canım Hocam, gittiğin yerde mesut ol…

            Sana borcunu ödeyemeyen bu boş adamı affet, yedi yıldır yanında olup da yaptığı yapacağı üç beş makaleni çevirmekten ibaret olan bu işe yaramazı, devamlı şikâyet etmekten başka bir şey bilmeyen bu kendini bilmezi affet…

            Hep kızar dururdun “sen beni boş oturtmayacak mısın” diye, sözüm ona Salican CİGİTOV “70 Yaş Armağan” kitabı çıkaracaktık, şiirlerini, makalelerini koyacaktık o kitaba… Sen Kırgız edebiyatını yeni baştan yazacaktın, biz de Türkçeye aktaracaktık, öğrencilere ders kitabı olacaktı… Hiçbirisini yapamadık…

            Şubatın 11’i, saat 11 10’da, o şiirinde tarif ettiği “uygu tuygu şamalduu bir küz tününö” benzer bir havada, Ali BİRİNCİ’nin Salican AGAYI, Leyla KARAHAN’ın Salican Bey’i, Manas Üniversitesinin tontoş dedesi, güleç adam Salican CİGİTOV hakkın rahmetine kavuştu…

            11 Şubat 2006’da samimi bir Türk dünyası perver, gerçek bir aydın ve vefa örneği bir adam hayata veda etti.

                    11 Şubat 2006’da, rahmet çiselenen bir günde, “Salican CİGİTOV’un birinci ömrü bitti ikinci ömrü başladı.”


         

Gözlerini televizyondan ayırmadan, "Bir hafta yoklar," dedi, "köye gittiler."

Bir şey söylemeden arkamı dönüp odama girecektim ki, beni çağırdı.

"Esra."

"Efendim?"

"Çay getir."

"Çok sıcak ya, n'apacaksın çayı? Su getireyim."

"Çay istiyorum, ben mi demliyeceğim? Çay getir."

Demlesen öldürsün değil mi?

Ölürsün, ölürsün.

Oflayarak mutfağa geçip çayın altını yaktım. Demliği boşaltıp içine çay attıktan sonra oturup çayın kaynamasını beklerken, cebimden telefonumu çıkardım. Sessize alıp uyumuştum ve şimdi kayıtlı olmayan bir numaradan gelen bir mesaj vardı.

+90... : Affet beni

Kim olduğunu anlamak pek zor olmadı. Zaten hayatıma ondan sonra da biri girmemişti.

Ben:  Gökhan zaten moralim bozuk, rahat bırak beni.

+90... : Niçin? Noldu?

Ben: Şu saatten sonra seni hiç ilgilendirmez, çek git hayatımdan. Geçen seferki gibi git, ruhum duymasın.

+90... : Esra neden anlamıyorsun, seni istiyorum diyorum, vazgeçmedim, hayatıma kimseyi almadım. Seni bekledim diyorum.

Ben: Kanıtlayabilir misin? Hayır. Ben senin ne halt ettiğini bilemem.

Ben: Sadece beni rahat bırak, benim derdim bana yeter.

+90... : Esra noldu?

+90... : Esra

Yazıp yazıp durdu ama cevap vermedim. Yeterince sinirlerim bozuktu zaten, Murat yetmezmiş gibi bir de onunla uğraşacak değildim.

Çayı demleyip iki kupaya doldurdum ve telefonu da cebime atarak mutfaktan çıktım. Salona geçip kupalardan birini Murat'a uzattım ama almadı. "Yok, canım istemiyor. Dolaptan kola getir."

"Ya ama sen istiyorsun diye demledim, bir saatir başındayım."

"İyi işte, bir saat önce istiyordum. Şimdi istemiyorum. Git bana kola getir."

Sadece sabır diledim ve salondan çıkıp mutfağa geçtim. Kupaları tezgâhın üzerine bırakıp, bir bardak soğuk kola doldurdum ve tekrar salona döndüm. Bardağı dikkatle ona uzattığımda ellerime ve tekrar gözlerime baktı. "Bırak şuraya," dedi bakışlarıyla sehpayı işaret ederek.

Canıma minnet, bırakıp çıkayım dedim ama tam arkamı dönmüşken, "Nereye gidiyorsun? Otur şuraya." diyince durup arkamı döndüm.

Koltuğun diğer ucuna oturup, ellerimi birleştirerek bacaklarımın arasına geçirdim ve televizyona baktım. Sevdiğim bir filmdi ama bu genç yaşımda bende hiçbir şeye heves bırakmamışlardı.

Bu sefer de, "Sen niye bu sıcakta evin içinde pantolonla dolaşıyorsun?" diyerek sataştı, her şeyime karışmayı fazlaca abartıyor, bana sataşmak için illa bir şey buluyordu.

"Yok mu senin eteğin, şortun filan... Geçen aldık daha, onlardan giysene." diyince, omzumun üzerinden ona garipser bir bakış attım.

"Hani kısa giyince kızıyorsun ya..."

"Dışarıda giyince kızıyorum, onları evde giyesin diye aldım. Git giy hadi, üzerine görelim."

Dayanamayıp patladım.
"Ama şu an eziyet ediyorsun, ben böyle iyiyim. Klima da çalışıyor zaten, sıcak filan değil."

"Çok konuşma," diye kızdı hemen, "boşuna mu aldım o kadar? Git giy de gel." diye diretti. "Hadi! Hadi!"

Gerildim. Yavaşça ayağa kalkıp odama geçtim. Dolabı açıp aldığı kıyafetlere bakarken, "Ne istiyor benden bu?" diye söylendim, "Allah'ım lütfen kötü olan benim düşüncelerim olsun, çünkü bunu kaldıramam..."

Evet kötü olan, iğrenç düşüncelere giren kesinlikle benim. Murat öyle biri değil.

Aldıklarının içerisinden pembe bir etek ve beyaz bir tişört seçip giyindim. Bunları Tuana ile pikniğe gideceğimiz zaman giyerim diye ayırmıştım, hatta yaklaşan doğum gününde ne giyeceğimi bile önceden ayarlamıştım.

Odadan çıkıp usulca salona geçtim ve Murat'ın sehpanın yanında yere çöktüğünü gördüm. Sehpanın üzerinde bir miktar beyaz toz ve bir paket vardı. Elindeki kartla onları düzeltip burnundan çekti ve kafasını geriye yatırarak, "Ahh," diye zevk alır gibi bir ses çıkardı.

"Murat, n'apıyorsun sen?" Dedim şaşkınlıkla.

Kendinde değil gibiydi. Ben uykulu olduğunu düşünmüştüm ama burada ne yaptığını bir filmden gördüğüm için biliyordum. Toz çekiyordu, tıpkı bir bağımlı gibi.

Bakışları üzerimde gezinirken yavaşça bacaklarıma indi ve bu an kendimi berbat hissettim.
"Gel," dedi itiraz kabul etmeyen bir sesle, "geç otur şuraya."

Tüm bedenim tir tir titriyordu. Geçip koltuğa oturdum, onun arkasındaydım. Büyük sırtını öne doğru eğmiş, kambur bir şekilde o tozdan çekiyordu ve daha ne kadar süreceğini, ne yapacağını bilmeden burada durmak çok zordu. Ne yapacağımı bilmiyordum.

Başını kaldırdı ve burnunu çektikten sonra derin bir es verdi. "Ah, Esra..." diyince, adıma, var oluşuma lanet ettim.

"E...efendim?"

"Sen de çekmek ister misin Esra?"

