SE Ç M E E SER LE R İ - m
H A S-B A Ğ Ç E D E ‘A YŞ U T A R A B
N E D İM L E R ŞÂ İR L E R M LTTR tBLER
© TÜRKİYE İŞ BANKASI KÜLTÜR YAYINLARI, 2 0 1 0
Sertifika N o: 2 9 6 1 9
EDİTÖR
E M R E Y A LÇIN
GÖKSEL YÖNETMEN
B İR O L BA YRA M
RESİM ARAŞTIRMASI VE KAPAK TASARIMI
ERSU PEKİN
FOTOĞRAFLAR
H A D İY E C A N G Ö K Ç E
DÜZELTMENLER
ESEN G Ü R AY, N ECATİ B ALBAY
DİZİNİ HAZIRLAYAN
N ECATİ BALBAY
GRAFİK TASARIM UYGULAMA
T Ü R K İY E İŞ BAN KASI KÜLTÜR YAYIN LARI
I. BASKI: OCAK 2 0 1 1 , İSTANBUL (SERT, CİLTLİ)
I . BASKI: MART 2 0 1 $ , İSTANBUL (KARTON KAPAK)
ISBN 9 7 8 -6 0 5 -3 3 2 -4 1 7 -1
BASKI
G O L D E N M EDYA MATBAACILIK VE T İC A R E T A.Ş.
IOO. YIL MH. MAS-SİT I . CAD. NO: 88
BAĞCILAR İSTANBUL ( ) OO 24
Sertifika N o:
T Ü R K İY E İŞ BANKASI KÜ LTÜ R YAYIN LA RI
İ S T İ K L A L C A D D E S İ , M E Ş E L İ K S O K A K N O : 2/4 B E Y O Ğ L U 3 4 4 3 3 İS T A N B U L
Tel. ( 0 2 1 2 ) 2 5 2 39 91
Fax. (0 ) 2 5 2 39 95
w w funduszeue.info
Halil İnalcık
Has-bağçede ‘Ayş u Tarab
nedimler şâirler mutrîbler
İÇİNDEKİLER
Kısaltmalar IX
Önsöz
1. Klasik Edebiyatın Menşei: İranî Gelenek
İranı Gelenek 3
Kadîm İran Geleneği: Şâhnâme, Kâbûsnâme ve Siyâsetnâme 11
I. Şah nâm e (?) 12
II. Kâbûsnâme () 14
HI. Siyâsetnâme_____________________________ 1
İran Klasik Şâirleri ve Meclis-i İşret 23
Hayyâm
Sa‘dî 25
Hâfiz (1 3 15P?) 28
Nizâmı () 34
Abdülkâdir Marâgl’de “Mecâlis” 36
İran’da Safavîler Dönemi 39
Şâh İsmail 39
Şâh İsmail ve Tahmasb Döneminde İşret . . 41
Azerî-Türkmen Sanatçılar Osmanlı Sarayında. 43
Osmanlı Sarayında AzerbaycanlI Musikişinaslar 47
Abdiilaziz Marâgî 48
Abdiilaziz Oğlu Mahmud 51
Nûreddîn Abdurrahman.. 51
Fetullâh Şirvânî 54
Haşan Can Çelebi 59
Turak Bey - 60
2. Selçuklu Dönemi
Anadolu Selçuklularında İran! Kültür Geleneği 65
Toylar, Sultânı Düğün ve Şenlikler 73
Selçuklu Döneminde Türkçe Edebiyat 79
3. Beylikler Dönemi: Germiyanlı Şâirler
Moğol İstilâsı, Uc Türkmen Beyliklerinin Kuruluşu
Türkmen Beylikleri ve Türkçe Klasik Edebiyatın Başlangıcı 87
Germiyan Beyliği ve Kültürü 93
Zenginlik Kaynağı Bir Maden: Şap 94
Germiyanlı Musâhib Şâirler ve Türkçe Klasik Şiir 97
I. Şeyhoğlu Mustafa 99
II. Şeyhî
III. Ahmed-i Dâ‘î
IV. Ahmedî
İskendemâme
Ahmedî’nin Bilinmeyen İkiMensûr (Düzyazı)
Tarih Metni: Gazavâtnâme (?) () ve
Ahvâl (Menâkitmâme)-/Sultân Mehemnted
()
Ahmedî’nin Yakım Şâir ‘Abdülvâsi* Çelebi ve
Haltlnâme'si
‘Abdülvâsi‘in Hâmisi Bayezid Paşa’ya Medhiyesi
(Güldaş, ):
Tarihçi Bir Musâhib: Şükrullâh Çelebi (P)
Behcetü’t-Tevârîh
Germiyanlı Şâirlerin Üslûbunu İzleyenler: Türkî-i Basît Şâirleri.
4. Osmanlı Dönemi: Timurlular ve Osmanlılar
Yıldırım Bayezid, Timur ve Bir Arap Musâhib:
İbn ‘Arabşâh
Timur Semerkand’de: Toy ve İşret
Clavijo’nun Semerkand’de Düğün ve Toy Tasvirleri
Ulug Bey: Yasa ve Şeriatçılar
Hüseyin Baykara Dönemi (): Câmî ve Nevâyî
Nevâyî (Nevâ’î) ve Sâkînâme'si
Türkçe Oğuznâme ve Oğuzculuk
I. Düstûrnâme'de Soykütüğü (Yazılışı /, s. )
II. Şükrullâh, Behcetü't-Tevârîb'e Göre ()
Osman’ın Soykütüğü
III. Bayatlı Haşan, Câm i Ccm-Âyîn'e () Göre
IV. Karaman! Mehmed Paşa’ya () Göre
V. ‘Âşıkpaşazâde’nin Birinci Bâbında
(II. Bayezid Dönemi) Soykütüğü
VI. Neşri ( Bayezid Dönemi) Soykütüğü
VU. Reşîdeddîn: Oğuznâme'de (’ler) Soykütüğü
VHI. Timur’un Tarihçisi Şerefeddîn Yezdî’de ()
Oğuz Şeceresi
Şecereler Üzerine Özet _ .
Rum-ili’nde Osmanlı Gaza Destanı:Saltuknâme
İdris-i Bitlîsî: İşret Hakkında Kanûn-i Şehinşâhî
5. Osmanlı Şâirlerinde İşret Meclisi
Revam (P) ve ‘İşrelnâme’si
Revanı 7 şretnâmesf ndc Mevsimler ..
Esnaftan Bir Şâir: Zatî () ve Hâmîleri
ZâtTnin Şiiri
Mustafa ‘Âlî (): Mevâ'idü'n-Nefâ’is ve
Kavâ'idü ’l-Meeâlis
‘Âlî’de Meclis-i ‘İşret Âdabı
Ziyafet, Şarap
Sâkîler
Kaçınılacak Davranışlar
Keyif Veren Maddeler
Çalgılar
Gılmân, Hizmetkârlar
Sürek Avları
Meyhaneler
Kahvehâneler
Patronaj: Bağış Yapma Hakkında
6. Osmanlı Sarayında İşret Meclisi
Batı-Anadolu Beyliklerinde İşret
Saray İşret Meclisleri, Sâkınâmeler
İşret Meclislerinin Mekânları
İşret Meclisi Geleneğine Tepki
Şarap Yasağı, Hükümdarın Emriyle Kitle Halinde “Tövbe”:
Sultân Baburşâh
7. Lâle Devri
Lâle Devri () ve Nedîm
Lâle Devri’ni, Ahmed Refik’in Lâle Devrf nden İzleyelim
Patrona Halil Ayaklanması, Lâle Devri’nin S o n u
“Zorbalar” İdaresi _
XIX. Yüzyılda İşret Meclisi.
8. Klasik Edebiyatta Patronaj ve Fuzulî
Patrimonyal Devlet ve Sanat
Şâir Sultânlar__
II. Murad: Şâir ve Şâirlerin Hâmîsi
Fâtih Sultân Mehemmed (Avnt) Dîvânı’nda
Meyhâne ve Mugbeçe __
Osmanlı Saray Kültürünün Gelişmesi ve
Osmanlı Dîvân Şu‘arâsı
Kasîde Sunma ve İşret Meclisleri, Nedimler
Patron ve Klasik Şiirde Sanat Anlayışı.
Şu‘arâ Tezkirelerinde Şâir ve Patron
Sehî
Ladfî
‘Âşık Çelebi
Kınalı-zâde Haşan Çelebi
Fuzulî ve Patronaj
FuzûlFnin Şikâyetnâme’si
Fuzulî ve Sultân Süleyman
Fuzulî ve Şehzâde Bayezid
Fuzulî ve Musul Sancak Beyi Ahmed _
Fuzulî Hakkında Tezkireciler
Fuzulî ve Münşîlik
İn‘âm Defterine Göre Şâirler ve Aldıkları Bağışlar
Sultandan İn‘âm Alan Şâirler..
Hangi Vesilelerle Kimlere İn’âm ve Sadaka Verilirdi? .
‘îdâne: Bayramlık
Notlar _
Kaynakça____
Dizin
KISALTMALAR
AKM Atatürk Kültür Merkezi, Ankara
Armağan Prof. Hakkı Dursun Yıldız’a Armağan
BSOAS Bulletin of the School of Oriental and African Studies,
Londra
BYZ Byzantinische Zeitschrift
CLP Cambridge University Press
DB îst.A. Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi
DVIA Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi
HME Historians of the Middle East, yay. B. Lewis ve P.M.
Holt, Londra
IJMES International Journal of Middle-East Studies
1ÜEF İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
tÜtFM İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Mecmuası
JESHO Journal of the Economic and Social History of the Orient
JTS Journal of Turkish Studies, Harvard University
MEB Milli Eğitim Bakanlığı
MEtA Milli Eğitim İslâm Ansiklopedisi
MTM Milli TetebbuMar Mecmuası
OUP Oxford University Press
PLP Princeton University Press
TCKB Türkiye Cumhuriyeti Kültür Bakanlığı
TD Türkoloji Dergisi
TDAY Türk Dili ve Araştırmaları Yıllığı, Belleten
TDED Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi
TDK Türk Dil Kurumu
TKS Topkapı Sarayı
TM Türkiyat Mecmuası
TMA Y. Öztuna, Türk Musikîsi Ansiklopedisi
TOEM Tarih-i Osmanî Encümeni Mecmuası
TTK Türk Tarih Kurumu
TTK Belleten Türk Tarih Kurumu, Belleten
VD Vakıflar Dergisi
WZKM Wiener Zeitschrift für die Kunde des Morgenlandes
ZDMG Zeiischrift des Deutschen Morgenlândischen Gesellschaft
7v
Önsöz
Osmanlı medeniyeti ve yaşam tarzı söz konusu olduğunda iki
ayrı kültürden, halk kültürü yanında bir saray kültüründen söz
etmek yerindedir. Saray’ın temsil ettiği ayrıcalıklı seçkinler sınıfı
nın, o zamanki deyimiyle zariflerin -yani zurefânın- yaşam tarzı
ve kültürleriyle sıradan halkın, re‘âyanın kültürü veya kültür çe
şitleri arasındaki derin farkı tarihçi göz önünde tutmak zorunda
dır. Zariflerin kültürü, köken bakımından, Islâm öncesi yüksek
bir saray kültürünün devamı olarak görünür. Bu kültür modeli,
kadim Mezopotamya, kisrâlar İranı, Helenistik dönemi ve Islâm
döneminde Emevi ve Abbasî saray kültüründe devamlılık gösterir.
(Eski Mezopotamya sarayı ile Abbasî ve Osmanlı sarayı kurulu
şunda Enderûn-Bîrûn ayrılığı, zariflere hâs bir dil ve edebiyat, hü
kümdarın çeşitli değerli bağışları, tirâz-hil‘at, hep bu saray kültü
rünün devamlılığına tanıktır.)
Kuşkusuz, yüksek saray kültürü zurefâ kültürüyle halk kültürü
arasında karşılıklı etki, alışveriş daima var olmuştur. Bu karşılık
lı kültürleşmede (acculturation) daha ziyade halkın saray kültür
öğelerini taklîdi ve halk kültür öğelerinin sarayda icrâsı daima söz
konusudur.
Saraydaki kul-câriye kullanımı ve işret meclisine ayrıcalık
lı halk arasında daima rastlanır, buna karşı halk musikisi, halk
oyunları, Karagöz, ortaoyunu da saray eğlenceleri arasında daima
icra olunagelmiştir. Bununla beraber teşrifatta, etiket-muâşeret
âdabında, yüksek sanatlarda, edebiyatta, divan inşâ üslubunda,
giyim kuşamda saray kültürü ayrıcalığını daima korumuştur.
Bu biçimde egemen yüksek kültür, kâdir-i mutlak patrimonyal
pâdişâh egemenliğinin bir sembol ve ifadesidir. Patrimonyal kül
tür, saray dışında hayatın her yönünde kendini gösterir. Meselâ
yüksek Osmanlı mimarî eserleri, saraydaki Mimârân-i Hâssa’nın
eserleridir. Her büyük şehirde onarım işleri bir devlet mimarınca
gerçekleşir.
Divan Edebiyatı sarayın beğenisini çeken, sarayın himayesinde,
padişahtan câize alan şâirlerin yarattığı bir edebiyattır. II. Mu-
rad’dan beri saraya mensup şâirlere bin akçe aylık bağlanmıştı.
Divanda kullanılan klasik inşâ dili, yazı hat nevileri, saraya bağlı
bürolarda şagird-halife-ustâd usulüyle öğrenilirdi.
özetle, Saray’da nakış, cilt, hil‘at, halı, kılıç yapımı gibi çeşitli
sanat kollarını temsil eden hirfetler, bu sanatlarda saray üslûbu
nu temsil ederdi. Bu arada, Osmanlı saray mutfağı zamanla genel
Türk mutfağını hazırlamıştır.
Bir kelime ile, tüm güzel sanatlarda zarif, klasik üslûp saray üs
lûbu idi. Sultan tüm bu sanatlarda yaratılan orijinal eserleri, in‘âm,
câize ya da bahşişleriyle ödüllendirir, teşvik ederdi. Bir cümleyle,
saray patronajı Osmanlı kültürünün klasizmini yaratmıştır, de
mekte abartı yoktur.
Bu kitapta, yüksek saray kültürünü temsil edenlerin, sultan ve
nedimlerinin, zurefânm etik ve yaşam kurallarını tespite çalıştık.
Menşei itibariyle kadîm İran’a çıkan bu kuralları sistematik biçim
de yazıp aktaran, K âbûsnâm e tarzı eserleri, zurefânın felsefesini
yansıtan belli başlı şâirleri inceledik, tarihî geleneği izlemeye ça
lıştık. Zurefâ kültürünün sarayda dışarıya -h atta idareci sınıflara
kapalı bir mekânda- Fuzuli’nin diliyle “Rûm (Anadolu) Zürefa-
sı”nın Osmanlıca divan şiiri, estetik ve üslûp (style ) özelliği bakı
mından İran klasik şiir geleneğini izleyen ve zamanla bu üslûpta
kendi tarzını yaratan başlı başına zengin bir edebiyattır. Divân
sözcüğünden padişahın sarayı anlatılmak isteniyorsa, bu bir ba
kıma doğrudur. Osmanlı klasik şiiri, XV. yüzyılda Germiyanlı
musahip şairlerle başlamış, X V I. yüzyılda Bakî ile şahikasına eriş
miştir. Arapça ve Farsça klasik şiiri örnek alan, sultanın inam la
rıyla ödüllendirilen Osmanlı divan şairleri çoğunlukla iyi medrese
tahsili görmüş seçkin kişilerdi. Sultanlar ve şehzadeler kendileri,
hu tarzda şiir yazımayı, klasik saray kültürünü temsil etmenin bir
koşulu saymakta idiler.