"Ha-hayır... Ben... Ben istemem. Sen de çekme, yeter artık."

"Hiç çekmediğin için öyle diyorsun Esra... Bir defa çeksen, senin de canın çekecek."

Dizlerinin üzerinde arkasını dönüp bana baktı, elindeki paketi diz kapaklarımın biraz üzerine dökmeye başladığında kalkmak istedim ama diğer eliyle belimi kavrayıp, canımı yakmak pahasına geri oturttu. Tozu diğer dizimin üzerine de döktüğünde, "Murat n'apıyorsun?" dedim titreyerek, "Murat!"

Dizlerimden yukarıya doğru bir çizgi hâlinde döktüğü o tozu çekmek için burnunu tenime yasladığında, "Ben senin kardeşinim!" diye bağırdım.

Başını kaldırıp gözlerime baktı.
"Hiç hissetmedin mi?" diye sorunca, ne? der gibi baktım ve o, beni fazla merakta bırakmadan gerçeği itiraf etti. "Seni ne kadar sevdiğimi."

Kanım dondu. Vücudum bir anda tamamen buz kesti ve sadece kirpiklerimi kırparak ona bakmaya devam ettim.

"Seni çok kıskanıyorum," dediğinde, yüzümü iğrentiyle buruşturdum. "Sana benden başka erkek dokunamaz. Buna izin vermem..."

"Murat saçmalama!" diye bağırdım ağlamaklı sesimle, "Benim, kardeşin! Bırak gideyim lütfen!" diyerek ayağa kalkmaya çalıştım ama o, beni geri oturttu ve diğer elini de bacağıma koyunca, elimle ağzımı kapatım hıçkırıklarıma boğuldum.

"Şhh sessiz ol, acıtmayacak..."

30. 01. 2001 AKRA TEFSİR SOHBETİ

(Bakara: 222-223)

Prof. Dr. Mahmud Es'ad COŞAN

Hazırlayan: ERKAYALAR

------------------

KADINLAR VE HAYIZ HALİ

Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühû!..

Aziz ve sevgili izleyiciler ve dinleyiciler! Allah'ın selâmı, rahmeti, bereketi üzerinize olsun...

Kur'an-ı Kerim ayetlerini sırayla okumaya başladık. Allah nasib etti, bugün Bakara Sûresi'nin 222. ve 223. ayet-i kerimelerine geldik. Bu ayet-i kerimeler hayız, aybaşı hali denilen kadınlarla ilgili hallerle ilgilidir. Yâni evlileri, yaşlıları, büyükleri ilgilendiren ayet-i kerimelerdir. Ama sırayla gittiğimiz için, İslâm'da da her bilginin öğretilmesi gerektiğinden; yâni husûsî de olsa, büyüklere mahsus da olsa, evlilikle de ilgili olsa, gizli kalmaz. Her şeyin en güzel tarzda îfa edilmesi, Allah'ın rızasına uygun yapılması gerektiğinden, her şeyin bildirilmesi, açıklanması icab ediyor. O bakımdan, geldiğimiz bu ayet-i kerimeleri de açıklayacağız.

Önce mübarek metinlerini okuyalım, bismillâhir-rahmânir-rahîm:

Bakara 222

(Ve yes'elûneke anil-mahîd, kul hüve ezen fa'tezilün-nisâe fil-mahîdı ve lâ takrabûhünne hattâ yathurn, feizâ tetahherne fe'tûhünne min haysü emerakümullàh, innallàhe yühibbüt-tevvâbîne ve yühibbül-mütetahhirîn.) (Bakara: 222)

Bakara 223

(Nisâüküm harsün leküm, fe'tû harseküm ennâ şi'tüm, ve kaddimû lienfüsiküm, vettekullàhe va'lemû enneküm mülâkùh, ve beşşiril-mü'minîn.) (Bakara: 223) Sadakallàhül-azîm.

a. Kadınların Hayız Hali

(Ve yes'elûneke) "Bir de soruyorlar ki..." Daha önce de içkiden ve kumardan soruyorlardı. Onun cevabı olan 219. ayet-i kerimeyi açıklamıştık. (Yes'elûneke anil-hamri vel-meysir) "Ey Rasûlüm, sana içkiden ve kumardan, meysir denilen kumardan soruyorlar." ayet-i kerimesiydi, hatırlarsanız veya bakarsanız. Burada da 222. ayet-i kerimede buyruluyor ki: (Ve yes'elûneke) "Bir de soruyorlar ki..."

Demek ki aynı kişiler sormuş olabilir, veyahut Rabbimiz Tebâreke ve Teàlâ Hazretleri, çeşitli soruların cevaplarını Rasûlüllah Efendimiz'e bildirmek istemiş olduğundan, böyle gelmiş olabilir. Yâni o ayetlerle (ve) atıf edatıyla bağlı.

(Ve yes'elûneke anil-mahîd) "Ve bir de sana, mahîddan soruyorlar." Mahîd yazarken, sondaki dad harfidir. Ha harfi de noktasız ha'dır. Mahîd, taşmak, akmak mânâsına gelen bir kelimedir, masdar-ı mîmî'dir. Türkçe'si, "aybaşı" diyoruz, "âdet hâli" diyoruz. Bir de "hayz" kelimesi kullanılıyor, yine o da bu mahîd kökünden.

Dad harfi bazen d olarak geçer, bazen de kalın z olarak geçer. Aynı kökten hayz diyoruz. Burada da mahîd, yâni dad ile tam tecvidli okunuşuna göre söylüyoruz ama, meselâ kadà-yakdî kökünden, kadı efendi diyoruz, kaza eden, hükmeden kimse mânâsına... Ama hükme de kaziyye diyoruz, kadiyye demiyoruz.

Yâni bu dad harfi Türkçe'de olmayan bir harf olduğundan, biraz kalın d'yi andırdığından, biraz da z'yi andırdığından; kulağa gelişine göre dedelerimiz bazen z gibi telâffuz etmişler, öyle kullanmışlar. Yâni Arapça harfi aynen çıkaramadıklarından, harfi değiştirmişler. Çünkü Arapça'da Türkçe'de olmayan bazı harfler var. İşte onlardan birisi de bu dad harfi. Bazen d olarak, bazen kalın z olarak geçmiş.

Mahîd, sîga olarak hadà kökünden, akmak mânâsına gelen fiilden, yine akmak mânâsına masdardır, masdar-ı mîmî'dir; hayız demektir. Aynı zamanda bu mimli şekil, hayız zamanı mânâsına, hayız yeri mânâsına da gelir. Çünkü bu üçü aynı kalıpta olur. Hangisi mânâsıyla kullanıldığını, cümledeki durumundan lügatı bilenler, dili bilenler, konuyu bilenler, ona göre çıkartırlar.

"Sana hayızdan soruyorlar, aybaşı hâlinden, âdet hâlinden soruyorlar. (Kul hüve ezen) De ki: O bir ezadır; üzüntü veren, ezâ veren bir şeydir. (Fa'tezilün-nisâe fil-mahîd) Aybaşı halinde kadınlardan cinsel yönden uzak durun, ayrılın!" Yoksa, evi barkı ayırın mânâsına değil. İ'tizal ayrılmak demek ama, cinsî yakınlık olmasın mânâsına... Yoksa aynı yatakta yatabilir, aynı odada olabilir, aynı evde yaşayabilir.