Klasik Doğu musikisi alanında tanınmış uzman Dr. Süreyya
Agayeva kitaba değerli katkıda bulunmuştur, kendisine minnetta
rız. Bu zor metnin son şeklini almasında titiz yardımlarını gördü
ğüm Ayşegül Özerdem’e teşekkür bir vecîbedir. Kitabın, orijinal
metinlerden alınan zengin minyatürlerle, âdeta yeniden yazılmış-
çasına resimlenmesini, değerli sanat adamı dostum Ersu Pekin’e
borçluyum.
Eski İran’dan Osmanlı’ya kadar birçok kaynağın kullanılmış ol
duğu bu kitabın editörlük işini Emre Yalçın titizlikle yerine getir
miştir, kendisine teşekkür borçluyuz. Sözlerime son vermeden, İş
Bankası Kültür Yayınları Müdürü Sayın Ahmet Salçan ve mesai ar
kadaşlarına burada içten teşekkürlerimi ifade etmeyi ödev bilirim.
H alil İnalcık
Klasik Edebiyatın Menşei
İranî G elenek
Iranî G elen ek
XIII.-XIV. yüzyıllar Germiyanlı musâhib şâirlerin didaktik mes-
nevîlerini ve işret meclisi geleneğini anlamak için, gözlerimizi ilk
İslâm kültürleşme (acculturation) sürecine çevirmek gerekir. İslâm
hilâfeti içinde Arap egemenliğine karşı kadîm (İslâm öncesi) İran
geleneğini temsil eden güçlü bir hareket, Şu'ûbiyye ile ortaya çık
tı. IX. yüzyılda Abbasî hilâfetinin merkeziyetçi idaresi gevşeyin
ce, ilkin Doğu-İran’da (Horasan ve Maverâünnehir’de) ve Hazar
Denizi sahil bölgesinde kadîm İran geleneğini izleyen yerli hâne-
danlar, Sâmânîler () Buveyhîler (), Gaznevîler
() yükseldi. Sâmânî hânedanı kendisini, İslâm öncesi
İran şâhları, Sâsânîlere bağlıyordu;1 Gaznevîler bir Türk hânedanı
(kurucusu Sebük-Tekin) olmakla beraber, İranlı bürokratlar saye
sinde devlet idaresi ve kültür bakımlarından kadîm İran geleneğini
kuvvetle benimsedi. Devlet himayesinde İran kültürünü büyük bir
destanda, Şâhnâm e 'de canlandıran Firdevsî, eserini Gaznevî Sultâ
nı Mahmûd himayesinde yazdı. İlk kez eski İran hükümdarlarının
şehirtşâh unvanını kullanan Buveyhîler ise, kadîm İran gelenekleri
ni canlandırmakta en bilinçli hânedan oldu.
Bir Türk hânedanı tarafından kurulan Büyük Selçuklu İmpa
ratorluğu (1 0 4 0 -1 1 5 7 ), tüm kadîm İran topraklarını kapsıyordu
ve eski İran kültürünün canlandırılmasında belki hepsinden ileri
gitti. Türk hanedanları idaresinde kadîm İran kültürünün güçlü
biçimde canlanması olgusunu anlamak güç değildir: Zira Bagdad
halifelerine karşı yerli bürokrasi, daima İranlı küttâb elinde idi.
İranlı bürokratların devlet idaresinde başta olmaları, daha Abbasî
hilâfetinin kurulmasıyla birlikte ortaya çıkmış bulunuyordu: Vezir
ailesinden ilk Bermekîler başlangıçta Müslüman dalıi değillerdi;
onların zamanında bir İranlı sekreter Rûzbeh b. Dâdûya (İbn Mu
kaffa*) () Pehlevî dilinden çevirileriyle kadîm İran gelene
ğini sürdüren bir bürokrat idi.2 Abbasî döneminde İbn Mukaffa*,
İslâmî ilimler yanında, ondan bağırftsız eski İran-Hind geleneğini,
İslâm kültür çevresine soktu. Arap gelenekleri yazıya dökülünce,
özellikle Câhiz’in eserleriyle bu İranî gelenek, âdâb (edeb) genel
adı altında bağımsız bir edebiyata vücut verdi. Ch. Pellat’ya göre,3
hareket şu üç kategoriyi kapsar:
1. Ahlâkî-etik yazılar; 2. İdare başındakiler ve yüksek kültür
çevreleri için yazılan edebî-eğitsel eserler, bu arada şiir ve inşâ; 3.
Hükümdar, idareci sınıf ve aydınlar için devlet siyaseti üzerinde
nasîhatnâme tarzında eserler.
Câhiz’e göre ‘ı/m, tüm İslâmî ilimleri, âdâb (edeb) ise ah-
lâkî-eğitsel veya eskiye ait rivâyetleri (raw âyâ ) kapsar.4 Â dâb li
teratürü başlangıçta temelde, faziletli, yetenekli atalardan (Kadîm
İran’dan) gelen kültür ve davranış biçimlerini kapsıyordu. Bu
kurallar, kaynakları bakımından, Arap, İran, Hind ve hatta kla
sik Yunan’a kadar iner ve gerçek amacı; etik, kültür ve beceriler
alanında Müslümanları eğitmektir. Bu kültürleşmenin (accultura-
tion) ortak çizgileri: 1. Sade bir Arapça ile bu konuları içeren,
sonraları Türk şâirlerinin defalarca Türkçeye çevirdikleri Kelîle ve
Dimtıe'yi (Kalîla w a Dimna) tercüme etmek; 2. Etik veya eğitsel
amaçla, kadîm İran’dan aktarılan genel davranış ve faaliyet ku
rallarını bildirmek; 3. Bu kültürleşme akımında İslâm dinine ait
öğelerin yokluğu dikkate değer; bu akımın başındaki İranlı küt
tâb, açıkça hükümdar ve yüksek idareci sınıfı, etik ve davranış
bakımından İran kaynaklı geleneklere göre eğitme hedefini güt
mekte idi. Daha Emevîler döneminde bu edebî gelenek, hamriyye
(khamriyya) adıyla anılagelmiştir.5
Şarap ve tahammur etmiş, mayalı içkiler içme, Kur’ân’da bü
yük günahlar arasında haram sayılır. Şaraba bir madde katarak
tahrîm dışında sayanlar olmuştur. Bununla beraber eski âdete uya
rak Sahâbenin içki âlemleri yaptıkları rivâyetini Taberı nakleder
(“H amr”, ]A). Halifelerin saraylarında içki âlemleri yapılır ve şa
rap içilirdi (“K ham r”, £/, Wensinck, ). Sarayla ilişki halinde
Arap şiirinde aşk, musikî ve şiir geleneği, hicretin ilk yüzyılına ka
dar çıkar.6 En eski örnek olarak Arap-İran kültürünün bir temsilci
si şâir ‘Adi b. Zayd zikredilir. Bu vadide yazan ilk Axap şâirlerinin
şiirlerinde birçok Farsça kelime kullanılmış olması kayda değer. Bu
şiirlerde, İran aristokratik kültür geleneğinde belirtilen centilmen
lik kuralları (aristocratic culture, courtesy , g ood breeding , genero -
sity, discretion) önemle zikredilir.
Şaraptan söz eden şiir tarzı, hamriyye, bu şâirlerle ortaya çık
mıştır. Daha hicretin ilk yüzyılında şiirde bu tarz yerleşti. Hicâz’da,
içkiyle zevk u safâ âdeti (hedonism ) gelişti (XIV. yüzyıl Anado
lu’sunda işret meclislerinde Hicâz musikî ekolü anılır). Bu akımın
temsilcisi Hassan b. Sâbit, Hîra sarayının etkisi altında idi. Kültür
merkezi Kûfa, H îra ile yarışıyordu. Al-Ahtal’ın şarapla ilgili şiirleri
ünlüdür (musikîde Irak üslûbunun kökeni Kûfa’ya dayanır). Ri-
câlden M âlik’in, aşk, musikî ve şarabı terennüm eden şiirleri Kûfa
okulunu temsil eder. Hicret’in II. yüzyılında Kûfa’da, dinî tüm sos
yal kuralları hiçe sayan bir aşk ve şarap şâirler grubu ortaya çıktı.
Bu yüzyılda Emevîlerden Valîd b. Yazîd’in şiirlerinde aşk, musikî
ve şarap egemendi; bu akım, bu tarzın tanınmış şâiri Abû Nuvvâs’la
doruğa erişti. O yhamriyye akımını şiirde en zarîf bir üslûpla temsil
eder ve onunla hamriyye bir edebî tarz olarak yerleşir. Hamriyye,
bahçe-çiçek tasvirleri (rawdiyyât) ile zenginleşti. Hicrî III. yüzyılda
hamriyye şiirinde, İbn al-M u‘tazz sivrildi, onun üslûbuna zerâfet
damgasını vurdu. Daha sonra bir / etd ed ebiyatı ortaya çıktı. H.
IV. yüzyılda bir nedim şâir, Kuşâcim, çiçek, şarap kadehi ve mu
sikî âleti tasvirleriyle kendi hayat tarzından gelen bir üslûbu temsil
eder (Germiyanlı Ahmed-i Dâ‘î ile karş.). Sonraları Arab hamriyye
şiirinde, şarapla birlikte haşîş (beng) de övülen bir keyif maddesi
olarak anılmaya başlar. Sûfî şâirlerle, hedenostik tema yerine mis
tik sarhoşluk-vecd gelir. Şarap, artık Tanrı’nın bir tezâhürü, sar
hoşluk, maddî dünyayı unutma, “dünya kayıtlarından tecerrüd”
şeklinde tasvir edilir. Mistik yorumu, H. II. yüzyıla kadar geriye
götürebiliyoruz (Râbî‘a). Şarap, çiçekler ve sâkî ile aşk, İbrahim
İsrafil’de açıkça ifade edilir ki, burada doğrudan doğruya ‘işret
meclisleri çevresiyle temasa geliyoruz.
J.E. Bencheikh, Arap şiirinde hamriyye teması üzerinde durur
ken, bu akımı, Arap Bedevi geleneği ve Hicaz’da içki ve musikî
ye rağbet eden bir gruba bağlar; İran geleneği ve etkisi üzerinde
durmaz. İlk şâirlerde Farsça kelimelerin varlığı yanında, nedtmler
ile şarap, bahçe, çiçekler ve musikîden söz eden Arap şâirlerinin
saray işret meclisleriyle ilişkisine ait açık kanıtlar vardır. Emevî-
lerden Walid b. Yazîd bu vadide seçkinleşmiş bir şâir idi; herhalde
içki âlemleri meşhur olan Emevî sarayı ve işret meclisi üzerinde
durmak gerekir.
Hind-İran ve eski Yunan mirası etkisi altında, Arapça, Farsça
âdâb (edeb) literatürü çeşitli kollar halinde gelişti; bir kısmı, seç
kinler için etik davranış kurallarını tespite çalışırken (Kâbûsnâme ),
bir kısmı sırf şiir ve edebî zevk tarafına gitti (Nizâmî’nin aşk ro
manları). Bir kısmı da, ikisini birleştiren eserler yazdılar. Mu'alli-
mu'l-'akl ve âdâb diye anılan Câhiz, yabancı getirilerini bir Arap
hümanizmi kurmak üzere kullandı. Genelde Câhiz, Arap geleneği
ni İran geleneğine karşı öne çıkarma çabasıyla tanınır. Gerçekten
de, hangi kaynaktan olursa olsun, bu kadîm kültür mirasını, ilk
kez en kapsamlı biçimde İslâm kültürüne aktaran dâhî yazar Câ-
hiz’dir ().7 Pellat’ya göre Câhiz, yalnız İslâm öncesi Arap
dil ve edebiyat geleneğini değil, aynı zamanda Hind, İran ve Yu
nan geleneğini eserlerinde yoğuran ilk büyük İslâm “hümanist”i-
dir. IX. yüzyılda kadîm eski Yunan felsefe ve edebiyatından yapılan
çeviriler, özellikle de estetik ve rhetorik üzerinde eski Yunan teo
rileri, daha sonraki bir dönemde âdâb literatürünün daha geliş
miş bir aşamasını getirdi. Bu alanda, özellikle Xenophon’ın (İÖ
P?), Cyropaedia' sı en önemli kaynak sayılmaktadır/ İran
İmparatorluğu’nu tasvir eden bu eserde Xenophon, devlet idare
si ve kurumlan üzerinde tavsiyelerde bulunmaktadır. Câhiz, Bas
ra’dan sonra, Bagdad’da gelişen yüksek fikir hareketleriyle (özel
likle mu'tazila) tanıştı. Geniş fikirli Halîfe M a‘mûn’un patronajını
özellikle kaydetmeliyiz. Bu “hümanistik” edebî gelenek, özellikle
bürokratlar arasında sarayla ilişki içinde gelişecektir (İbn Kutay -
ba). Câhiz’in sarayda nedîm olarak faaliyeti kısadır. O, sonraki
yüzyıllarda gördüğümüz musâhibler gibi bir muallim, çeşitli konu
larda bir öğretici idi. Çoğu risalesi, hâmîlerince kendisine sorulan
sorulara cevaplarıdır. Câhiz, sonraları musâhiblerin hükümdarları
eğitmek için ele aldıkları devlet idaresi (nasîhatnâmclcr), edebiyat
ile şiir ve M ofâharatu*l-Cawârî wa'\-Gî\mân'faV\ gibi açık saçık
konular üzerinde risaleler yazdı. Câhiz’in ansiklopedik-didaktik
yöntemi, İran’da Sa‘dî, ‘Attâr, Nizamî; Anadolu’da Dehhânî, Şey-
hoğlu, Şeyhî, Ahmedî grubunun temsil ettiği edebi geleneğe kadar
izlenebilir.
Keykâvûs’un Kâbûsnâme's inden önce Vaşşâ‘ ’ın (öl. /)
aynı konuları (centilmene özgü giyim kuşam, yeme içme, protokol,
zerâfet kuralları) içeren risalesi ün kazandı. Şimdi bu vadide yazı
lan eserler, düzyazı olduğu gibi manzûm yazılıyordu. Bu dönemde
yine sırf edebiyata ait ansiklopedik eserler yazıldı (İbn Mu‘tazz’ın
Kitâbu’l-Adâb'ı , şâirlere sanâyi‘-i şi‘riyyeyi öğreten eserler, bu çeşit
ansiklopedik eserler arasındadır. Gerçek anlamda klasik şâir ol
mak için Fuzulî, sanâyi‘-i şi‘riyyeyi uzun uzadıya tetebbu ‘ ettiğini
vurgular).9 Ortaçağ İslâm dünyasında bu çeşit kitaplarla yetişen
yüksek kültür sahibi sınıfı, zurefâ* yı, başlıca şâirler, saray ve bü
rokrasiye mensup münşî küttâb temsil etmekte idi İbn Kutayba
(öl. /) Arap-İslâm âdâb\n\n son örnek kurucusudur. Ku-
tayba’dan sonraki yüzyıllar boyunca bu ansiklopedik edebiyat,
ilâvelerle büyüyecek, dallanıp budaklanacaktır. Yeni dönemde
patrimonyal hükümdarın ve saray yaşamının arzu ve gereklerine
uyarak, küttâb (bürokratlar ve nedîmler) bu gibi ansiklopedik bil
gileri, manzûm aşk romanlarında (en çarpıcı örneği Nizâmî’nin
Hamse'si) sunmayı yeğleyeceklerdir. Bu vadide yazılan eserlere
kozmografi, astronomi-astroloji, fal, tıp, zooloji gibi konular ek
lenmiş, sırf meslekî ansiklopediler yanında tümüyle eğlence hayatı
na ait kapsamlı eserler meydana getirilmiştir. Aynı zamanda kadîm
İran’da, Hind literatüründen erotoloji üzerine çevrilen eserler, İs
lâm edebiyatına geçmiştir (bâhnâmeler).