(Ve lâ takrabûhünne hatta yathurne) "Bu hanımlara beyleri, nikâhlısı temizlenmedikçe cinsel yönden yaklaşmasın! Onlara temizleninceye kadar yaklaşmayınız! (Feizâ tetahharne) Onlar tertemiz olunca, (fe'tûhünne min haysü emerakümullàh) onlara Allah'ın emrettiği yerden veya emrettiği zamanda, şekilde gidebilirsiniz, ilişki için gidebilirsiniz."

(İnnallàhe yühibbüt-tevvâbîn) "Hiç şüphe yok ki, Allah tevbe edenleri, hata eylemişse, hatasını anlayıp dönen, Cenâb-ı Hakk'a istiğfar eyleyenleri, tevbekârları sever. (Ve yühibbül-mütetahhirîn) Temizlenenleri, temizlikte titizlik gösterenleri sever."

(Nisâüküm harsün leküm) "Sizin hanımlarınız sizin tarlanızdır, ekininizdir, ekin yerinizdir. (Fe'tû harseküm ennâ şi'tüm) Ne zaman isterseniz tarlanıza gidin." veyahut "Ne şekilde isterseniz tarlanıza gidin." Ennâ sözü hem "ne zaman" mânâsına gelir, hem "ne şekilde" mânâsına gelir. İkisinin de inşallah açıklaması gelecek.

(Ve kaddimû lienfüsiküm) "Kendi nefsiniz için hayırları şimdiden ahirete hazırlayın! Yâni ahirete hazırlık yapın, sevaplar biriktirin! (Vettekullàh) Ve Allah'tan korkun, sakının, çekinin! Azabı vardır, gazab ederse kurtulamazsınız elinden. (Va'lemû) Biliniz ki, (enneküm mülâkùh) muhakkak sizler ona mülâkî olacaksınız, Cenâb-ı Hakk'ın huzuruna varacaksınız, kavuşacaksınız, divanında duracaksınız, karşı karşıya geleceksiniz. Öyle uzak olacağınızı sanmayın! (Ve beşşiril-mü'minîn) Mü'minleri, iyilik yapan mü'minleri müjdele ey Rasûlüm!" deniyor.

Şimdi açıklamaları yapalım: Mahîd veya mahîz diyelim biz; bu dişi varlıklarda olan hadise, hayız hali, aybaşı hâli... İnsanlarda olduğu gibi, memeliler dediğimiz canlılarda da oluyor. Yavrunun büyüme yeri olan döl yatağından kirli bir akıntı geliyor. Bu neden oluyor?.. Doktorların söylediğine göre, ben doktor değilim ama hatırımda kaldığı kadarıyla, bilmeyenlere, ilk duyanlara şöylece özetleyeyim:

Allah-u Teàlâ Hazretleri çeşitli düzenlemelerle insan neslinin, diğer varlıkların neslinin devamını sağlamış. Bu çoğalma ve üreme ve nesil verme, çeşitli şekillerde oluyor. Bazen bölünme sûretiyle oluyor. Meselâ hücrelerin bölünmesi filân gibi. Bazen de erkek tohumun dişi tohumla birleşmesi sonunda oluyor. Bu insanlarda ve insanlara benzer bazı durumları aynı olan başka canlılar var; inekler, koyunlar, atlar gibi ehlî veyahut yabanî hayvanlardan, ormanlardaki veya bizim beslediğimiz hayvanlardan...

Erkek ve dişi varlık birleşiyorlar, tohumları birleştiği zaman yavru oluyor. Bu evlât rahimde oluyor, gelişiyor. Geliştikten sonra, bir zaman sonra karnı büyüyor, bir zaman sonra da doğum oluyor, bebek dünyaya geliyor. Bu hâle insanlarda gebelik hâli deniliyor, hamilelik hâli deniliyor. O hamilelik devresinden sonra çocuk dünyaya geliyor.

Bu hazırlığı dişinin vücudu belli zamanlarda yapıyor. Ama, eğer aşılanma olmazsa, o hazırlık boşa gidiyor. Yâni hazırlanmış olan malzeme durduğu yerde çok durmuyor, bozuluyor. Bu sefer akıp gidiyor. İşte dişinin döl yatağı böyle bir yavru olsun diye hazırlık yaptıktan sonra, herhangi bir döllenme olmayınca, bu sefer zaman geçince o oluşum bozuluyor ve bir akıntı halinde dışarıya çıkıyor. O zaman aybaşı hâli deniliyor bu hâle. Tabii bu, oradaki hücrelerin yıpranması, kanın kokuşması ve canlı olan bir şeylerin zaman geçmesiyle ölmesinden ve dışarıya atılmasından dolayı oluyor. Cenâb-ı Hakk'ın insanların üremesindeki kurduğu düzen bu.

Meselâ, beslenmemizde de bir düzen var. Ağzımızdan suyu ve gıdayı alıyoruz. Mide bundan istifade ediyor. Fazlaları idrar olarak, büyük abdest olarak çıkıyor. Bu da bir düzen, bu beslenme düzeni. Sonra kanımız meselâ ciğerler vasıtasıyla havadan oksijeni alıyor. Hemoglobinle birleşiyor oksijen, orada kullanılıyor. Kullanıldıktan sonra kullanılmış hava, yâni karbondioksit yine alyuvarlarla ciğerlere taşınıyor, oradan üflenip dışa gidiyor. Bu da solunum düzeni. Vücut çeşitli muazzam, muhteşem düzenlerle çalışıyor, insan vücudu çok muhteşem. Sinir teşkilâtı var, sindirim teşkilâtı var.

Üreme teşkilâtında da hanımların rahminde bir hazırlık oluyor. Ama beklenen birleşme olmayınca, erkek tohumuyla yumurta ilkah olmayınca, aşılanmayınca; yavru olmadığı zaman o hazırlıklar çürüyor ve dışarıya akıyor. Buna hayız hâli deniliyor ve bu ilk başta kirli bir kan halinde oluyor. Ondan sonra gittikçe azalıyor. Az veya çok oluyor. Bazılarında birkaç günde bitiyor, bazılarında daha uzun sürüyor. Bizim İmam-ı Âzam, Hanefî mezhebine göre en azı üç gün, en çoğu da on gün oluyor ve on günden sonrası artık mazeret sayılıyor. Mazeretli durumuna geçiyor.

Bu müddet içinde ne oluyor?.. Böyle bir duruma gelen bir hanım, tabii onun için özel bir şeyler kullanıyor. Bez kullanıyor, veyahut eczaneden aldığı bir takım emici malzemeyi orada muhafaza ediyor. Tabii böyle üç günden on güne kadar veya daha fazla, hatta on beş gün kadar devam edebildiği için, giyimleri, iç çamaşırları kirlenmesin diye tedbir almak gerekiyor. Bez ve pamuk kullanılıyor. Çok güzel şeyler çıktı şimdi, tıbbî bakımdan, yâni mikrop bulaştırmayan güzel malzeme var. Onlarla oralarını koruyorlar ve onları değiştiriyorlar. Ondan sonra da hayız hâli bitince, İslâm'a göre gusül abdesti almak gerekiyor. Ne kadar güzel; tertemiz temizlenmiş oluyor.

Bu hayız hâlinde olan, yâni aybaşı hâlinde olan bir kimse namaz kılamıyor, çünkü kanı akıyor. Oruç tutamıyor, o da bu hâlinden dolayı. Tabii bu bozulma hâli olduğu için, kadının ruhunda da bazı üzüntüler, sinirlilikler oluşuyor. Yâni ruh bakımından da bazı tezahürleri oluyor. Muhakkak Cenâb-ı Hak onları da düşündüğünden namaz kılma olmuyor, oruç tutma olmuyor. Kur'an okuyamıyor, Mushaf'a dokunamıyor, camiye giremiyor bu hâliyle... Evli hanım kocasıyla cinsel yönden bir araya gelemiyor. Cimâ denilen şey, yâni cinsel birleşme haram oluyor bu halde.