İslâmî âdâbm kaynağı, âyin (daha sonra farhang) terimiyle ifa
de edilen kadîm İran geleneğini, başlıca Firdevsî’nin Şâhnâme*sinde
(Şehnâme) tespit edilmiş buluyoruz. Âdâb (edeb), “düşünce, söz ve
davranışta zerâfet” diye tanımlanır. Buna erişmek için belli kural
ları öğrenmek ve yaşama uygulamak gerekir. Bu kuralların genel
ölçüsü de itidâldır, orta-yoldur. Centilmen (civâtımerd) etiki, Şâh-
rtâme’de, itidal, başkalarını incitecek sözlerden kaçınma, cömert
lik, bağış yapmak ve bağış yaptığında karşı tarafın duygularını in
citmeme gibi kuralları kapsar. Pehlevî patıd (andarz) literatürü ve
Şâhttâme, Kâbûsnâme, İskendernâm e gibi eserler, bu yolda eğitimi
amaçlar. Zarîf\ centilmen olmak isteyen seçkin kişi, bu kurallara
uymak zorundadır. İnsan; yaşamında, yemede içmede, cinsel iliş
kide itidalden ayrılmamalıdır (duygu ve içgüdülerine tutsak olma
malıdır). Bu yüksek vasıflar, hükümdarların ve ricalin benimsemesi
gerekli vasıflardır. Osmanlı şu‘arâ tezkirelerinde, Rûm (Anadolu)
zurefâ sı, bu kuralları benimsemiş, ince ruhlu, edeb kültürünü be
nimsemiş centilmen kişiler anlamında kullanılmıştır. Uzun zaman
içinde Kâbûsnâme, Germiyanlı musâhib şâirlerin eserleri ve Mus
tafa ‘Âlî’nin Kavâ'id' i, bu geleneği sürdüren ve kuralları öğreten
eserlerdir.
İslâm’da eskilerden Abu İshak (öl. /) âdâbı on kategori
ye ayırır: Şâhrânî dediği üç kategori, ut çalma, satranç oynama ve
silâh kullanmadan ibarettir. Anûşrevânî bilgileri -tıp, hendese ve
süvariliği- kapsar. Arap geleneği, şiir, şecere (soy-sop bilgisi) ve ta
rih bilgilerinden ibarettir. İslâm döneminde kadîm İranî hikâyeler
(aşk romanları) Arapçaya çevrilmiş, meclislerde, konyâgarî , yani
çalgı çalma, şarkı söyleme ve şiir okuma, zarîfliğin ayrılmaz bir
gösterisi olarak süre gelmiştir Bunlar, işret meclislerinde çalgıyla
okunan mesnevîlerde, manzum romanlarda dile getirilmiştir. IX.
yüzyıla ait bu tanımlama, XIV-XV. yüzyıllarda Şeyhoğlu Mustafa,
Ahmedî ve Ahmed-i Dâ‘î’nin edebî faaliyetlerinin, ne içerdiğini ve
ne maksatla yapıldığını, bir kelime ile hangi geleneğe bağlı olduk
larını açıklar.
İslâm-öncesi Sâsânî menşeden gelen12 üçlü gelenek, yani şarap,
m usikî ve şiir, işret meclisinin olmazsa olmaz bir gereği olarak
Kopuzî. Minaı tekniğinde çini kâse. Selçuklu, yüzyıl. Bursa,Türk ve İslam Eserleri Müzesi.
kabul edilmiş; Anadolu Selçukluları, Türk beylik ve saltanatların
da bu şekliyle sürüp gelmiştir. Ancak, bazm (bezm) edebiyatında,
sâkîttâme, ‘işretnâme ve yer yer işret meclisi sahnelerini tasvir eden
Iskendernâme, Cemşîd u Hurşîd gibi romanlarda konu, İslâmî
bir çerçeve içine alınmış, şâir en başta tevhîd, temcîd, tahmîd ve
münâcât ile na't-i nebev? yi asla ihmal etmemiş ve eseri tövbe ile bi
tirmiştir. X I. yüzyıldan itibaren İslâm dünyasında, Türk hânedan-
larının üstünlük kazandığı yeni dönemde, İranî gelenek ile İslâm
arasında bir “dengelenme” ve uzlaşmanın gerçekleştiği ve Şu'ûbiy-
ye dönemindeki çatışmanın geride kaldığı ileri sürülmüştür Türk
sultânlar, bir yandan vakıflarla medreseler inşâ ederek ulemâyı
kuvvetle destekledikleri gibi, öbür yandan sûfî zaviyelerine vakıf
lar yapıyor, fakat saraylarında hâs-bağçe işret meclislerinde musâ-
hibleriyle (nedimler) bozulmamış İranı geleneğini sürdürüyorlardı.
Kültürde bu ortak-yaşarlık (symbiosis), daha hilâfet döneminde
kesin biçimde yerleşmiş bulunuyordu
IX. ve XIII. yüzyıllar arasında İslâm dünyasında İranlı ve Türk
hânedanlar yükselince, âdâb (edeb) eserlerinin konusunda yeni
gelişmeler görüldü. Hükümdarlar ve zurefâ için saray işret mec
lisleri âdâbı üzerinde eserler yazılmaya başladı. Bu eserlerde ka
dîm İran geleneği gittikçe daha geniş bir yer alıyordu Germiyan
ve Osmanlı uc kültürünün geniş devlet ve toplum anlayışı, dîn ü
devlet deyiminde ifadesini bulmuştur. Dinî alanda medrese, sûfî
zaviyeleri bir yanda, küttâb (bürokrasi), içoğlanlan, nedimler ve
has-bağçe eğlenceleriyle saray-i hümâyûn bir yanda, bir şemsiye
altında “pâdişâh-i ‘âlempenâhın kapısı”nda birleşiyordu. Osmanlı
pâdişâhlarının, aynı zamanda el üstünde tuttukları ulemâdan ho
caları, Îranî geleneği temsil eden musâhib-nedîmleri ve sûfî şeyhleri
vardı. Yukarıda özetlediğimiz gözlemler, çok sonraları XVI. yüzyıl
Türk-Osmanlı toplumu için de doğrudur. Lâmi‘î L etâ’i f inde; zarif ’
kültürlü, kibar kişidir; âdâbı tüm genişliğiyle temsil eden büyük
bürokrat Mustafa ‘Âlî, eserlerinde zurefâyı , özel eğitimi ve seçkin
etik ve davranışlarıyla sıradan halktan ayırır, halka kültürsüz bir
yığın olarak yukarıdan bakar.
Zurefâ arasında Pehlevî, Grekçe ve Hintçeden çevrilen yüzlerce
hikâye-romanlar revaçta idi. X. yüzyılda Hamza İsfahânî bu çeşit
eserlerin çok rağbette olduğunu söyler; bunlardan 70 eser sayar.
Bunlar zamanla ortadan kalkmış, yahut ağızdan ağıza halk hikâ
yeleri şeklinde sürüp gelmiştir. Eski Türk edebiyatındaki misâlleri
(Süheyl ve Nevbahâr) ile bu tarz edebiyatın, İran’da Selçuklu hü
kümdarların saraylarında (Nizâmî), sonra XIV ve XV. yüzyıllarda
Anadolu’da sultân ve beylerin saraylarında musâhib şâirler tara
fından şöhrete ulaştığını görmekteyiz. Battalnâme, Dânişmendnâ-
me gibi özellikle gâzi beyler ve çevrelerine hitap eden hamâsî (epik)
destanlar yanında bu popüler aşk romanları, özellikle saray işret
meclislerindeki havaya uygun aşk ve işret sahneleri içerir.
Kadîm İran Geleneği: Şâhnâme,
Kâbûsnâme ve Siyâsetnâme
Gördük ki, İslâm dini ve medrese yanında kadîm İran, Hind ve
eski Yunan kültür gelenekleri, İslâm uygarlığında güçlü bir sürek
lilik göstermiştir. Bu gelenek, yüksek kültür çevrelerinde, özellikle
saray etrafındakiler arasında, ayrı yüksek bir kültür geleneği ola
rak benimsenmekte idi. Bu lâ-dînî (profane) kültür geleneği, âdâb
(edeb) terimiyle ifade edilmekte idi.
Bu ideal yaşam tarzı, özellikle Şehnâme kahramanlarında ve
Keykâvûs’un Kâbûsnâme' sinde parlak ifadesini bulmuştur. Şehnâ-
me’de asîl ve ölçülü davranış, âlicenaplık ve cömertlik; zerâfetin,
civânmerdliğin temel göstergesidir. Anadolu mesnevî edebiyatında,
İran şâirlerinden yapılan tercümelerde bu ideal centilmen tipi, şeh-
zâdeler ve beylere aşk romanlarında uygun kıssalarla anlatılmak
ta idi. Halkın âşık edebiyatı yanında, “yüksek zümre edebiyatı”
(Köprülü, Türk Edebiyatı Tarihi ), klasik yahut dîvân edebiyatı,
İran, Hindistan ve Türkiye’de hânedanların ve seçkinlerin saray
çevresinde gelişmiş bir edebiyattır.
Kâbûsnâm e yazarı Keykâvûs, insanları halk ve seçkinler diye
iki sınıfa ayırır. Bu ayrımcılık, Ahmedî’nin İskendernâme' sinde ve
Mustafa ‘Âlî’nin Mecâlis'inde de vurgulanır. Zurefânın edebiyatı,
İslâm öncesi Arap ve İran geleneği ve Yunan edebî teorileri (rheto-
rik , bedi‘ ve beyân)16 etkisiyle gerçekleşen “şiir sanatları” (sanâyi'-i
şi'riyye) kurallarına tâbidir. Firdevsî’nin Şâhnâme'si, Nizâmî’nin
Hamse'si, Selmân-i Sâvecî ve ‘Attâr’ın eserleri, Abbâsî hilâfet dö
neminden sonra aynı geleneğin, Iranlı ve Türk hânedanların saray
çevrelerinde gelişen şaheserleri temsil eder; bu edebiyatta İslâm
öncesi “kadîm” İran tipleri ve geleneği (Şâhnâme kahramanları,
İskender, Cemşîd, Hüsrev, Rüstem, Behrâm) kuvvetle belirgindir.
Saray işret meclisleri ve orada benimsenmiş dünya görüşü ve etik,
tamamıyla kadîm İran geleneğine bağlantılıdır.
I. Şâhnâm e (?)
Firdevsî (P), halk arasında eski İran efsanelerini top
layıp Şâhnâme' sini yazmış; orada şâhâne işret sahnelerini tasvir
etmiştir: Zaferden dönen Rüstem’i Şâh Keyhusrev karşılar, birlikte
sarayda köşke giderler: “Sofralar kuruldu Pâdişâhın emrile şa
rap testileri ve çalgıcılar geldi, bir hafta kadar, şarap kadehleri
ellerinde, eğlendiler Çalgıcılar, ney ve rûd çalanlar, Rüstem’in
maceralarını söyleyip çaldılar.” Giv oğlu Bijen adlı kahramanı ça
dırında misafir eden Turan Pâdişâhı Afrâsîyâb’ın kızı Menije, çadı
rında içki ve eğlence meclisi düzenler. Ziyafet sofrasında peri yüzlü
köle çalgıcılar icrâ-yi âheng ederken “sert, güçlü, yıllanmış şarap”
içilir. Bu eğlence üç gün üç gece sürer. Nevruz kutlamaları da işret
meclisleri için bir fırsattır. Tüm kutlamalar lüks bir çevrede, ge
nelde bir has-bağçede veya bir köşkte geçer; ziyafette peri yüzlü
sâkîlerin sunduğu şarap ve çalgıcılar eksik olmaz
Şâhnâme’de, işret meclisinin kurulduğu güzel bahçe tasvirleri
bulursunuz* Pâdişâh, altın tacıyla gül fidanları altında kurulan
tahtında oturur, “üstünde salkım salkım mücevharat asılı duran
ağacın gövdesi gümüşten, dalları yakuttan ve altındandı; yemişler
zebercetten ayva ve turunç şeklinde idi” (bunlar Osmanlı işret mec
lisindeki nakillerle karşılaştırılabilir). Buhurdanlardan misk koku
ları yayılıyordu. Altın işlemeli taçlarıyla Çin ve Rum kemhaları
giymiş küpeli sâkîler, ellerinde şarap kadehleriyle geldiler, kimisi
çeng çalıyor, kimisi ödağacı yakıyordu. Rüstem, Afrâsîyâb’a karşı
Bijen’i kurtarmak için gittiği seferden zaferle dönünce, Keyhusrev
sarayda büyük şenlik yaptı;19 ziyafette “köleler, câriyeler ve küpeli
çalgıcıların” eşliğinde bütün gece içip sarhoş oldular. Şahın yakın
ları büyüklerle işret meclisi, bazen bir hafta sürerdi (Şehnâme , III,
). Kuşkusuz, hilâfet döneminde ve sonraki Islâm devletlerinde,
Şâhnâme'de anlatılan bu işret meclisleri, hükümdarın egemenlik,
saltanat sembolleri (regalia) olarak temel özellikleriyle kaçınılmaz
biçimde devam edip gelmiştir.
n. K âbûsnâm e ()
Emîr Keykâvûs b. İskender b. Keykâvûs’un / tarihinde
kaleme aldığı Kâbûsnâme , centilmenlere davranış biçimlerini, eti
ket ve protokolü, özellikle nedim ve şâirlerin katıldığı işret meclisi
âdâbım anlatan kapsamlı en eski ayrıntılı eserdir. Keykâvûs kendi
si, Gazneli Sultân Mes'ûd’a nedîmlik yapmıştır.
Kâbûsnâme ,20 Türkiye’de musâhiblevin seçtikleri başlıca kay
naktır; XIV. yüzyılda Şeyhoğlu Mustafa, Germiyan Beyi Süleyman-
şâh’ın () isteği üzerine21 Türkçeye çevirmiştir. Sadettin
Buluç, daha önce de yetersiz bir Türkçe çevirisi yapıldığı sonucuna
varmıştır. Üçüncü çeviri Osmanlı beyi Emir Süleyman ()
yakınlarından Hamza Bey emriyle yapılmıştır Dördüncü çeviri,
Mercimek Ahmed’in Osmanlı sultânı II. Murad’a sunduğu çevi
ridir. Ahmed, Kâbûsnâme' yi II. Murad’ın elinde görmüş; sultân,
“içinde çok yararlı şeyler ve öğütler vardır, ama Fars dilindedir, bir
kez Türkçeye çevrilmiş, ama anlaşılır değil, birisi yeniden çevirse”
dileğinde bulunmuş; bunun üzerine Mercimek Ahmed, eseri yeni
den açıklamalı biçimde çevirmiştir () (eserin sonraları
bir çevirisi de /’te yapılmıştır). Defalarca çeviri, beylere,
zurefâ ya geleneksel yüksek kültür âdâbını öğreten bir kılavuz ol
masından ileri gelmiş olsa gerek.
Kâbûsnâme' de, kadîm İran geleneğine göre insanı yüksek top
lum hayatında mutlu kılacak davranış biçimleri anlatılır; bunun
yanında bir musâhibin efendisine öğretmesi gerekli konular ele
Sultan II. M urad'ın tahta çıkışı. Mercimek Ahmed K â b û sn â m e çevirisini II.
Murad’a sunmuştu. Sultânın tarihinde yapılmış bir resmi. Anonim,
T S M K H 1 , y. b.
alınır. Eserde işret meclisi, şarap içme âdabı, âşıklar, cinsel ilişki,
hamam, av ve oyun, yıldızlar ilmi, şâirler ve çalgıcılar, nedîmlik ve
civânmerdlik kuralları üzerinde durulur. İlginçtir ki, bu konular,
sâkînâm e, ‘işretnâme gibi eserlerde önemle ele alman konulardır.
İşret meclisi ve şarap içme üzerinde Kâbûsnâme *de verilen önerileri
özetleyelim:
Keykâvûs’a göre, aslında şarap içme dîne aykırıdır ve halk iyi
görmez; ama gençler, şarap içmekten kendilerini alamaz (Kâbûsnâ-
m ey 2. Bölüm). Kâbûsnâme yazarı, işret meclisinde, din yasağına
rağmen, şarap içmeyi kaçınılmaz bir gelenek olarak savunur (XI.
Bölüm, ). Meclis sonunda günahkâr; “ her an günahını
anıp Ulu Tanrı’dan tövbe ve yardım isteyedür.” Tüm sâkînâme ve
*işretnâme\er, tövbe ile biter. Şarap içme âdâbı şöyle açıklanır: Dost
larla bir mecliste şarap içersen, körkütük sarhoş olma; sarhoşluk
deliliktir. Sabahleyin içme; şarabı, halk uykuya çekilince iç (işret
meclislerinde işrete daima geceleyin başlanır). Özellikle, cuma ge
cesi içme; hem din hem sağlık bakımlarından uygun değildir. Dost
larla şarap meclisinde buluşunca, “şarabı bol getir çerezi ortaya
çok dök, güzel sesli çalgıcılar hazır olsun, çünkü çalgıcısız şarap
sohbetinin safası olmaz Şarabın iyisini koy. Mademki günâha
giriyorsun, bari eyisi yüzünden günâha gir konukladığın kişilere
minnet yükleme. Diş kirası âdeti, konuk hakkı, ulu haktır. Yemekte
oturduğun yer şânına lâyık ola. Hizmet edenlere emir verme. Şarap
sohbetinde mest u harâb oluncaya kadar oturma, çok gevezelik
etme, çalgıyı şehvetle dinleme.”
İçmede, sevgiliyle buluşmakta, halkın diline düşmekten kaçın;
her şeyin üstünde dost edin. Âşıklıkta dert vardır, dostlukta rahat
lık: Pâdişâh âşık olursa tüm ülke halkınca ayıplanır. Sultân Mes‘ûd
Gaznevî () “mecliste sâkîlik eden” on kulundan Nûşte-
kin’e, sarhoşlukta özel muâmele yapma hatâsını işlemiştir.
Aşktan kaçınılmaz. “Âşık olursan bari bir yâra âşık ol ki sevdi
ğine değsin, yani sevdiğin Yusuf olmasın, ama Yusuf gibi güzel ol
sun.” Böylece, halk ayıplayamaz. Sarhoşken cinsel ilişkiden kaçın,
kul ve câriyenden birini seçme, öteki düşman olur.
Hamam sefâsına gelince, “dünyada ne denli rahatlık varsa ya
rısı hamamdır.” Haftada iki günden fazla hamama girme. Eğlence
için alınacak kul; şarkıcılığa, çalgıcılığa ve rakkâslığa yarar olmalı
(Kâbûsnâme çeviri, ) “Türk’ten, hangi tayfa içinde olursa ol
sun, güzelliğini anlatmaya değer güzeller çıkar Türk’ün görünü
şü ve yüzü tazelik ve güzellikle cümle cinslerden üstün durumdadır.
Türk’ten güzel çıkınca çok güzel olur, çirkin olunca da çok çirkin
olur” ().
Yıldız ilmi, ahkâm çıkarmayı, yani bir işi ne zaman yapmak ge
rek, onu bildirir. “ Yıldız ilminin semeresi hüküm çıkarmak” “ola
cakları öğrenmektir” (67). Buna göre takvim düzenlenir. “Takvi
min doğru olsun ve talih uygun gelsin Hüküm çıkarmak ister
sen, yıldızların hallerinden, tâliden, tâli' sahibinden, burçlar
dan” haberdar olmalısın. “Mal, refah ve âfet evi hangi burçtur?”
( Kâbûsnâme , 6 8 ); uğurlu ve uğursuz yıldızlar, bir burçta birleşmez
(Germiyanlı şâirler, bu arada Ahmedî İskender nâme'dzy bu neden
le daima yıldız ve burçlardan söz ederler).
“Şâirlerin terbiyesi”ne gelince, şiirde söz örtülü olmamalı, vezin
kafiye tam olmalı; tecnîs, tatbik, müstezâd, müteşâbih, müsteâr
gibi şiir sanatlarıyla düzenli olmalı; şâir öveceği kişinin tabiatını,
neden hoşlanacağını bilmeli; başkasının şiirinden çalmamalı; du
yulmamış hikâyeler, işitilmemiş meseller ezberinde olmalı. Mutrib-
liğe gelince, hoş huylu, hoş kokulu, daima tatlı dilli olmalı. “Gerçi
çalgıcılar erkek olur, ama bütün davranışlarının kadınca olması
gerek.” Sohbet meclisinde ezgiler ne hafif ne ağır olmalı ki, sohbet-
tekilerin her birine hoş gelsin (Kâbûsnâme, Bölüm).
Çalgıcılara gelince, pâdişâhların meclisi için ağır besteler yapa-
lar; sohbette gençler ve yaşlılar için hafif veya ağır ahenk söyliyeler.
Arada çalgıyı bırakıp kısa hikâyecikler söyle, dinlenirsin. Daima
kendi şiirini söyleme, “mutribler şâirlerin rivâyetçisidir” ( Kâbus -
nâme, 81); şâirlerin şiirleri bestelenmiştir. Sazı bırakıp oyuna katıl
ma. Gazel ve şarkıyı vezniyle çaldığında, söylediğin uyumlu olmalı.
Eğer âşıksan, sohbette ondan söz etme, şarkılar başka başka konu
da olsun, gâh güzelden, gâh kavuşmadan, gâh ayrılıktan, vefâdan,
cefâdan türkü söyle. Çok şiir ezberle, ilkbaharda güzle ilgili şiir
söyleme. Sohbete katılanları gözlemek gerek; seçkin kişiler, sazdan
anlayanlar önünde hoş ezgiler çal. Sohbette gençler çoğunlukta ise
mizah, güzellik ve şarapla ilgili ezgiler çal. Çalgıcılığın şartı şudur:
Önce rast perdesinden bir şey, sonra mâye, Irak, zîrefkende, buse
lik, bestenigâr, rehâvîde; birbiri arkasından gösterip şarkıya gir. O
zamana dek sohbettekiler şarapla sarhoş olmuş olur. Dinleyenlerin
gönlünce söylersen, dilediğini alırsın. Mecliste şarapla çok meşgul
olma, unutma sohbete gelmen akça almak içindir. Sarhoşlar ne is
terse onu çal. Ev sahibiyle ilgilen, tartışmaya girme, dövülürsün;
“mutribler içkicilerin ücretle tutulmuş hizmetçisi gibidir, savaşınca
kovarlar, nesne vermezler” (Kâbûsnâme , 83). Sarhoş olanlar bir
iki vururlar, sen dayan, sabırlı ol; “mutrib sağır ve dilsiz” olmak
gerek. Mecliste gördüğünü, işittiğini başka yerde söyleme. Bunlara
uyarsan gümüş ve altını çok kazanırsın.
Padişaha nedîm olanların töresi üzerinde Kâbûsnâme ilginç bil
giler verir. Nedîm-musâhib olmak birtakım hünerlere sahip olmayı
gerektirir. Nedîmin gözü kulağı daima padişah üzerinde olmalı,
canını yoluna feda etmeye hazır olmalı. Nedîm, güzel görünüş
lü, yazıcılıkta hünerli olmalı. Nedimler , şâirler arasından seçilir.
Farsça, Arapça birçok şiir ezberinde olmalı. Nedîm tıp ve yıldız
ilminde bilgi sahibi olmalı. “Padişahın, her ilimden haberi varmış
diye nedîme inancı artsın gücü yettiğince saz da çalsın.” Pâdi
şâhı eğlendirmek nedîmin görevidir. Hikâye, gülünç ve şaşılacak
sergüzeştler ve garip fıkralar ezberinde olmalı. Tavla ve satranç
oynamayı bilsin. Kur’ân okumasını, tefsîri bilsin; mecliste sözü
açılan her konuda konuşabilsin. Geçmişteki pâdişâhların macerâ-
larını ezberleyerek pâdişâhına iyi ve kötü işleri anarak onu halk
için hayırlı yola yöneltsin. Sözü vaktinde söylesin. Herhalde ne
dîm, yürekli yiğit kişi olmalı. Pâdişâh zevk ve eğlenceye dalmışken
biri saldırırsa hemen “tuz ekmek hakkı için canını başını ortaya
koysun.” “Nedîmlik şarap içmek, türlü yiyecekler yemek ve her
ze yumurtlamak” değildir. “Pâdişâh sohbetinde sana şarap sunan
sâkînin yüzüne bakma.” Şarabı teklif yapıldıkça iç.
Türkmen beyleri için defalarca Türkçeye çevrilmiş olan Kâbus -
nâm e , bize musâhib şâirlerin has-bağçede neden hazır bulunduğu
nu ve davranış biçimlerini aydınlatmaktadır. Bu tasvir, Ahmed-i
Dâ‘î ’nin, Ahmedî’nin, Şeyhî’nin, Emîr Süleyman’ın huzurundaki
işret meclisi tasviridir.
IH. Siyâsetnâm e
Şâhnâme'yi borçlu olduğumuz Gaznelilerden sonra Selçuklular
döneminde (1 0 4 0 -1 1 5 7 ) İran’da ve Anadolu’da kadîm İran kültür
mirası ve Farisî dilinde edebiyat, büyük bir gelişme gösterdi. Türk
hânedanları zamanında Iranî geleneğin devamının başlıca nede
ni, bu devletlerde küttâb sınıfının, yerli Iranlılardan olmasıdır. Bu
durum, M oğol İlhanlı döneminde daha da güçlendi. Alp Arslan
() ve M elikşah’ın () büyük veziri Ebû Ali Haşan
Nizâmülmülk (1 ), kadîm İran devlet ve toplum gelenek
ve yöntemlerini Siyâsetnâme (öbür adıyla Siyerü’l-Mülûk) adlı ese
rinde tüm ayrıntılarıyla anlatmaktadır
Büyük Selçuklu tmparatorluğu’nun idaresi, tranlı Nizâmül-
mülk’ün elinde idi Nizâmülmülk, Sultân Melikşah’a, “Unutma
ki, benim divitim (yazı takımım) ve sarığım (bürokratların alâmeti)
ile senin tâcın ve bahtın (egemenlik gücün) birbirine sıkı sıkıya bağ
lıdır. Devlet bu ikisi ile ayakta duruyor” diyordu Devlet idaresi
üzerinde bürokratlar arasında bir eser yazılması için yarışma emri,
Sultân Melikşah’ tan gelmiş ve sonuçta Nizâmülmülk’ün Siyâsetnâ-
me'si seçilmiştir.** Siyâsetnâme , Sâsânîler İran’ında, Hind-lran dev
let idare teori ve uygulamalarını içeren bir eserdir ve Osmanlılara
kadar tüm M oğol ve Türk hânedanları döneminde idare adamla
rına rehber olmuştur Nizâmülmülk, eserinde “içkili şölenleri bir
devlet töreni halinde resimleştirmiş,” böylece M.A. Köymen’e göre
Türk devlet geleneğinde hayatî bir önem taşıyan toy ve şölen geleneği
(aşağıda) Iranî gelenekle bağdaşmıştır Nizâmülmülk, eserini yazar
ken, Firdevsî’nin yaptığı gibi, zamanındaki İranlı üstadlardan bilgi
toplamıştır Devlet felsefesinin temel inancı, kadîm Hind-lran’dan
gelen adâlet dairesi teorisidir
Nizâmülmülk nedîmler (musâhibler) hakkında şu gözlemi
(XVII. Fasıl) yapar: Pâdişâhların bir nedîme sahip olması kaçı
nılmaz bir âdettir. Nedîm, hükümdarın mahrem arkadaşıdır, ama
devlet büyükleriyle birlikte iken “nedîmin açık ve küstah konuş
m aların a izin verilmesi onları atak yapar ve hükümdarın nüfuz ve
haşmetine ziyan verir. Nedîme herhangi bir memuriyet vermeme-
lidir. Öte yandan, nedîm tutmanın yararları şunlardır: Padişahın
gece gündüz yakını olup efendisine karşı bir tehlike ortaya çıkarsa
nedîm kendini siper yapar. Padişah, devlet büyüklerine söyleyeme
diği şeyleri serbestçe nedîme söyleyebilir ve tartışır; sarhoşluk ve
ayıklıkta, faydası olacak her şeyi nedimden işitebilir.
Nizâmülmülk’e göre nedîm, asîl ve yiğit, faziletli, gösterişli, ya
şamı temiz, sır saklayan, temiz giyimli olmalı;31 önem li eserlerden
ve hikâyelerden; işitilmemiş, alaylı ve ciddî sözlerden çok şey hatı
rında olmalı ve anlatışı güzel olmalı; daima güler yüz göstermeli,
iyi tavla ve satranç oynayabilmeli, bir musikî âleti çalar ve silâh
kullanabilirse iyi olur; pâdişâh ne yapar ve söylerse nedîm onu öv-
meli, akıl öğretmeye kalkmamalı; “işret, temâşâ, mahrem meclis,
şarap ve av partileri, çevgen oyunu, güreş ve benzeri eğlenceler
hususunda her şey nedîmlerle birlikte hazırlanmalı; zira onlar bu
hususta hazırlıklıdırlar.” Fakat pâdişâh, ülkeyi ilgilendiren işlerde,
yalnız vezirler ve devlet büyükleriyle karar almalıdır.
Nizâmülmülk, bazı pâdişâhların tabib veya müneccimi nedîm
yaptığını hatırlatır. Müneccim, vakit ve saati gözetir ve kutlu ve
uğursuz vakti bildirir; pâdişâhın yapmak istediği herhangi bir iş
hususunda doğru vakti seçmesi için uyarır Nizâmülmülk, bu iki
sinden de uzak durmayı tavsiye etmiştir; zira, der, onlar genelde
pâdişâhları dünyanın lezzet ve şehvetlerinden ve gerektiği zaman iş
görmekten akkorlar. Yalnız gerektiği zaman onlara baş vurulmalı.