Böyle bir şey yokken, bir kızda ilk defa bu hal başladığı zaman da, artık bülûğa ermiş, yâni genç kızlık çağı başlamış oluyor. Dînî bakımdan bu durumun önemi var. Namazla, oruçla, mescide girmekle, Kur'an okumakla ilgili yönleri var bu işin. Önemli bir husus.

Onun için,hanımların hallerini hanımlar bilsin diye, hanımlara ait ilmihal neşrettik biz. Meselâ, "Hacda bu durum olursa ne olacak?" diye ekseriyetle sorarlar. Ramazan'da oruç tutamıyor, hacda tavaf yapamıyor, Kâbe'yi tavaf edemiyor; çünkü Mescid-i Haram'a giremiyor. Önemli. Ne zaman başladığını bilmesi lâzım, ne zaman bittiğini bilmesi lâzım! Eşine de, "Benim bu durumum var!" diye söylemesi lâzım! Saklaması da doğru değil.

(Ve yes'elûneke anil-mahîd) Şimdi bu hayız konusunu soruyorlar. İlk defa Peygamber Efendimiz'e sormuşlar. Çünkü bu durumda olan, âdet gören kadınla ilgili çevrede çeşitli tutumlar var. Meselâ Cahiliye devrinde âdetli kadınlarla beraber durmazlar, beraber yemek yemezlermiş. Bu bir haksızlık... Yâni, ne yapsın? Elinde olmayan bir sebepten, daha doğrusu sıhhî bir sebepten, sağlıklı bir kadının başına bu durum geliyor. Yâni evlât edinecek bir durum beliriyor. Olmayınca bir dahaki sefere kalıyor. Bir daha beliriyor, bir dahaki sefere kalıyor... Yâni olmazsa doktora gitmek lâzım!

Tabiî bir şey, tabiî karşılanması lâzım. Çünkü elinde olmayan bir şey... Yâni insan yüznumaraya gidince ayıplanıyor mu?.. Her yerde tertemiz yüznumaralar yapılıyor. Yüznumaralarda da temizlik olsun diye sular, çeşitli malzemeler hazırlanıyor. Bu da bir ihtiyaç... Yemek ihtiyacı gibi, yemeği tabii gördüğümüz gibi, büyük ve küçük abdest zarurî olduğu gibi, bu da doğal bir şey, tabii bir şey.

Ama ne yaparlarmış?.. Bu durumda olan kadınları hor görürlermiş ve onlarla beraber yemek yemezlermiş. Niye öyle yapıyorlar? Yanlış! Bu adet yahudilerde de böyleymiş, mecûsîlerde de böyleymiş. Mecûsîler, biliyorsunuz ateşperestler, yâni eski İranlılar. Onlar da kadınlara böyle muamele ederlermiş.

Nasrânîler, yâni hristiyanlar ise hayza hiç aldırmazlarmış, hatta cinsel ilişkiden bile kaçınmazlarmış. O da tehlikeli. Çünkü orda bir bozulmuş kan vs. bahis konusu olduğu için, bundan dolayı hastalıklar olabilir. Hem kadında hastalıklar olur, hem erkekte hastalıklar olur. O da doğru değil. İyi ki böyle bir mesele sorulmuş, Rabbimiz Tebâreke ve Teàlâ bu ayet-i kerimeyle cevabını veriyor.

Medine-i Münevvere'de Peygamber Efendimiz geldiği zaman, yahudi kabileler olduğundan ve Medine'deki Arap kabileleri de bunlardan bir çok yönden, örf ve adet yönünden etkilendiğinden, bu hayız meselesinde de bazıları yahudiler gibi hareket ediyor, cahiliye devrindeki gibi hareket ediyor. Sonra bir de Mekke-i Mükerreme'den Medine-i Münevvere'ye giden muhacirler var, onların ensardan farklı durumları var, Mekke'deki örf ve adetlerde biraz değişiklik olabiliyor. Onun için ashabdan birkaç kimse ve Ebüd-Dehdah (Rıdvânullàhi aleyhim ecmaîn), "Nedir bu durum ve bu durumda biz ne yapmalıyız, nasıl davranmalıyız?" diye, Peygamber Efendimiz'e sormuşlar.

Cevabı veriyor Cenâb-ı Hak: (Kul) "Ey Rasûlüm, soranlara de ki: (Hüve ezen) Bu hayız denilen olay, âdet denilen, aybaşı kanı denen olay bir ezadır. Yâni insana nâhoş gelen, eziyet veren bir olaydır..."

Hakikaten kadın da bu halinden dolayı eza duyar. Bir de bu ifrazâtın, akıntının kötü kokusu var, kötü rengi var, bulaşması var. Ondan dolayı kadına da rahatsızlık verir, kadından ayrı başkalarına da rahatsızlık verir. Ama bu sağlıktan olan bir şey...

Yâni kadının sağlıklı olmasından doğan, çocuk yapabilir durumda, sağlıklı bir hanım olmasından doğan güzel bir şey aslında... Kısır değil, çocuk yapabilecek kabiliyetten mahrum değil, sıhhatli bir hanım demek. Kan akması sıhhatsizliğini göstermiyor. Evet bu bir eza durumudur. Hanımı da üzüyor, başkalarını da üzebilir.

b. Hayızlı Kadınlara Yaklaşmayın!

(Fa'tezilün-nisâe fil-mahìd) "Hayız halinde kadınlardan uzak durun, çekinin!.." Ama bu uzak durmak demin söylediğim gibi. Yâni evi barkı, yatağı ve sâireyi ayırmak tarzında değil. (Velâ takrabûhünne hattâ yathurne) Yâni burada "velâ takrâbûhünne" demesinden fa'tezilû'nun da ne mânâya geldiğine biraz işaret oluyor. "Onlardan uzaklaşın, temizleninceye kadar yakınlaşmayın onlara. Yâni cinsel yakınlaşma yapmayın!" deniliyor. Arapçada mucâmaat denilen, cinsel ilişki yapmayın, temizleninceye kadar.

Temizlenmekten maksat ne?.. Bu kan bitinceye kadar yaklaşmayın! Çünkü buna hayız kanı derler. Hayız kanı bittiği zamanki hayızsız olan günlere de tuhur hâli derler. Yâni (hattâ yathurne) demek, hayız hâli bitip tuhur hâli gelinceye kadar demek. O zamana kadar yaklaşmayın!

(Feizâ tetahherne) "Tuhur hali zahir olup, yâni adet kanı kesilip de temiz olduklarında, tetahhür ettiklerinde..." Tetahhür'de de iyice temizlenmek mânâsı var. Çünkü kısaca, sadece oraları yıkamak bir temizlenme olabilirdi ama, İslâm tepeden tırnağa bir gusül almayı emrediyor hayzı biten hanıma. O da tepeden tırnağa, artık güzelce yıkanınca, bu tatahhur. Yâni iyice temizlenmek, aşırı, itinalı bir temizlenme.