Nedîm, görmüş geçirmiş, büyüklere hizmette bulunmuş, deneyim
li, iyi huylu, samimî, saygılı centilmen (“ höş-bûy ve guşâda-tab* ve
burdbâr ve civânmard ve zarif ve lâtif*') biri olmalı. Halk pâdişâhı
nedimiyle ölçer.
Nedimlerin devlet işlerine karışmamaları noktasında Nizâmül-
mülk’ün ısrarla durması gereksiz değildir. XV I. ve XVII. yüzyılda
Osmanlı Devleti’nin çöküş nedenleri üzerinde duran lâyihacılar
(özellikle Koçi Bey) ve tarihçiler (Selânikî, ‘Âlî, Naîmâ) “tagay-
yur ve fesâd”ın başlıca nedenini nedimlerde bulmuşlar; sorumsuz
nedimlerin devlet işleri üzerinde pâdişâhı yönlendirmeleri sonucu,
veziriâzamın otorite ve bağımsızlığını kaybetmiş olduğunu, devlet
işlerinin bu yüzden sorumsuz kimseler elinde kaldığını belirtmişler-
dir. Genelde, Osmanlı bürokratlarının, devlet idaresinde felsefeleri
ve tutumları, tamamıyla Hind-İranî kaynaktan siyâsetnâme-nasî-
hatnâmelerden gelmektedir
Nizâmülmülk, “meclis-i şar ab tertibi" hakkında ayrı bir fa
sıl ekler (X X X . Fasıl). Halka açık eğlence (nişât ve tarab) günü,
şölenlere hazır olan herkes gelebilir; fakat ‘işret-i hâs günlerinde
gelmesi gerekli olanlar için bazı öğütler verir: Misafir birden faz
la gulâm ile gelmesin, kendi şarap sürahisi ve sâkîsini getirmesin,
çünkü ziyafet başkanı padişahtır. Hâs işret meclisinde en kalite şa
rap sunulmalı. R-esmi toplantılarda, devlet büyükleriyle oturma ve
resmî söyleşmelerde, padişaha bezginlik gelebilir; onun hoş vakit
geçirmesi, gülüp eğlenmesi, hikâye dinlemesi ancak nedimler ile
meclis-i hâs 'ta olur.
İran Klasik Şâirleri ve Meclis-i İşret
Hayyâm
Kâbûsrtâme yazarı gibi, Selçuklu sultânı Melikşah ()
döneminde yaşamış olan Ömer Hayyâm (P) işret mec
lisi felsefesini nefîs ve vecîz rubâ‘îlerinde yansıtır. Öteki dünya
vaatlerine inanmayan, şu kısa hayatın zevklerini tek gerçek bilen
Hayyâm’ın epiküryen felsefesi, “gününü gün et, geleceği unut, şa
rap senin en iyi dostundur” der. Sâkînâmelerdeki ‘ayş u *işret tas
virlerinde dile getirilen hâlet, onun rubâ‘îlerinde en açık ifadesini
bulmuş; onun varlığa kötümser bakışını benimseyen, rindler, hara-
bâtîler layş u ‘işret müdavimleri, onun rubâ‘îlerine yüzlerce nazîre
yazmışlardır. Burada, onun rubâ‘îlerinden, o hâleti en saf ve içten
yansıttığını düşündüğümüz bazı beyitlerini almaktayız
«-S-u* JM Alî 4j^Jİ (JİJUf j \ j Aİü U Aûjfijl y ^
Camdan bir kad eh te çeng eşliğinde şarap iç
Bu cam kadeh taşa düşüp kırılmadan önce
Yeşil çimenlerin içine otur ve parlak (duru) şarap iç
Ki bu yeşillikler birçok defalar, biz toprak olduktan sonra, top
rağımızda yeşerecek
<4 Ij j ^ 4c J». 4j J -S j LÎJÂİÖ j
Sarhoşluk ve kalenderlik ve doğru yoldan sapm ak iyidir
Bir yudum şarap, aydan balığa kadardan (gök ve deniz arasın
daki her şeyden) iyidir
•j j * •j j * > j i > ^ ti1 u 1j
Güze/ yarim (put gibi) bundan önceki bir dönem de
Senden ve benden arta kalan (toprak), bir testi ustası tarafından
testiye dönüştürülür
ijjÜ a L . j k ûk 4 j J J jJ ( jijc jS j ^ j âJY b
Bir /tf/e yüz/ü ile gül bahçesi kenarında
Öyle bir mutluluktur ki sultânlar dahi gıpta eder
Feridun un parm ağı ve Keyhusrev'in avcunun içidir
Tekerlekte çevirdiğin ne sanırsın (çevirdiğin çömlekçi çarkına
koyduğun toprak bu ünlülerden arta kalandır) ey testi ustası
l5* ü ^ j jjl j .diLS
Yüzlerce Cemşîd ve Keykâvûsflar toprağa sekmiş
Temmuzun gelişi, ocağın gidişi (mevsimlerin gelişi)
y j o* j ^ is * j y>
Sa‘dî
Ş îra z lı b ü y ü k İr a n ş â iri S a ‘d î, A b u ‘A b d u lla h M u ş a r r if e d d în
( 1 2 1 3 ? - l 2 9 2 ) m e d r e s e ta h sili a ld ık ta n s o n r a A n a d o l u d â h il, O r t a
d o ğ u ’d a u z u n s e y a h a t l e r y a p tı. Ş îr a z ’a d ö n d ü ğ ü n d e F a r s A ta b e g le r i
S a lg u rîle rin h im a y e s i a ltın d a e d e b î fa a liy e tin i s ü r d ü r d ü . S a lg u r île r ;
Irak S e l ç u k l u l a r ı , H a r e z m ş a h l a r v e M o g o l l a r a b a ğ ım lı o l a r a k Şî-
ra z ’d a 1 1 4 7 - 1 2 8 6 d ö n e m in d e h ü k ü m s ü r d ü le r. S a ‘d î S a lg u rîle rd e n
A bu B a k r a d ın a Gülistan 'ı (Gülistan) y a z d ı ( 1 2 5 8 ) . K elîleve Dim -
ne (Kalîla wa Dimna) t a r z ı n d a h ik â y e le rle y a ş a m k u r a lla r ı ö ğ r e t
me a m a c ı g ü d e n Gülistan ; h ü k ü m d â r , “ a şk v e g e n ç l i k ” v e ö z e llik le
8. b â b d a “ s o h b e t â d â b ı ” ü z e rin d e ö ğ ü t v e b ilg i i ç e r i r ; S a ‘ d î ’n in
bu e s e ri b u r a d a k o n u m u z b a k ım ın d a n ilg in çtir. S a 'd î ’n in y a ş a m v e
Bahçede işret meclisi. K ülliyât-ı Sa di. O xford Bodleian Library 73, y. lb -2 a .
insan hakkında görüşleri Türklere yakın gelmiş, erkenden çevirile
ri yapılmıştır. /’te Anadolu ağzında ilk kısaltılmış çevirisi
Ferhengnâme-i Sa'dî (Kilisli Rifat) başlığını taşır. Gülistan, bu gibi
eğitim veren eserlere ilgi gösteren II. Murad’dan itibaren Osmanlı
sultânlarının emriyle birçok kez Türkçeye çevrilmiş ve şerhleri ya
pılmıştır. Gülistan'm Kıpçak Türkçesinde çevirisi Seyfi Sarayî’nin35
çevirisidir (/).
Sa‘dî, bilgi ve deneyimlerini, edebî çerçevede değerlendiren bir
şâir olarak tanınır. Meclisli işret havasını yansıtan şiirleri, Gaza-
liyât'tadır. Gazelin bağımsız bir tür olarak yerleşmesinde S a d î’nin
rolü belirtilir. Bu gazellerden anlıyoruz ki, Sa(dî herhalde büyük
lerin işret meclislerine yabancı değildir. Bu meclislerde hazır olan
şâirler gibi lirik bir üslûp kullanır. Cinsel bakımdan m ahbûbhrı
yeğlediği düşünülüyor (“Sa‘dî”, /A, 2. yay. R. Davis, ). Onun
özellikle şu gazeli, bu meclislerdeki havayı yansıtır Sa‘dî bu gibi
meclislerde anlatılan açık saçık hikâyeler içeren bir risâlenin de
(Hazliyyât) yazarıdır.
Gazel
\ j jL - J\ J j j û' l J jü l» V JJİ, c j Sj
Güzel tenli yari iyi buldum şadltk zamanında
Sâkî getir mey kadehini, çalgıcı çal sazını
Ij j UjaLİ jjLıi j jjjj U lİim I j jj jl ^
Bu ruhani meclis senin yüzünün ışığından aydınlandı
Yükseltme sesini ki düzenbaz kalleşler haberdar olmasın
0 jlji İy i Ö J Î ^ J * * J -3 j ' J* J U - ( J J J
Güzel yüzlü ve hoş sesli, fcer birinin başka tadı var
Seyret nasıl güzel sesli yarimden zevk aldığımı
Ij jlji ^ Ij jS-i Jh»j (jj c H ^*«1 v kıt j j -1
Gizlenmemeli böyle heyecanlı hüzün dolu aşk
Bir sır söyle neye ki başlatsın şarkısını
jj AiiU Aj Î l u İ 4j floJjjl pb Aj ClJjâ. £ j + y j b-n
Sa'di senin g ib i zeki kuşu iyi yakalamışım
Senin gibi kartalı elde etm ek kolay değil
Su ltan Hüseyin M irza’nın sarayında işret meclisi. B o s ta n , Sa‘dî.
Herat, R ecep /Haziran , Kahire, General Egyption Book
Organization, Adab Farisi 9 0 8 , y. lb .
Hâfiz (P?)
Meclis-i işretten, sâkîden, şarap ve musikîden söz ederken, Ha-
fiz-i Şîrazî’yi anmamak olmaz. Hâfiz (Hâfiz) mahlaslı şâir Hoca
Şemseddîn Muhammed Şîrâzî, (P/P) hayatı
hakkında az şey biliniyor (çağdaşı Muhammed Golandân’ın Hafız
Divân? na yazdığı mukaddime başlıca kaynağımız) Hâfız’ın ha
yatı, İran'ın Cengiz Han ile Timur istilâları arasındaki kargaşa ve
başsızlık dönemine rastlar. İncû hanedanından Abu İshak (
) şâirin hâmîlerindendir (bkz. Hâfız’ın onun için kasîdesi).
Asıl hâmîsi Muzafferîlerden edebî zevk sahibi ŞâhŞuca*'dır (
). Hâfiz hayatının büyük kısmını onun zamanında yaşamış
tır. Muzafferîler döneminde Hâfız’ın vezir ve ileri gelenlerden pat-
ron-hâmîleri olmuştur. Beklendiği gibi, zâhid\eıey ulemâya çıkışları
dolayısıyla Hâfiz hayatında bu çevrelere ters düşmüştür. Câmî’nin
şiirlerinde lisân-i gayb deyimini kullanması, genellikle Hâfız’ın şii
rinde tasavvufi sembolizm aranması, bugün kabul edilmemektedir
(karş. Yarshater, Iranica , ). Hâfiz daha kendi yaşamında şöh
rete erişmiş olup, şiirleri elden ele dolaşıyordu.
Hâfiz, gazel şâiridir. Divan\ çoğunlukla gazellerini içerir (*e
yakın). Hâfiz gazele yenilikler getirmiştir. Gazelin lirik ve erotik
temalarına, ahlâkî, felsefî, vaazcı, mistik öğeler eklemiştir (J.T.P.
de Bruin).
Kasidelerinde, sosyal ilişkileri ele aldığı ve doğrudan patrona
hitâp ettiği görülür (Kasım Gani). Hâfız’ın gazellerini, işret m ec
lisi havasında yazdığı muhakkaktır. Gazellerinde dostlar meclisi ,
meclisân , rakipler ve sabaha doğru içilen şarap atıfları, bir bahçede
düzenlenen içkili âlemlere gönderiden başka türlü yorumlanamaz.
Bir gazelinde mîr-i meclis'i anar; Hâfiz burada da kendisinden ön
ceki geleneğe bağlıdır (de Bruin, ) ve eskiden beri gazelde kul
lanılan kuralları (conventions) izlemektedir. Hâfız’ın bir sâkînâme
yazarı olduğu hatırlanmalıdır. Hâfiz, musikî ve musikî âletleri üze
rinde ayrıntılar verir. Kullandığı dil ve şiir sanatları (sanâyi*-i şi*riy-
ye) bakımından Arap ve Fars geleneğini izler; kullandığı başlıca
temalar şunlardır: Gazellerinde şarap (hamriyyât ), güzel, güzellik,
Meyhane. D ivan-ı Haftz> / T SM K H , y. b.
melâmetiyyc etkisi, kurallaşmış riyâkâr sûfîliği ve zûhd u takva1er-
bâbını, vâiz> müfti , kadı ve günahkârları takiple görevli muhtesib*i
alaya alma, Farsî edebiyatta genellikle gördüğümüz aşk hikâyeleri
(Leylâ ve Mecnûn ; Şeyh San‘ân) Hâfız’ın gazellerinde anılır. Hâ-
fız’ın bu konularla ilgili bazı beyitleri:
Hayyâmane bir beyti:
<j£ J ^ j* 3 jS u A i L5L-. ^
Sabah oldu , sâkî doldur kadehi'şarap ile
Zaman durmaz , feleğin ne yaptığı belli olm az
Bahar mevsiminde gençlik ve aşkı ile gelen coşkunluk için özür
diler:
fC. j .Iaİ J j ( jjâ - <£ J&â Aj Laj Aa .J J jj * jlf lj
Geldi bahar am a şarap parası kalm adı
Bir şeyler düşün, sinirden kanım kaynıyor
Gazel, meclis-i işret havasından ilham alan aşkı terennüm eder.
Büyüklerin özel meclislerinde hazırdır.
jljl j j jl£jJ j JA j
Nerede çalgıcı ki tüm ilim ve irfanımı
Sazlt sesli neyin avazına adamaya hazırım
Hâfız beş gazel yazdığı Muzafferlerden Şâh Yahya’nın işret
meclislerinde bulunmuş olmalı.
La*1 J İ j dUl j LİLûA jS JaLıü j l jS
Sizden uzak olsak da desteğimiz sizinle
Aynı şahın kuluyuz ve sizi övmekteyiz
İçki yasağı getirmiş olan Mübarizüddîn’in muhtesibi yasağa
karşı gelenleri takip eder, ama biz yine içelim:
J oL
v _J jb V. >»»Vfc fl ^j-ıJ J Jl U İJtl
Hesap soranların kokusundan evde içmişim şarabımı
Sevgilinin yüzüne bakarken sevgiden bağırarak içelim
Sanatkârların koruyucusu olup içki yasağını kaldıran Şâh Şucâ‘,
Hâfız’ın övdüğü padişahtır.
Xoî d jjL il ‘- jS d) jL b U-L^l ı ««1^ j l
Dün vezirden m üjde habercisi geldi
Süleyman hazretten işaret etmeye emir çıktı
Bu şiirde Hâf j z , sakilerin hizmet ettiği işret meclisini anar:
JÂ A J)\^JjuüI dJ j J ^
Sâkî kadehim e şarap koy ki esrar yazan
Belli değil sır perdesinin arkasına ne yazmış
Şiirleri, içtenlik kendi ruh haletini yansıtır; bu şiirlerde onu ka-
lender-meşreb, kendini içkiye vermiş bir rind gibi buluruz. Derin
kötümser felsefesi içinde rindane yazdığı şiirler onu Hayyâm'a
yaklaştırır.
^ j j L5-Ü* Û ! i i j t i j ^Jlc. J j (^1J J J jâ jSLj
B m rindlik dünyasında bencillik ve başı buyrukluğa yer yoktur
Bu m ezhepte kendinden başkasını görm em ek küfürdür
Mademki bu dünya ve öbür dünya için bir güvence yok, öyleyse
şu ânı yaşa, keyfine bak.
U * v '> - M - j 'j U v ' j i . J ^ j l i (Jlfc <£ j Ü jj jl j
Son bulm adan bu fani dünya
Kırmızı ren kli şarap ile sarhoş et bizi
j £j ^ jt jM j j
Y at kadehim i parlayan şarapla sâkî
Ozan söyle şarkını ki cihan verdi muradımı
fb*» U J İ j j*±jJk j ıj^ jl ^ ^ ^ Sr,^^h41 J J L$ jW
L a‘l renginde şarap, gençlik ve maşukla birliktelik
Dostluk ortam ı, raüup arkadaş ve bitmeyen şarap
jb <>S j j * ÎJ c A îjS û 'j^ * J *
O ha sevgi duyanları canım gibi severim
Jjb jljm
lJ ^^ Jjjl A
I.ı ı \
.nA
$J
İj jj A
jL
ojL
j İ
L -
Sâkî doldur kadehim i ki ev sahibi
Sırlar tutuyor ve dilekler gerçekleştiriyor
J j J c5^ ûî ^ <3^ u -j > * -Oj 1 C h * o * ji ^ Wis**
Bir an büzüne değmez cihanlar
Değiştir örtündüğümü şarapla ki bundan daha iyi olamaz
J jJ o jU İI j j l l â J j S-il j j JJJ ft^Us) j l İ J İ A İja u -1 jjJ j J u ib
Birkaç kadeh için dün sabah tesadüfen
Sakinin dudağında şarabım tatlanmıştı
jl j l i i j * ^ j jl j J j^ e ijla j * f J A -Jajj j j lJ
Cennet nedir, ab-ı fcayaf nedir
Y eşiller içinde akan nehir ve güzel şarap başka
JJÛ a£ ^yîjlâj (Jj Luİ CjÎ j ^j Lkj A^tj ^ £ a**J
Ey vaktin kıymetini bilen söyle sahibine
Onun karşısına çıkarken, sabahın o tenha vakitte, yalnız rüzgâr
gibi olsun
Jİ J L S jÜ J j* jLj j Uj j AU JA jjj
Güzellerin göm leğinin yakasına feda olsun
Binlerce takva ve perhiz elbisesi
J lpj* j *** j A3 j j AH j ^
Nehir yanı söğüt gölgesi ve güzel şiir ile yar
Hem dem ve tatlı bir yar ile gül yanaklı sâkî
fA-nfi' ( jj ^ j Curt* j AAa l$ j * j l (Jj j o*
Uzun saçlı, çe k ic i yüzlü güzeli severim
Sarhoş göze ve sa f şaraba bayılırım
* ^ j j <£ diuıjl^j oj j b (jjl (jü j a5 j !
O ki çizdi bu cam dan çemberi
Kimse bilmedi ki çizelgeyi nasıl kullandt
j * j J J jW ^ ^ <jij£ ü ' ‘—A j u j >
ilkbahar geldi , t ır « eı/ı/e/ mutlu olmaya çalış
Zira tekrar burada çiçekler açacak ama sen toprakta olacaksın
f J ^ j 1 AuiS j l j jj -a (jîli
Açıkça söylüyorum ve bundan da mutluyum
Aşk kuluyum, her iki dünyadan özgürüm
(JjI laS (jjl 1 LİA^JjaÜ (Jjl JjAJ JL.1 J (34^C'
Başça aşk ve rindliği elde etmek kolay göründü
Ancak bu faziletleri elde edene kadar canım fena yandı
C5A I uüA L j İ J VÛİ*İm AS JÛ İİ5 ( j l - i j j Ö^SLu
Meyhane kapısında öyle mertler var ki
Pâdişâh tacını bile alıp verirler
1ja . J (j\j j < fA j Cı*iaj Jj^aS j J i t »j a£ Aj Iâ j IS jû
Aklın ve bilginin geçm ediği yerde
Neden hem zayıf olacaklar hem de yersiz karışacaklar
düJl ^ Ail Aİaj Jü JÜ J ^Iİa
Çile çekm eden sarhoş olunmaz
Evet, hükümdür, belasız rahat olmasın
\li\ j j j £ (jiojau j* <jl jA»La UUj^jAİ^â. j£ l (jJc. i
Eğer cennet istiyorsan bizimle m eyhaneye gel
Kadehin dibinde bir gün seni Kevser havuzuna atayım
Nizâmî ()
Büyük Azerî şâiri Genceli Nizâmî, asıl adıyla Nizâmeddîn Abû
Muhammed b. Abî Yûsuf, Batı-Anadolu Türkmen uc bölgesinde
klasik Türk edebiyatının ilk örneklerini veren musâhib şâirlerin
ilham kaynağı olmuştur. Bu şâirler, Nizâmî’nin hükümdarlar için
yüksek bir şiir diliyle yazdığı geleneksel İranî aşk ve macera hikâ
yelerini, patronları için Türkçe şiir diliyle uyarlamışlar, adapte et
mişlerdir. Bu eserler, kadîm İran’dan kaynaklanan işret meclislerin
de, dünyevî bir yaşam felsefesi, yüksek bir şiir diliyle sunulmuştur.
Bir zâhid hayatı sürdüğü3*1 belirtilen Nizâmî, bir ara nedîmlik hiz
metini itiraf eder.3* Belki o da Fuzulî gibi, bu hayatı aradığı halde
elverişli bir patron bulamadı. Ama onun, işret meclislerine hitap
eden aşk ve mâcerâ romanlarından her birini, bir patrona sun
muş olduğunu görmekteyiz: Mahzenu'l-Esrâr ve Husratv u Şîrîn
Sultân Tuğrul b. Arslan’a; Leylî wa Macnûn (telif tarihi )
Hüsrev ile Şirin’in meclisi. H a m s e-i N izâm i. T SM K H , y. a.
Şirvânşâh Celâlüddevlet’e, Haft-Payker (telifi ) Meraga hâ
kimi Alâeddîn’e, İskendernâme (telifi ) Atabeg Nusreddîn’e
ithaf edilmiştir. O, patronlarından herhalde câize alıyordu. Sultân
Cihân-Pehlivan’dan iki köyü ve Sultân Tuğrul’dan bir kasaba geli
rini in(âm olarak kabul etmişti. Nizâmî, dinî-ahjâkî içeriği kuvvetli
M ahzenu’l-Esrâr'dan sonraki eserlerinde, gittikçe daha çok aşk ve
mâcerâ romanı tarzını benimseyecektir. Mesnevileri, patrona temel
dinî ve ahlâkî bilgileri, devlet idaresi, egemenliği koruma (adâlet),
savaş taktiği, egemenlikle ilgili olarak astroloji, sağlık koruması ve
özellikle işret meclisi âdâbı gibi ansiklopedik-didaktik bilgileri ver
meyi amaçlar. Germiyanlı musâhib şâirlerde, çoğu kez Nizâmî’den
çeviri olarak, aynı didaktik-ansiklopedik tertibi bulacağız.
İran, Türkistan ve Hindistan’da pâdişâh saraylarında gelişmiş bu
klasik yüksek kültür mirası, Anadolu’da Konya Selçuklu sarayında
ve nihayet uc Türkmen beyliklerinde örnek alınacaktır. Uc beylikle
rinin en güçlüsü ve en zengini Germiyan Beyliği’nde, saray musâhib
şâirleri, işte bu kültürü patronlarına aktarmak çabasında idiler.
Sarayın ve seçkin kültür sahibi çevrelerin (zurefâ ), geleneksel
yüksek kültür zevkine hitap eden bu eserler, belli bir edebiyat çe
şidini temsil etmekte idi ve hikâye-roman türü, beyitlere dayanan
mesnevi tarzında idi. Germiyanlı şâirler, çoğu zaman bu tarzı yeğ
lemişler, eserlerine arada gazel ve tercV-i bend\et serpiştirmişlerdir.
Mesnevî türü, IX. ve X . yüzyıllarda Doğu-İran’da ilk şaheserlerini
vermiş (Rûdegî, Firdevsî); sonradan, özellikle Fars ve Azerbay
can’da Büyük Selçuklular dönemi İran’ında gelişmiştir. Nizâmî,
eserlerini Selçuklu atabeyleri adına yazmış, onlara sunmuştur. Ka
dîm İran kültür geleneğinin kuvvetle sürüp geldiği bu dönemde, sa
ray patronajı altında nedîm-musâhibler, meclis-i işret çerçevesinde
patronlarına, eskinin aşk ve mâcerâ hikâyelerini yüksek bir edebî
tarz olarak sunmakta idiler.
Abdülkâdir Marâgî’de “Mecâlis”
Abdülkâdir Marâgî, klasik musikî teorilerini açıklayan Câ-
mi'u'l-Elhân adlı ünlü kitabının Hâtime bölümünde40 bu kitapta
ele aldığımız konularla ilgili şiirleri toplamıştır:
»'(jjiiij) uî7y7ZD7T~~7
"U(r-'-'.
rV 6 ' f ' / i r ' t s f * * , v^ r ' ı / f ^ d ^ s >ju~a ^/^
' ' ^ 7- ‘ r
^ '^Jf ■. - v '^V>^
^<J('>&'»^'lj(f+'
"m p ,,<s''»*>
J^ rİ r'Û,sJ(İ^\ t&Le-’>’W
( ‘f - ’ûljl V ’o
'üı>&U&ır*>c'f
^ ( 5 ^ t o H ^ W & ,
Kanûn-ı murassa-i müdevver. A bdülkidir M arâgî,
TSMK R 17 2 6 , y. 73b.
Meclis Fî âdâb-i sohbeti’l-mülûk
Meclis Fî’t-te’essüf ‘alâ m afâtmin al-visâl
Meclis Fi’l-hışm ve’s-sulh ve’l-lutf ve’I-kahr
Meclis Fi’z-ziyâfe ve ikrâmi’l-cîrân
Meclis Fî sıfati’l-leyl ve’s-subh
Meclis Fi‘il, mîlâd ve’s-sûr
Meclis Türkçe, Moğolca şiirler ()
Meclis Fî sıfat-i tezyîni’l-mahbûb ve’l-mer’at veTmuşt ve’l-ham-
mâm
Meclis Fi’l-mutâyabât
Meclis Fi’t-tövbe ve’l-istigfâr
Kitapta şu kayıt dikkate değer: “Uşşak ve neva ve bûselik emzi-
ce-i etrâk-ast berâ-yi anki te’sîr-i anhâ der nafs, şacâ‘at-astM(Uşşak
ve nev’a ve buselik makamları Türklerin mizacındadır; şu nedenle
ki, onların ruha etkisi yiğitlik duygusu uyandırır)
İran’da S afavîler Dönemi
Şâh İsmail
Sûfîlerin “sek r” (sarhoşluk) ve “vecd” halinde zahirî dünya
bağlarından kurtulup en e’l-hakk sırrına erişmeleri hâletini Şâh İs
mail (1 5 0 2 -1 5 2 4 ) şöyle dile gelir
Enelhak sırrt uş gönlümde gizli
Ki hakk-i m utlakım hak söylerem men
Vecd ile kalp, Tanrı’yı görür:
Sarhoşuz rûz-i ezel peymâne şâhdan içmişiz
Bu kadehden içmeyen ağyara söylen gelmesün ()
Hatâyî D ivanı 'nda “meyle tecerrüd haleti” tasavvuf! anlamda
sık sık dile getirilir:
Zâhid: kop arm a sen meni meyhâneden bugün
Rûz-i ezelde yâr ile pey mân yeter mana (42)
Meclis ve sâkîye:
Çünki devr etmez ayağı meclis-i ‘uşşâk-ârâ
Leblerin câm-ı musaffa kıldığın ya‘nî ki ne
Fuzûlî’nin sevgilisi ve ilham kaynağı Hatâyî’de şu beyitler:
Derd-i hicrinden senin hergiz şikâyet kılmazam
Hiç ilâç etmen tabîb niçün ki dermândır m ene
Tâ gam -ı hicran ile düşdim visâlinden ırağ
Gamlu gönlüm hicr ile çün beytü'l-abzândır yine (60)
Kandır menim susuzluğum ey âb-i la‘l-i yâr
Girmez elüme dünyada su senin kim i (64)
Bu vücûd-i zârımı her günde bîmar isterem (78)
Şu beyitler kuşkusuz meclis-i ‘işrettendir:
Sâkiyâ ol camı sen doldur tamâm etsün bize
Ömri noksan olsun anın kim didi anı harâm
Bâdeden pürdir sürâhî dâmeninde ol müdâm
Sanasın güller biter pehlû-yi serv-i höş-hirâm (77)
Ey ki sarhoşdır dû çeşmin leblerin peym ânedir
Ol sebebden âşıkın dâim yeri meyhanedir ()
Bihişt istersen ey zâhid beyandır meclis-i rîndân ()
Sâkiyâ gel kî m cihân bağ-i cinân olmuşdürür ()
Osmanlı padişahı onun gulâmıdır:
Yüz Kayser ana gulâm-i Rûmî (Hatâyî, Dehnâme )
Şâh İsmail ve Tahmasb Döneminde İşret
Şâh İsmail, kuskusuz, “saltanatın zururetlerinden olarak” (Tah
masb, Tezkire , 40) sarayında işret meclisleri düzenliyor, şarap içi
yordu (Fuzulî, ona Bang u Bâda risalesini sunmuştur). Şaha bağlı
Kızılbaşlar arasında içki, cem âyininin vazgeçilmez bir parçasıdır.
Bu, bir yandan kadîm İran bazm , öbür yandan Türk toy âdetinin
devamı bir gelenektir. Tahmasb (Tahmasp; ) hâtıratında
(Tezkire)** babası Şâh İsmail’in Selim’e karşı Çaldıran Savaşı’nda
() yanındaki Türkmen beylerinin ve askerin içkili olduğu hak
kında şunları yazar (Tezkire , ): “Babamın (Şâh İsmail) sizin
babanızla (Selim) savaştığı gün Şamlû Durmış Han ile çeşitli beğler,
hatta ordunun tamamı sarhoştu. Akşamdan sabaha dek şarap içip
savaşa yönelmişlerdi. Bu olay son derece akıldışı ve kötü olmışdı
Durmış Han’a bedduâ ediyorum Gereksiz yere savaşmak
için ya deli ya da sarhoş olmak lâzım. Allah’a şükr olsun, benim
ülkemin askeri şaraptan ve fıskdan, hatta bütün kötü işlerden töv
be etmiş; memleketin tamamında meyhâneler ve bozahâneler ve
çeşitli Şeriat dışı yerler bertaraf edilmiştir Vezir Ahmed Beğ ve
hazır bulunan bazı beyler, "Kötü fiillerin kimisinden vazgeçelim,
Şeriatın yasaklarından şarap içmek gibi bazılarından ise vazgeçile
mez, dediler.” Tahmasb, imâm Rızâ’yı rüyasında görmüş, önünde
şarapdan, zinâdan ve bütün kötü işlerden tövbe etmiş. “Ertesi gün
‘Seyyidliğin sığınağı’ M îr Hâdî Muhtesib’in elini tutarak tövbe et
tim o tarihten beri bütün ülkemde fısk u fucür bertaraf oldu”
diye yazıyor, içkiye karşı bu siyaset, 1 5 3 3 ’te Osmanlı tehdidi kar
şısında uygulanmıştır. Kadı Burhâneddîn ve Timur zamanındaki
gibi, Osmanlı sultânının gazi şöhreti, rakibi tranlı Şâh Tahmasb’ı
saldırıdan alıkoyan etkenlerden biri idi. Tahmasb hatıralarında44
Süleyman Avrupa’da sefere çıktığı zaman Tahmasb’a saldırıya geç
mesini söyleyen danışmanlarına, gazâya engel olamayacağını söy
ler, “dîni dünyâya satamayız” der. Osmanlı askerinin savaş öncesi
içki (süci) içmesi yasaktı. Tüm yabancı kaynaklar, Osmanlı ordu
sundaki disiplinden övgü ile söz ederler, ‘ayş u nûş zaferden sonra
başlardı.