"İşte o temizlendikleri zaman, (fe'tûhünne min haysü emerakümullàh) onlara Allah'ın emrettiği yerden veya emrettiği şekilde gidebilirsiniz, yanlarına gidebilirsiniz." Artık karıkoca arasındaki ilişki uygun olur. Ondan önce haramdı. Yâni hayız hâlindeyken ilişkiyi İslâm haram kılıyor. (Fa'tezilün-nisâe fil-mahìd) "Hayız halinde kadınlardan uzak durun!" buyruluyor. Yanaşırsa, Allah'ın emrine aykırı hareket etmiş olur, yanaşmayacak. Ama temizlendikten, gusül abdesti aldıktan sonra serbest.

Burada da, "temizlendikten sonra" demek iki türlü anlaşılıyor. Bizim Hanefî mezhebine göre müddet tamam olup kesildikten sonra, tuhur hâli başlayınca helâl olur demek, haramlık kalkar demek. Bazıları da diyorlar ki: "Hayır o bitecek. O bittikten sonra gusül abdesti de alacak. İyice yıkandıktan sonra helâl olur." diyorlar. İki kavil var. Hanefî kavli biraz daha kolaylık gösterici cinsten.

(Fe'tû hünne min haysü emerakümullàh) "Allah'ın emrettiği, müsaade ettiği, helâl kıldığı şekilde o zaman ailevî ilişkiler olabilir." mânâsına.

Bir de mekân ifade eder bu "min haysü" kelimesi Arapça'da. O zaman, "Allah'ın size emrettiği yerden ilişkiyi yapın!" mânâsına geliyor. Yâni onun dışında başka bir tarzda, yanlış bir yerden bu işi yapmamak gerektiği emredilmiş oluyor.

(İnnallàhe yühibbüt-tevvâbîn) "Allah-u Teàlâ Hazretleri hiç şüphe yok ki, hata yapsa bile hatasını anlayıp, pişman olup, tevbe edenleri sever."

Tevvâb ne demek? Tevbe etmeyi kendisine çok adet edinmiş demek. Tâib tevbe eden demek, tevvâb da tevbeyi çok yapan demek. Onun için biz, Farça kâr kelimesini ekleyerek tevbekâr diyoruz. Tevbekâr ne demek? Kâr'ı tevbe olan, yâni işi gücü tevbe olan demek. Böyle "Aman hata mı yapmışım, eyvah! Yâ Rabbi beni affet, yâ Rabbi beni affet, yâ Rabbi beni affet!.." gibi, böyle Cenâb-ı Hakk'a ilticâ edeni, tevbekâr olanı Allah sever. Hatasını anlar anlamaz kendisini düzelteni sever.

Çünkü bu ayet ininceye kadar yahudiler gibi hareket edenler vardı, veyahut mecûsîler gibi, veya cahiliye devri Arapları gibi hareket edenler vardı. Hristiyanlar gibi yapanları belki yoktu ama, daha ziyâde yahudiler gibi davranıyorlardı. İkisinin de uygun olmadığı, tam akıl ve mantık ve ilme göre tavsiye buyrulduğu görülüyor burada.

(Ve yühibbül-mütetahhirîn) "Allah tertemiz olmaya çalışanları da sever." Hem tevbekârları sever, hem tertemiz olmaya gayret edenleri sever."

Bu mütetahhirîn, tertemiz olmaya çalışanlar. Bu tertemiz olmak, bir: İşte kanı siliyor, kan bittikten sonra tertemiz yıkanıyor filân... maddî temizlik. Bir bu anlaşılabilir, Allah böylelerini sever. Meselâ, Peygamber Efendimiz Medine-i Münevvere'ye geldiği zaman Kuba Mescidi'ni yapan mübarek Medineliler, büyük abdeste gittikleri zaman kendiliklerinden tertemiz yıkanırlarmış.

O Kuba Mescidi anlatılırken, Allah-u Teàlâ Hazretleri:

"--O mescidde namaz kıl ey Rasûlüm! Öteki o münafıkların kurmaya çalıştığı Mescid-i Dırar'da namaz kılma! Seni çağırsalar da oraya gidip namaz kılma! Ötekilerin mescidinde, takvâ üzerine yaşayan, takvâ üzerine mescid binâ eden kimselerin, o takvâ üzerine bina edilmiş mescidlerinde namaz kıl!" dedikten sonra, bir de buyuruyor ki:

Tevbe 108

(Fîhi ricâlün yuhibbûne en yetetahherû) "Orada öyle adamlar vardır ki, onlar tertemiz olmayı severler." (Tevbe: 108)

Sormuşlar bu ayet inince Kuba Mescidi'ni yapan o ahaliye:

"--Sizi Allah böyle medhediyor, tertemiz ne yaparsınız?"

"--Yüznumaradan çıktığımız zaman tertemiz yıkanırız." diye taharetlendiklerini beyan etmişler.

Çünkü pek çok kimse öyle yapmıyordu. Hâlen Avrupa'da ve sâirede de öyle yapmıyorlar. Maalesef 21. Yüzyıl'da medenî dediğimiz milletlerde, müslümanlar kadar temizliğe riayet olmuyor. Şimdi dekan olan bir arkadaş var, onunla konuşan birisi demiş:

"--Sık sık iç çamaşırı değiştiririz."

Olur mu? Kirleniyor iç çamaşırı, olur mu? Tertemiz olmak varken, kirliyken donu çekip de, sonra donu sık sık değiştirmek olur mu?.. O kirliyken kokar.

İslâm maddi temizliğe de çok önem veriyor. Tırnak kesmek ondan, koltuk altları kıllarının giderilmesi ondan. Kasık kıllarının giderilmesi ondan. Bıyıkların fazlalarının alınması onun için... Abdest almak ondan, gusül ondan... Böyle çeşitli temizlikler, maddî temizlik, tertemiz olmak emrediliyor. Allah temizleri sever.

Bir de manevî yönden, günahlardan, fuhşiyattan, çirkinliklerden temiz olmak... O da önemli, o da manevî temizlik. Onları da sever Allah, öyle olanları da sever. Yâni, "Siz de ey mü'minler! Allah'ın emirlerini tutun, bu hayızlı kadına karşı davranışlarınızda hem maddî temizliğe dikkat edin, hem de manevî yönden tertemiz olun! Allah öylelerini sever." denilmiş oluyor.

c. Kadınlar Sizin Tarlanızdır

Sonra ikinci ayet-i kerimeye gelince:

Bakara 223

(Nisâüküm harsün leküm) "Kadınlar sizin tarlanızdır..."

Tarla ne demek?.. Tarlaya insan mahsul ekiyor. Ondan sonra güzel güzel mahsul alıyor. Ağaç dikerse, meyva alıyor. Ekin ekerse, mahsül biçiyor. Tarladan ürün alıyor. Hanımları da Allah öyle yaratmış, eş eş yaratmış varlıkların çoğunu, çift çift yaratmış. Hanımlar çocuğun doğmadan evvel ekildiği ve orada yetişip olgunlaştıktan sonra doğduğu bir tarlaya benzetiliyor. Tarla gibi... Binâen aleyh neslin üremesi, insan neslinin devam etmesi, evlenen iki kişinin mübarek, güzel bir yavruya kavuşması, sevimli bir yavruya kavuşması böyle oluyor.

(Fe'tû harseküm ennâ şi'tüm) "Binâen aleyh, madem sizin tarlanızdır. Tarlanıza ne zaman isterseniz gidin! Ne zaman isterseniz gitmek serbest, ne şekilde isterseniz gitmek serbest, ne halde isterseniz gitmek serbest."

Bu ayet-i kerimenin sebeb-i nüzûlü şu: Medine-i Münevvere'deki Yahudiler, cinsel birleşmenin şeklini bahis konusu ederek demişler ki:

"--Bayla bayan, yâni gelinle güvey, kocayla hanım birleşince çocuk oluyor; tamam ama, arka yönden yaklaşma olursa, doğan çocuk şaşı olur." demişler.

Bu Peygamber Efendimiz'e bildirilince:

"--Yahudiler yalan söylemiş, böyle bir şey yoktur." buyurmuş.

Onun üzerine bu ayet-i kerime nâzil olmuş.

Peygamber SAS Efendimiz'in hadis-i şeriflerini dikkatle okursanız, mutlaka göreceksiniz ki, tam bir çağdaş bilim adamının söyleyeceği gibi cevaplar veriyor ve yanlışlığı engelliyor. Meselâ: Kendi çocuğu İbrâhim küçük bir çocukken vefat etti. O gün de güneş tutulması oldu. Herkes dediler ki:

"--Bak, Peygamber Efendimiz'in çocuğu öldüğü için, bir yas alâmeti, mâtem alâmeti olarak güneş de tutuldu." dediler.

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz hutbeye çıktı. Bakan, o üzüntülü günde nasıl ümmetinin yanlış fikirlere saplanmasını engellemek istediğini gösteren çok güzel bir olay. Dedi ki:

"--Ay ve güneş Allah'ın varlığını birliğini gösteren yaratıklardır. Bunlar bir kisenin ölümüyle, doğumuyla ilgili olarak tutulmazlar. Bu güneş tutulmasının, benim oğlumun vefatıyla ilgisi yoktur; bir gök olayıdır." diye açıklama yaptı.

Burada da, "Çocuğun şaşı olmasıyla, cinsel ilişkinin şekli arasında bir ilişki yoktur. O söyledikleri yanlıştır." diye onu açıklıyor. Öyle dedikleri için bu ayet-i kerime nâzil olmuş. (Fe'tû harseküm ennâ şi'tüm) "Ne şekilde isterseniz, hanımınızla o tarzda birleşme olabilir." buyrulmuş.

İbn-i Kesir Tefsiri'nde bu ayet-i kerimenin izahında uzun uzun hadis-i şerifler getirmiş. Senedleriyle, belgeleriyle on-onbeş tane hadis-i şerif kaydetmiş. Benim tahmin etmediğim kadar da teferruatla üzerinde durmuş. Yâni burda bir yanlış anlama olmasın diye. "Herhangi bir birleşme şekliyle olabilir ama, çocuk olacak şekilde olması lâzım!" Gayrimeşrû şekil nedir?.. Lût kavminin yaptığı gibi, yâni çocuk olmayacak yere birleşme yapmak.

Arkadan yaklaşmanın iki mânâsı var: Bir; şekil olarak arkadan ama, çocuk olacak şekilde, döl yatağına yaklaşmak... Bir de, öyle olmayıp da, Lût kavminin Allah'ın yasak kıldığı, haram kıldığı şekilde yaptığı var. Öyle anlaşılmaması konusunda Peygamber SAS Efendimiz'in hadis-i şerifleri var. "Bir kadına hayızlı iken veya arka mekânına, dübürüne yaklaşmayın!" diye hadis-i şerifler var. Bunun küfür olduğuna dair, çok büyük bir günah olduğuna dair hadis-i şerifler var ve böyle yapanın mel'un olduğuna, Allah'ın lânetine uğrayacağına dair hadis-i şerifler var. Teferruatı çok. Pek çok hadis-i şerif rivayet etmiş İbn-i Kesir. Çünkü büyük hadis alimi, hadis-i şerifleri de dirayetle tenkid ediyor, irdeliyor, doğrusunu, sağlamını açıklayıp beyan ediyor.

Şimdi tabii evlilikten murad neslin devam etmesidir, hayırlı evlada sahip olmaktır; zayiat değildir, eğlence ve keyif değildir. Tabii, o da kısmen oluyor ama, nefsânî şeyden ziyade doğal bir sebep var, mecburiyet var. Ona riayet etmek, takvâya ugun bir tarzda hareket etmek tavsiye ediliyor. Allah'ın emrettiği yerden, Allah'ın emrine uygun olarak yapılacak. Emrine aykırı şekilde değil, günah olan şekilde değil...

Cinsel zevkinizi gayr-i meşrû şekilde sağlamağa kalkışmayın! (Ve kaddimû lienfüsiküm) "Kendiniz için ileride işinize yarayacak hayırlı şeyler yapın, ihtiyatlı davranın! İstikbalinizde sizin başınızı derde sokacak günahlı işlere bulaşmayın, sevaplı işleri yapın! Allah'ın emri üzere, o çizgide durun, emrine uygun hareket edin! (Vettekullàh) Allah'ın emrine isyan etmekten sakının, kanrına gazabına uğramaktan korunun!"

(Va'lemû enneküm mülâkùh) Bu çok mühim bir şey, keşke hepimiz duvarlara assak: "Biliniz ki ey insanlar Allah'a mülâkî olacaksınız, huzuruna çıkacaksınız, karşı karşıya geleceksiniz, Allah'a kavuşacaksınız."

Cenâb-ı Hakk'ın huzuruna çıkan insanın, iki durumda çıkması bahis konusu: Ya àsî, mücrim, suçlu, günahkâr, yüzü kara, kalbi kara, kâfir, müşrik, münâfık şekilde çıkıp Allah'ın gazabına uğramak var... Ya da Allah'ın sevdiği, razı olduğu, Allah'a güzel ibadet etmiş, Allah'ın rızasını, sevgisini kazanmış, sevdiği bir kul olarak onun huzuruna varmak var. Bunu düşünmek lâzım!

Bir gün onun huzuruna varacak insan, yaptığı işe dikkat etmeli! Emirlerini tutmalı, yasaklardan kaçınmalı!..

(Enneküm mülâkùh) Allah aşıkları için çok büyük bir müjde... "Ne mutlu ki, böyle hasret devam etmeyecek, Cenâb-ı Hakk'a kavuşacağız." diye sevinmesi lâzım mü'minlerin, Allah'a inananların. Onun için buyruluyor ki: (Ve beşşiril-mü'minîn.) "Ve böylece mü'minleri müjdele!"

"Cenâb-ı Hakk'a kavuşacaksınız ey mü'minler!" buyruluyor ki, bir kere kavuşmak büyük bir nimet, devlet ve şeref. Hasret bitecek, Cenâb-ı Hakk'a kavuşacak.

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî Efendimiz Hazretleri (KS), şeb-i arus, yâni düğün gecesi demiş ya vefatı gecesine... Dostun dosta kavuşma gecesi oluyor. Mâtem gecesi değil, düğün gecesi diyor. Güle oynaya, sevine sevine ahirete gidiyor.

Bir de, "Benim tabutum göründüğü zaman, 'Vah vah, yazık yazık, ayrılık...' demeyin! Ben ayrılmağa değil kavuşmağa gidiyorum. Yazık denilecek bir şey yok, sevinilecek bir durum var. Asıl günahta kalan yazık etmiştir." diye şiiri var, biliyorsunuz. Hocamız (Rh.A)'in vefatı gününe denk gelişi de bir ilginç olaydır.