Tahmasb, siyasî hatıratını yazdığı Tezkire başlıklı kitapta, sal
tanatının ilk yıllarında babası Şâh İsmail’in başlıca desteği olan
Anadolu Kızılbaş Türkmen beylerinin (başlıcaları Ustaclû, Şamlû,
Tekelü)45 İran’da valilik ve kumandanlıklarda bulunarak, devlet
hayatında kesin rol oynadıklarını belirtir; onlar aralarındaki reka
bet ve çarpışmalarla, giderek güç ve nüfuzlarını kaybettiler. Tah-
masb’ın ilk yıllarında İran, emîrülümerâ Şamlû ve Tekelü Türk
men beyleri arasındaki mücadeleye sahne olmuştur. Bu Türkmen
beyleri, içkiye düşkün ve kan dökücü kişiler olarak tanınmışlardı.
Anadolu’dan aşiretleriyle Şâh İsmail etrafında İran’a göçmüş olan
öbür ileri gelen Kızılbaş beyleri, Zülkadirli, Afşar, Musullu, Rûm-
lu, Kaçar beyleri arasında çarpışmalar eksik olmuyordu. Ordu ku
mandanlıklarını ve valilikleri ellerine geçiren bu Türkmen beyleri,
Tahmasb’ın küçüklük döneminde sürekli mücadele halinde idiler
(Türkmen aşîret kuvvetleri tahmin edilmektedir) Ka
nunî Süleyman’ın İran seferinde () bazı Kızılbaş beyleri gelip
ona katıldılar Tahmasb’ın, Hindistan’da Timurîlerden Babur ve
Hümâyûn ile yakın dostluk ilişkileri bilinmektedir. Babur’un ta
rihinde “saltanat levazım ından saydığı içki meclislerini ve şarap
içmeyi yasaklaması, Tahmasb’ın aynı yoldaki kararı üzerinde etkili
olmuş olabilir. Tahmasb’ın hâtıratı Tezkire 9yi yazmasında da, B j -
burnâme 9yi taklîd ettiği ileri sürülmüştür
Tezkire 9den açıkça anlaşıldığı gibi, Tahmasb mutaassıp bir
Müslüman idi,49 Farsça ve Türkçe şiirler yazar, olaylar karşısında
daima Kur’ân’dan âyetler okurdu. O, Rûmîler dediği Anadolu’dan
gelme Şi‘î Türkmen beylerinin baskısından kurtulmak istiyordu.
İçkiyi haram saymayan Kızılbaş Türkmenlerle geleneksel İranlı
bürokrat ve ulemâ arasında siyasî gerginlik, Tahmasb'ın saltana
tına damgasını vurmuştur. Başka bir deyimle, içki, yerli İranlılar
ile Türkmen aristokrasi arasındaki rekabetin bir simgesi haline
gelmiştir. Tahmasb’ın daha sonraki yıllarında içkiye ve içki içen
lere karşı tutumu daha da sertleşmiş, içkiye düşkün şâirlere baskı
yapmıştır
Azerî-Türkmen Sanatçılar Osmanlı Sarayında
Azerî-Türkmen şâir, nakkaş, münşî (bürokrat), sûfî şeyh ve Ka
lenderler, »dardaki Osmanlı Türk kültürünün gelişmesinde birin
ci derecede rol oyn amışlardır; sadece birkaç isim saymak gerekir
se, Hoylu Abdal Musa, Şâir Nesîmî, Habibi, Fuzulî, Ruhî, Münşî
tdris-i Bitlisi, Nakkâş Osman ve Lokman, ilk hatıra gelen üstad-
lardır Azerî-T ürk menler, bir yandan İran Fars dili ve kültürüne,
öte yandan menşe, dil birliği dolayısıyla Osmanlı-Türk kültürüne
egemen olmaları sonucu, bu iki kültür arasında aracılık yapmışlar;
özellikle Osmanlı yüksek saray kültürünün oluşmasında önderlik
etmişler, yüksek saray musikîsinde birinci derecede etkili olmuşlar
dır. Topkapı Sarayı Arşivinden Tebriz’den gelen sanat erbâbına ait
listelerden birini (no. 9 7 8 4 ,1. Selim veya Kanunî Süleyman döne
mi) aşağıya alıyoru z:
Tafsîl-i esâmi-i ustadan ki Tebriz*den gelmişlerdir IBelge: Topkapı
Sarayı Arşivi no. 9 7 84]
/. Cemâ*at-i N akkâşân berin mûceb:
Şâh Muhammed ‘Abdülganî Derviş Bik Şeyhân
Musavvir Musavvir Musavvir Nakkâş
‘Alâeddîn
Mansûr Bik Şeyh Kemal Ali Bik
Muhammed Nakkâş
Nakkâş Nakkâş
Nakkâş
Ahî Bik ‘Abdulhâlik Mîrzâ Bik Nazar
Nakkâş Nakkâş Nakkâş Nakkâş
‘Abdülfettâh Mîr Akâî Şeref Ali kulu
Nakkâş Nakkâş Nakkâş Nakkâş
Yekûn neferen: 1 6
II. Cemâ*at-i M üteferrika:
Sultân Ali Abdülvâhid Sultân Ali ‘Arîzî
Hakkak Kâtib Kâtib Munye-dûz
Derviş
Mevlânâ Gülâbı Hoca Kelân Sultân kulu
Muhammed
Gazzâz Zerger Zerger
Zerger
Mtr Hüseyn Emıneddîn Hâcegı Abdürrezzak
Girüftci Girüftci Mîzger Kâşî-trâş
Hacı Muhammed
Burhan Mahmûd Can
Muhammed
Kâşî-traş Kâlîci
Camcı Camcı
Koç Ahmed Muhammed
Hallaç Zengîrci
Yekûn nefer en: 18
III. Cemâ'at-i Sâzendegân:
Şeyh Murad ı İmâm-kulu Şâh-Murâd Maksud
Nâycı Nây-zen Kanûncı Dâyireci
Yekûn ne fer en: 4
Cem*an: 30
Bunlardan gayrı yigirmi üç nefer oğulları vardır , anlar dahi ustâd-
lardır.
Fakat şiirde Azerî-Türkmen şâirleri Habîbî ve Fuzûlî’nin üslû
bu, Osmanlılarca “ hilâf-i üslûb-i şu‘arâ-yi zamane” sayılmakta idi.
Şâir Habîbî için ‘Âşık Çelebi Tezkiresinde (86a) şu kayıt ilginçtir:
“Sultân Bayezid devrinin âhirinde diyâr-i ‘Acem’den gelmiş ek
ser edâları ‘acemâne ve hilâf-i üslûb-i şu‘arâ-yi zamânedir.”
Çelebi Sultân Mehemmed döneminde Tebrizli sanatçılar hak
kında şu ilginç kaydı buluyoruz: Hacı İvaz Paşa (öl. ) “gayrı
iklimlerden ehl-i hünerleri ve dahi üstadları Rûm’a ol getirtmişdi”
(Neşri, Menzel nüshası ). Hacı İvaz’ın mimarı olduğu Bursa I.
Mehemmed Külliyesi’nde Tebrizli ustaların çalıştığı, cami kitabe
lerinden anlaşılmaktadır.
Azerî-Türkmenler Osmanlı payitahtında hayli gözde idiler ve
onların sanat üslûbu İstanbul’da yaygındı. Bir Tezkire 'de (Süley-
maniye Kitaplığı, ‘Âşir Efendi Kitapları ) bu konuda şunları
okuyoruz:
“Padişahım! İstanbul sâye-i devletinde mânend-i Tebrîzdir;
kavâbil-i Rûm’dan nice kimesneler, reviş-i erbâb-i hiref-i ‘Acemî
verziş itmeğe nev-heves ve sebk-hîzdir, taİîk-nüvisleri kabiliyyet-i
hudâdâdı ile ‘Acem dîvanîsin nesh yoluna gitmişlerdir; kazzâzla-
rımız ‘Acem kazzâzlarına reşkle yıldız düğme dökdürdiler; Rûm
[Anadolulu Türk] ressamları ‘Acem nakkaşların renk-pezîr itmiş
lerdir, takyecileri ‘Acemlerin takyesin başlarına oldurduk deyü fe-
rahdan taçların göğe kondurdular; hayyâtları san‘at-i Frengîdedir,
nûr-delikler itdiler ki, ‘Acem derzilerine tekeleler giydirdiler; har-
râtları ‘Acem kelle-huşkların çıkrığa çevirdiler, aşçılarına nice çaş-
nîler içürdiler, başçıları paşa-rîz olmayalım deyü yine ‘Acem ser-
haddine irdiler, helvacılarına ağızları dadın virdiler Her hirfetin
kâmillerinin ve her san‘atın kabillerinin ve pîşeverlerinin kârların
dan ve ustâd işlerinin yâdgârlarından numûdâr ve kendinin sıdkı
bedîdâr olmagiçün nümûneler getürdiler; pâdişâh cümlesin hoş
görür, kimine ‘ulufe ve kimine bahşiş ve kimine terakkiler bahşâyiş
buyurup kîse-i amalleri malla mâlâmâl olunca ve ceyb-i dâmânlan
nukûd-i ‘uhûdla dolunca herbirini lûtf u kereme doyurdular.”
OsmanlI S arayında
AzerbaycanlI Musikişinaslar*
Nizameddîn b ir Yusuf Kırşehrî’nin XV. yüzyılın başlarında yaz
dığı Risâle-i M usikî eseri başta olmak üzere birçok müzik Edvar' la-
nnda (Hızır bin A bdullah, Ahmedoğlu Şükrullâh) makam sanatın
da üstad olan bir Kemal Tebrizî’nin adı geçmektedir (Kırşehrî: 24a).
Fakat bu zat hakkında herhangi başka bilgi bulunmamaktadır. İ.H.
Uzunçarşılı’nın Osmanlı Tarihi'nde52 ve Ali Haydar Bayat’ın kita
bında ünlü Tabib Âhî Çelebi’nin (ölm. /) babası olan XV.
yüzyıl ikinci yarısında Azerbaycan’dan Türkiye’ye gelen bir Tabib
Kemal Tebrizî’den bahsedilir Bir tabibin aynı zamanda bir müzik
bilgini olması hiç sıra dışı bir olay değil: Tıp alanında çalışanlar
arasında müzik sanatı ile profesyonelce ilgilenen insanlar, özellik
le Anadolu’da, az değildir. Onun Türk edvarlarında geçen Kemal
Tebrizî ile aynı şahıs olduğu hakkında tahminler doğal sayılabilir.
Fakat sonraki araştırmalarımız gösterdi ki, Uzunçarşılı’da geçen
Kemal Tebrizî hakkında verilen kısa bilgiler/tarihler ile Kırşehrî’nin
risalesinin yazılış tarihi birbirini tutmamaktadır. Ayrıca, Kırşehrî
risalesinin Farsça aslı 1 4 0 0 ’lerde, belki de daha önce yazılmıştır.
Değerli Doğu musiki tarihçisi Prof. Dr. S. Agayeva'nın yazısını, müsaadeleriyle burada
özetlemekteyiz; Bildiri: Osmartlı D ön em i T ü rk M usikisi Sem pozyum u, Bursa,
Maalesef, o döneme ait olan yazılı kaynaklarda makam üstadı Ke
mal Tebrizî hakkında bir bilgiye rastlanmamaktadır.
Sultân II. Murad ve Fâtih Sultân Mehemmed zamanlarında
Osmanlı pâdişâhlarına eserlerini ithâf eden ve kendi arzularıyla
Azerbaycan’dan gelen musikî üstadları arasında XIV.-XV. yüzyılın
ünlü müzik bilgini, besteci ve icrâcı Hwace Abdülkâdir bin Geybî
M arâgî’nin küçük oğlu Hwace Abdülaziz, riyâziyeci Fetullâh Şir-
vânî, Anadolu’da dünyaya gelen Azerbaycan soylu Abdülkâdir’in
torunu Mahmud Abdülaziz Marâgî ve kemânçe üstadı, şâir Turak
Çelebi (Nihanî) de var.
Abdülaziz Marâgî
Doğu müzik sanatının ünlü bilgini Abdülkâdir Marâgî
yılında yazdığı M akâsidu’l-Elkân kitabını yeniden kaleme alarak
yılında II. Sultân Murad’a tahta geçmesi vesilesiyle ona ithâf
eder. Aynı eserin tarihli nüshası da (Rauf Yekta Bey nüshası)
II. Murad’a ithâf edilmiştir Her ne kadar bazı kaynaklarda bu
kitabı pâdişâha takdim etmek için M arâgî’nin kendisinin Bursa’ya
geldiği söylenirse de, Hwace Abdülkâdir kendisi değil, üç oğlundan
en küçüğü olan Abdülazîz’i Herat’tan Bursa’ya giden bir kervan
ile göndermiştir. Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde bulunan vesika
lara dayanarak bu olayın II. Murad’ın 1 4 3 0 ’da Edirne’ye geldiği
zamana denk düştüğü tespit edilmiştir (Uslu, ). Vesikalarda,
bu tarihte II. Murad’ın emriyle, Hacı Temürhan (Temirhanlı) kö
yünün genç Abdülaziz’e timar olarak verilmesi hakkında bir kayıt
bulunmaktadır. Böyle kıymetli bir hediyenin Abdülaziz’e verilme
sinin sebebi, sadece ünlü babasının sultâna gönderdiği M akâsi -
du ’l-Elhâtı kitabının karşılığı olarak düşünmek doğru olmamalı.
Yüksek müzik yeteneğine sahip olan Abdülaziz, yıllar boyunca,
hatta Fâtih döneminde de Osmanlı sarayında takdir edilen bir sa
natçı idi. Bunu, Osmanlı arşiv kayıtlarında onun adının saygı işa
reti ulan “Hâcc Abdülaziz” şeklinde geçmesi de kanıtlamaktadır.
Burada, Abdülaziz’in babası, Abdülkâdir M arâgî’nin, oğulları
nın müzik eğitimi ile ciddî ve titiz bir şekilde şahsen meşgul olması
ve sonuçta onları üstün müzik üstadları olarak yetiştirmesini ha
tırlamakta yarar var.