Allah'tan korkmayı tavsiye ediyor. (Vettekullàh, va'lemû enneküm mülâkùh) "Allah'tan korkun ve bilin ki Allah'a kavuşacaksınız, huzuruna varacaksınız." Bir korkun, sakının haramlardan, günahlardan... Bir de Allah'ın emrine uygun hareket edenlerin mükâfâtını alacağı zaman o zaman. İyileri Allah-u Teàlâ Hazretleri taltif edecek, mükâfâtlandıracak ve cennetine sokacak, ebedî saadete erdirecek. (Ve beşşiril-mü'minîn) "İşte mü'minleri de ey Rasûlüm müjdele!" buyuruyor.

Tabii, bu anlatılması zor bir ayet-i kerime. Çünkü ben şahsen bu gibi konuları konuşmayı, söylemeyi, dinlemeyi, küçükten beri çok sıkılırım, utanırım, uygun görmem ama; Kur'an-ı Kerim ve hadis-i şeriflerde Peygamber Efendimiz'in davranışlarına bakıyoruz, böyle dînî bir konunun iyi anlaşılması için, açık davranıyor. Kur'an-ı Kerim de açıkça beyan ediyor.

Meselâ, kadının birisi Peygamber SAS Efendimiz'in hanımı Ümmü Seleme Vâlidemizin yanına gelmiş:

"--Eşim bana şöyle bir şekilde yaklaşmak istiyor. Ben de bunu rasûlüllah'a sormak istiyorum." demiş.

O da:

"--Buyur otur, Peygamber Efendimiz gelince sorarız." demiş.

Peygamber Efendimiz gelince, kadıncağız utancından dışarıya çıkmış. Peygamber Efendimiz'in zevcesi Ümmü Seleme RA, Peygamber Efendimiz'e:

"--Bir kadın geldi, kocası kendisine arkadan yaklaşıyormuş. O da uygun görmüyormuş. Bu uygun mu, değil mi diye sormak istiyor." dedi.

Peygamber Efendimiz:

"--O kadıncağızı geri çağır!" diyor.

Çağırdıktan sonra da tebliğ ediyor:

"--Çocuk doğacak yerden olmak şartıyla meşrudur. Onun dışındaki haramdır, doğru değildir." diye beyan ediyor.

Yâni, söylemek gerekiyor.

Sahabe-i kiramdan bazıları Hazret-i Aişe Vâlidemiz'e, bazıları da daha başka, bu konuyu bilen alim hatun kişilere gittikleri zaman;

"--Biz sana bir soru sormak istiyoruz ama, bir taraftan da soracağımız konudan utanıyoruz." diye, utanarak soruyorlardı.

Söyleyin deyince de, onlar da cevabı veriyorlardı. "Allah'ın hükmü böyledir, mesele budur." diye beyan ediyorlardı. Onun için, biz de birkaç hakikati beyan etmiş olduk.

Bir kere bilmeyenler bilsin ki, dinimize göre, adet gören insanların durumları var. Meselâ, camiye giremezler. Belki bunu bilmiyordu bazı kimseler. Kur'an'a el süremezler, okuyamazlar. Belki bunu bilmiyorlardı.

Hacca gitseler Kâbe'yi tavaf edemezler. Adetli iken oruç tutamazlar. Bunları bilecek... Sonra yıkanması gerektiğini bilecek. Adet bittiği zaman gusül abdesti alacak. Bu da önemli bir şey... Çünkü gusül abdesti olmayınca, ondan sonraki temizlik günlerindeki namazları da olmaz.

Evli kimsenin, bu zaman içinde kocasıyla ilişkisi olmayacağını öğrenmesi de önemli bir şey. İki taraf için de önemli. Koca da kendisini tutacak; hanım da böyle bir dirimim var diye kocasına söyleyecek. Böylece sıhhî bakımdan, tıbbî bakımdan çok uygun olan bir şeyi yapmış olacaklar. Hastalıklardan da korunmuş olacaklar.

Bunun dışında, hanımla bey arasında evlilik ilişkilerinin İslâm'da serbest olduğu açıkca beyan ediliyor. İslâm bu hususta çok mâkul bir tarzda yaklaşıyor, anlamsız yasaklamaları reddediyor. "Hayır, öyle değil! Karı koca çocuk olan yere olmak şartıyla, istedikleri şekilde birbirleriyle yakınlaşabilirler. Bunun ön dönük, arka dönük, veya yan yatık şekilde olması, şu veya bu şekilde olması yasak değildir. Bundan dolayı üzülmeye veya çekinmeye de lüzum yok, doğaldır. Yeter ki, çocuk doğacak tarzda olsun, çocuk doğma yerinden başka bir şekilde olmasın." diye bu da belirtilmiş oluyor. Bu da önemli...

Bu dünyada kötü adetler çok yaygın. Özellikle ta eski yunanlılardan başlamış, Lût kavminden başlamış. Biliyorsunuz Sokrates vs. zamanında, eski Yunanistan'da onların hayatlarını okuduğu zaman, insanın tüyleri diken diken oluyor. Homoseksüellik, lezbiyenlik, daha başka erkeğin erkekle iktifâ etmesi, kadının kadınla iktifâ etmesi, eğlenmesi, birleşmesi, veyahut erkeğin kadınla arkadan bileşmesi gibi çeşitli çirkin cinsel sapıklıklar olagelmiş. Bunların doğru olmadığını da ayeti okuyarak öğreniyoruz.

Bunları bilmeden yapanlar varsa, onların da haram yaptıklarını anlayıp tevbe etmeleri istenmiş oluyor. Tevbe edenleri, hatasını anlayıp dönenleri Allah'ın sevdiği beyan ediliyor. (İnnallàhe yühibbüt-tevvâbîne ve yühibbül-mütetahhirîn.) "Allah tevbe edenleri ve maddeten, mânen, bedenen her yönden tertemiz olanları sever."

Böyle tertemizliği öğreten, aklı, mantığı, ilmi, irfanı, tam bilim adamlarının hayran kalacağı şekilde olan bir dine sahib olmamız ne büyük mutluluk!.. Elhamdü lillâh alâ ni'metil-islâm...

Bizim bakanlık yapan bir dostumuz, Amerika'da Houstın eyaletinde bir toplantıda konuşurken, yemek getirmişler. Bizim kardeşimiz, dostumuz, o yemekten yemek istememiş. Yanındaki Amerikalı demiş ki:

"--Bu domuz eti değil, sığır eti; yiyebilirsin!.."

Şimdi milletvekili olan dostumuz de diyor ki:

"--Biz de sadece domuz eti yasak değildir. Usûlüne uygun şekilde kesilmemiş haycvanın eti de yasaktır. Kesilecek, kanı akıtılacak."

Onun üzerine, Amerikalı çok heyecanlanmış, hayretler içinde kalmış:

"--Ooo, fevkalâde, fevkalâde... Bu çağda da şimdi anlaşılıyor ki, hayvanın kanı akıtılmadan öldürülürse, kanı damarlarında kalırsa, o kan çok çabuk bozuluyor. Kan çok çabuk bozulduğu için, et de çok çabuk bozuluyor. O bakımdan kanın akıtılması çok iyi oluyor, bu da çok güzel!" demiş.

İslâm'da, sığır eti de olsa, kafasına bir topuz vurulduğu zaman, kanı akmadığı zaman, o et haram oluyor.

Boğuldu, boynuna bir şey takıldı, koyun öldü... Haram oluyor. Neden?.. Kesilmedi. Kan akıtılmadığı zaman sağlığa uygun olmadığından, İslâm onu yasaklamış oluyor. Tam böyle, herkesin hayran kalacağı bir şey...

İslâm'ın bütün hükümleri böyle... Düşünün ki 14 asır önceden, diş temizliğine ne kadar önem vermiş. Sünnete önem vermiş ki, idrar yolları temiz kalsın, hastalıkları engellensin diye. Tırnakların kesilmesine, koltuk altlarının temizlenmesine önem vermiş. Traşa, güzel koku sürünmeğe önem vermiş. Temiz giyinmeğe, temiz yerde durmağa önem vermiş.

Yeri geldikçe vaazlarımda hatırlatıyorum, söylüyorum: Elhamdü lillâh ne kadar güzel inancımız, dinimiz var!.. Sapasağlam, Allah'ın Rasûlünün öğrettiği şekilde... Kur'an-ı Kerim ayetleri hiç bozulmamış şekilde bize kadar gelmiş. Elhamdü lillâh, böylece okuyoruz.

Allah bize dinimizin kıymetini bilip, güzelce yaşamayı nasib eylesin... Bu dinimizi çoluk çocuğumuza öğrettiğimiz gibi, başka milletlere de tatlı tatlı anlatıp öğretmeyi Allah cümlemize nasîb eylesin...

O da bir vazife hepimize... Müslüman olmak bir önemli iş olduğu kadar, İslâm'ı başkalarına anlatıp yaymak da bir vazife... Çünkü başkaları bâtıl dinlerini yaymak için ne çalışmalar yapıyorlar... Öküze tapanlar, haça puta tapanlar ne çalışmalar yapıyorlar, ne milyarlarca dolar harcıyorlar, yanlış şeyleri insanlara öğretmek için...

Biz doğru bilenler, güzeli bilenler, temizi bilenler durursak, Allah hesabını sorar. "Sen dininin güzelliğini, temizliğini niye anlatmadın; bilimselliğini niye ifade etmedin, niye bilmedin, niye çalışmadın?.." diye sorar.

Allah hem iyi müslüman olmamızı nasîb etsin, hem de başkalarını müslüman olması için var gücümüzle, malımızla, canımızla, ilmimizle, irfanımızla, her türlü imkân ve müktesebâtımızla en güzel tarzda çalışmaları cümlemize nasib eylesin...

Aziz ve sevgili izleyiciler ve dinleyiciler, esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühû!..

30. 01. 2001 - AVUSTRALYA

Beni Affet2. Sezon 223. Bölüm

Kayseri'den Ankara’ya göç eden Osman Kozan, hayatı boyunca çalışmış, üç çocuk sahibi, başarılı ve zengin bir iş adamıdır. İş hayatındaki başarısını, aile hayatında gösteremeyen Osman Kozan, eşi ve çocukları için mutsuzluğun en büyük nedeni olur.Ailenin suskun ve içine kapanık kızı Yıldız, babasının iş ortağının oğlu Ferman ile evlendirilir. Eşi, her ne kadar saygılı bir adam olsa da, kayınvalidesi Sultan, Yıldız’ı oğluna hala bir çocuk veremediği için suçlar ve gelini olarak kabul etmez. Sultan için çocuk doğurmak bir kadının başlıca görevidir. Oğluna başka bir gelin arayışı içine giren Sultan’ı engellemek için elinden hiçbir şey gelmeyen Yıldız’ın günleri zindana döner.Üniversiteden sonra aile şirketinde işe başlayan Cüneyt, ailenin uysal ve iyi niyetli oğludur. Babasının sözünden bir an olsun çıkmayan Cüneyt, yaşadığı kötü bir ilişki sonrası kadınlara olan güvenini tamamen yitirmiştir. Evlerine gelen, annesinin uzaktan akrabası Feride’de aradığı masumiyeti ve aşkı bulan Cüneyt, babasına karşı aşkını savunmak zorunda kalır. Osman Kozan’ın Cüneyt’e eş olarak düşündüğü Eylül hırslı bir kadındır ve yıllar önce Osman’ın öldürttüğü ustabaşının kızıdır. İntikam yeminiyle geri dönen Eylül, ailenin üzerine kara bir bulut gibi çöker. Eylemlerine Feride’ye iftira atarak Cüneyt’ten ayırmakla başlayan Eylül, Feride’nin yıllar önce kaybettiği kız kardeşi olduğunu öğrenince yaptıklarından büyük pişmanlık duyar.Avrupa’da öğrenimini tamamlayan Mehmet Kemal ise ailenin başına buyruk oğludur. Osman Kozan, Mehmet Kemal’in Ankara’nın en zengin ailelerinden birinin kızı olan Handan ile evlenmesini istemektedir. Fakat yoksul bir ailenin kızı olan Bahar’a gönlünü kaptıran Mehmet Kemal için Handan, sadece bir çocukluk arkadaşıdır. Osman Kozan’ın onayını alamayan bu aşk için ikili zorlu yollardan geçecektir.Aileye düşman bir başka kişi Osman’ın kuzeni Tunç’tur. Osman Kozan’a karşı menfaatleri doğrultusunda birleşen bu iki düşmanı, Kozan Ailesi’ni yok etmeye kararlıdır.

Ulviye Karaca, Mert Altınışık, Nusret Şenay, Gaye Turgut, Murat Danacı, Şeyma Korkmaz,

nest...

çamaşır makinesi ses çıkarması topuz modelleri kapalı huawei hoparlör cızırtı hususi otomobil fiat doblo kurbağalıdere parkı ecele sitem melih gokcek jelibon 9 sınıf 2 dönem 2 yazılı almanca 150 rakı fiyatı 2020 parkour 2d en iyi uçlu kalem markası hangisi doğduğun gün ayın görüntüsü hey ram vasundhara das istanbul anadolu 20 icra dairesi iletişim silifke anamur otobüs grinin 50 tonu türkçe altyazılı bir peri masalı 6. bölüm izle sarayönü imsakiye hamile birinin ruyada bebek emzirdigini gormek eşkiya dünyaya hükümdar olmaz 29 bölüm atv emirgan sahili bordo bereli vs sat akbulut inşaat pendik satılık daire atlas park avm mağazalar bursa erenler hava durumu galleria avm kuaför bandırma edirne arası kaç km prof dr ali akyüz kimdir venom zehirli öfke türkçe dublaj izle 2018 indir a101 cafex kahve beyazlatıcı rize 3 asliye hukuk mahkemesi münazara hakkında bilgi 120 milyon doz diyanet mahrem açıklaması honda cr v modifiye aksesuarları ören örtur evleri iyi akşamlar elle abiye ayakkabı ekmek paparası nasıl yapılır tekirdağ çerkezköy 3 zırhlı tugay dört elle sarılmak anlamı sarayhan çiftehan otel bolu ocakbaşı iletişim kumaş ne ile yapışır başak kar maydonoz destesiyem mp3 indir eklips 3 in 1 fırça seti prof cüneyt özek istanbul kütahya yol güzergahı aski memnu soundtrack selçuk psikoloji taban puanları senfonilerle ilahiler adana mut otobüs gülben ergen hürrem rüyada sakız görmek diyanet pupui petek dinçöz mat ruj tenvin harfleri istanbul kocaeli haritası kolay starbucks kurabiyesi 10 sınıf polinom test pdf arçelik tezgah üstü su arıtma cihazı fiyatları şafi mezhebi cuma namazı nasıl kılınır ruhsal bozukluk için dua pvc iç kapı fiyatları işcep kartsız para çekme vga scart çevirici duyarsızlık sözleri samsung whatsapp konuşarak yazma palio şanzıman arızası