Abdülkâdir’in itirafına göre, onun yaşadığı dönemde artık se
viyeli, bilgili icracılar kalmamıştır. Bu nedenle, bestelediği parça
lardan sadece hafif, kolay olanlar icra edilirdi, zor müzik yapıtları
ise bilgisiz müzikliler kavrayamadıkları için çoğu unutulup kay
bolurdu. Bu durum, M arâgî’yi kaygılandırırdı. Üzüntüsünü, uBir
kez değil, her nefes aldığımda bin kere ‘ah!’ çekiyorum!” şeklinde
kitaplarında ifade etmiştir ( Câmi'ul-Elhân , Favâid-i ‘Aşere). Marâ-
gî’nin kanısına göre, iyi bir müzikçi olmanın esas şartı, icra yeteneği
ile müzik bilgisini yoğun çalışmalarla bir araya getirmesidir. Ab
dülkâdir’in kendi döneminde bile eserlerinin çoğunun kaybolması
hakkında acı itirafı, kendi eli ile yazılmış kitaplarının çeşitli nüsha
larında yer almıştır. Bu çok önemli olguya dayanarak (makam-usûl
terkibinin değişmesi, Farsça olan orijinal güftelerin unutulması veya
yanlış icra edilmesi sonucunda ezginin de farklı bir şekli alması ve
diğerleri) günümüzde Abdülkâdir Marâgî’ye atfedilen parçalarının
ona ait olmadığı iddiası, belki de üzücü, ama bilimsel bir gerçektir.
Hâce Abdülkâdir’ in oğlu Abdülaziz ve torunu Mahmud’un eserle
rinde bu konu ile ilgili hiçbir bilgi bulunmamaktadır.
Abdülaziz’in bir besteci ve icrâcı olduğunu, onun N ekâve
tu’l-Edvâr (Devirlerin Aydınlatması) müzik teorisi kitabından öğ
reniyoruz.
Abdülaziz müzik bilimine ait “muhtasar” bir kitap yazdığını, el-
yazmasının birinci varağında söyler. Burada geçen “muhtasar” keli
mesi bazı kütüphane kayıtlarında ve kataloglarda yanlışlıkla kitabın
adı gibi algılanmıştır. Eserin asıl adı N ekâvetu’l-Edvâr olarak yaz
manın 2. varağında açıkça görülmektedir. Abdülaziz, “lahnler/ez-
giler diyarına” ait olan müzik sanatının bilimsel ve pratik/icrâ-bes-
tecilik kurallarını açıklayan bu eserde kısa (“muhtasar”) bir kitap
yazdığından bahseder. Kitapta Abdülaziz, ünlü babasını hep saygı
ve samimiyetle anmaktadır. Aynı zamanda Abdülkâdir’in ismini ta
kip eden “rahmetullâh” kelimesi kitabın Hwace Abdülkâdir’in bu
dünyayı terk ettiği tarihten () sonra yazıldığını göstermektedir.
N ekâvetu’l-Edvâr bir mukaddime ve 12 bâbdan oluşmaktadır.
II. Mehmed’e Farsça bir beyt de içeren medhiyeden sonra hemen
Abdülkâdir’den yapılan alıntılar yer almaktadır. Genel olarak ki
tabın içeriği, Abdülkâdir Marâgî’nin kitaplarından yapılmış alın
tılardan oluşmaktadır. Fakat Abdülaziz, kendisinin bestecilik ve
icrâcılık tecrübesine dayanarak önemli ve yeni olguları da ekle
mektedir. O, esas klasik 12 makamdan türetilmiş ve Abdülkâdir
Marâgî tarafından düzenlenmiş 24 şu‘be sistemine, bestelediği iki
yeni şu‘beyi de eklemiştir. Yeni makâm-şu‘belerin bestelenmesi ve
onların mevcut olan Urmevî-Marâgî nazariyatına eklenmesi, XV.
asırda müzik sanatının gelişmesi ve eski kuralların daha serbest şe
kilde kullanılmasının göstergesi idi. O dönemde çeşitli makamlar
dan oluşan yeni makam nevleri, t er ki b istilâhı ile yaygınlaşmışlar.
Terkib olayı, Abdülkâdir’e malûm olsa bile, onun istilâhat gelene
ğini devam ettiren oğlu Abdülaziz’in bestelediği yeni makamlarsa
şu‘be olarak adlandırılmıştır.
Abdülaziz bu kitabında kendi icadı olan ve temelinde altı per
de olan Şâhî ve dokuz perdeli Safâ şu‘belerinin ses dizisini ve bu
şu‘belerde bestelenmiş eserlerde kullanılan şiir örneklerini de ver
mektedir.
Şahî şu‘besinin adından da belli ki, bu sözlü eser sultân II. Sultân
Murad’a ithâf edilmiştir. Bestenin sesleri, iki Nouruz-e Asi âvâzın-
dan oluşturulmuştur, şiir olarak Abdülaziz, Kawl-e murassa ‘ for
munu kullanmıştır. Kawl-e murassa ‘ (“kıymetli taşlarla bezenilmiş
nutuk”) bir şiir ve müzik formunun adı idi, ki aynı eserde Arapça,
Farsça ve/veya Türkçe yazılmış beyitler bir arada kullanılırdı. Ab
dülaziz, 12 mısradan oluşan bir şiirin her iki satırını Arapça, diğer
iki satırını ise Farsça yazmıştır (N ekâvet , Nuruosmaniye: ).
Abdülaziz’in diğer besteleri hakkında bilgi H. IX . yüzyılda ya
zılmış Külliyât-e Şams-e Rumî eserinde mevcuttur. Burada Abdüla
ziz M arâgî’nin zengüle makamında çahardarb usûlünde bir amel,
hüseynî makamında bir çahardarb taksimi ve sünbüle makamında
bir bestesi kaydedilmiştir (Külliyât-e Şams-e Rumî : a).
Marâgî ve Abdülaziz’den sonra aynı tarifi, yine XV. yüzyılın
ikinci yarısında Osmanlı Anadolu’suna gelen ünlü riyâziyeci Fetul-
lâh Şirvânî’nin II. Bayezid’e adadığı Mecelletun fi'l-Mûsikâ eserin
de buluyoruz.
Abdülaziz Oğlu Mahmud
XVI. yüzyılda “ Abdülaziz’in oğlu Mahmud b. Abdülaziz b.
el-merhum el-magfûr Hâce Abdülkâdir,” babası ve dedesinin yo
lunda devam ederek dönemin meşhur fûd çalan (‘«di), besteci (mu
sannif) ve musikişinası olarak tanınmıştır. Mahmud, II. Bayezid’in
() ve sonra Süleyman Kanunî’nin () sarayın
da gözde sanatçılardan idi. Sultân Süleyman devrinde Mahmud,
müzisyen topluluğunun (cemâ*at-i mutribân) en yüksek maaşı alan
-gündelik 47 akçe— bir ud sanatçısı Cavvâd) idi Bu toplulukta
İran’dan, Azerbaycan’dan gelen veya getirilen birçok müzisyen ça
lışmakta idi.
Müzik bilimi alanında aile geleneğini devam ettiren Mahmud
Marâgî, M akâsidu’l-Edvâr adlı Farsça müzik teorisi konulu bir ki
tap yazmıştır.
Makâsidu'l-Edvâr bir giriş (mukaddime) ve sekiz bölümden
(fasıl) oluşmaktadır. Babası Hâce Abdülaziz’in kitabına nisbetle
buradaki konular gerçekten daha kısa, “muhtasar” bir şekilde iş
lenmiştir.
Ünlü dedesinin teorisini özetlenmiş şekilde aktararak, Mahmud
daha çok müzik sanatının bestecilik/icrâ taraflarını aydınlatmış,
diğer yazılı kaynaklarda rastlamadığımız olgularla müzik tarihini
zenginleştirmiştir. Bunların arasında, Abdülkâdir M arâgî’nin bü
yük oğlu Mahmud’un amcası, 'Ûdt Nûreddîn Abdurrahman ve ud
çalgısının tarihine a it önemli bilgiler vardır.
Nûreddîn Abdurrahman
Nûreddîn Abdurrahman’ın adı ilk kez, Abdülkâdir Marâgî’nin
tarihleri arasında yazdığı Câmi'u’l-Elhân eserinde zik
redilmektedir. O zaman Abdurrahman 12 yaşında idi. Kendisinin
ve kardeşinin mükemmel müzik eğitimini alması için o, babasının
yazdığı Cami*u'l-Elhân kitabının tüm yazılış sürecini takip eder,
hatta babasından bu kitabın sonuna (hâtime) büyük şâir Sa‘di’nin
şiirlerinden meşhur bir beytinin, “Garez nakşest kez ma baz ma-
n ed ” konmasını ister. Abdülkâdir Marâgî de, “onun aziz hatırı
na” o şiirleri kitabının son kısmına dahil etmiştir ( Câmi'u’l-Elhân :
). Sonraki dönemlerde yazılmış olan kaynaklarda Nûreddîn
Abdurrahman’ın adına rastlanmamakta ve onun âkibeti bilinme
mekte idi. Bu açıdan Mahmud MarâgîVıin kitabının giriş kısmında
saygı ve rahmetle andığı Hâce Abdurrahman bn. Hâce Kemâleddîn
Abdülkâdir’den bahsetmesi müzik tarihi için önem taşımaktadır.
Hâce Abdurrahman güzel bir fûdî idi ve ‘«d çalgısının gelişme
si yönünde değerli çalışmaları vardır. Onun hâce olarak anılması
müzik sanatında saygılı ve tanınmış bir icracı olmasının kanıtıdır.
Önce Mahmud, udun genel gelişme tarihçesi ile ilgili kısa bir bilgi
veriyor: “Önceler ‘ûd dört telli idi, ona ‘«d-i kadîm , sonra Farabî
ona beşinci -k a d d (daha yüksek)- telini ekledi ve onu beşli ‘ûd
veya cüd-i kâm il olarak adlandırdılar” (Mahmud, yazma 5;
6). Buraya kadar aktarılan olgular, birçok müzik risalesinde
yazılmıştır ve bir yenilik taşımaz, beş telli ‘ûd, Farabî’den önce, IX.
yüzyılda el-Kindî’nin eserlerinde de kaydedilmiştir.
Mahmud Marâgî kendisi de ud çalgısı üzerinde geliştirme ça
lışmaları yapıyordu. O, *ûd-iekm el üzerine bir çift tel de ekleyerek
yedi telli bir ud ortaya koymuş. Bu ud nevinin adı müzeyyîne’l-es -
vât -seslerin güzelliği- veya *ûd-i m ükem m el idi. Yedi telli udun
esas özelliği, açık tellerin herhangi bir sekiz perdeli makamın ses
dizisine mukabil olması idi, yani her bir tel bir makam perdesi
hükmündeydi ve o perdenin sesine göre akord yapılırdı. Böylece
yedi telli udun açık telleri üzerinde sekiz perdeli makamları çal
mak mümkün idi (meselâ Uşşâk, Nevâ, Buselik, Rast, Hüseynî,
Hicâzî, Rahâvî veya Zengüle makamlarını). Sekizinci perde ise
aslında, Mahmud’un belirttiği gibi, birinci perdenin aynısı, oktav
notasıdır.
Çalgıların ihyâ, geliştirme meselesi müzisyenleri, icrâcıları daima
düşündüren bir mesele idi. Eski unutulan çalgıların tekrar müzik
hayatına dönmesi için yapılan çalışmalar ve icat edilen birçok çalgı
-müzik ömürleri uzun olmasa bile- gibi denemeler müzik sanatını
hareketlendirmiş, uygun koşullar çerçevesinde bazı çalgılar dönemin
geleneksel klasik çalgısı olarak müzik kültüründe yerini almıştır.
Sâfc-ı kâsât-ı çinî. Abdüllcadir’in geliştirdiği çalgı. M akâsidu'funduszeue.infoân.
T SM K R , y. 72b.
Mahmud M arâgî’nin kitabında Abdülkâdir M arâgî’nin geliştir
diği eski çalgı çinî kasat hakkında bilgi özel bir yer almaktadır. Ka
sat çalgısının şeması ve açıklaması Mahmud M arâgî’nin kitabında
da verilmiştir. O büyük saygı ile kasatı icat eden ve ilk icracısı olan
merhum dedesi Kemalâddin Abdülkâdir Hafiz Geybî’yi yad eder
ve bu çalgı ile ilgili bir şiir yazar (Mahmud, Ayasofya: 4):
Abdülkâdir M arâgî bu çalgıda Ardebil şehrinde Hâce Sadred-
din ibn Şeyh Safî huzurunda icrâ etmiştir. İlginç tarafı şudur ki,
sene sonra, Mahmud da bu zor çalgıda Sultân II. Bayezid’in
huzurunda icrâ etmiş ve II. Bayezid ona on bin akçe ve bir onluk
Osmani buyurmuştur (Mahmud, Ayasofya: 58). Bu bilgi, sadece
Ayasofya nüshasının son varağında kasat şemasının (çizimin) baş
lık tarafında verilmiştir. Abdülkâdir Marâgî’nin Makâsidu'l-Elhân
ve Favâid-i ‘Aşere'de bulunan kasat çizimlerini Mahmud Marâ-
gî’nin M akâsidu’l-Edvâr kitabının Nuruosmaniye ve Ayasofya
nüshalarında bulunan kasat çizimleriyle karşılaştırarak, Ayasofya
nüshasının daha çok Favâid-i ‘Aşere , Nuruosmaniye nüshasının
ise M akâsidu’l-Elhân eserlerinden faydalandığı gözlenmektedir.
Mahmud kendisinin besteciliği hakkında da kısa bilgi vermek
tedir. Metinden anlaşılır ki, o birkaç şu‘be bestelemiş, fakat yazdığı
bu kitap bir özet karakterini taşıdığı için konuyu sadece bir cüm
leyle anlatıyor. O bestelediği şu‘beyi (makamı) ferhutıde (mutlu)
olarak adlandırmış ve bu şu‘be üzerinde bir pîşrev bestelemiştir.
Müzik sanatında yeni makamların oluşturulması hakkında bil
giler, farklı dönemlerde yazılmış olan risâlelerde yer almaktadır.
Safiyuddîn Urmevî’nin icat ettiği teori esasındaki 84 daire/makam
temeli üzerine, Abdülkâdir Marâgî 91 daire oluşturmuştur. M ah
mud Marâgî onların yöntemini takip ederek 9 yeni makam dizi
si oluşturmuştur ve böylece dairelerin sayısını 1 0 0 ’e ulaştırmıştır.
Mahmud’un yazdığına göre, eklenen yeni makamların hoş, uyum
lu (mülayim) ezgisi var idi (Mahmud, 5, 6). Kitabın sonunda
(vr. 57a) verilmiş olan bu dairelerin tahlili gösterir ki, bunlar diğer
makamlardan farklı olarak dokuz ve on perdelidir (Şekil 3: Mah
mud Marâgî: Yeni Makamların Şeması).
Abdülkâdir, Abdülaziz ve Mahmud Marâgî Türk, Fars, Arap
medeniyetlerini yakından tanıyan, güzel besteci, sâzendc ve hânen-
de oldukları için kendi risâlelerinde birçok icrâ am el müziğine ait
olan meseleleri de aydınlatmışlardır. Kitaplarında çalgıların geliş
tirilmesi, yeni makamlar, besteler, icrâ özellikleri, bestelerde kulla
nılan ritimler ve şiirler hakkında önemli yenilikler getirmişlerdir.
Onların müzik faaliyetleri, sonraki dönem müzik medeniyetinin
gelişmesinde belirgin bir rol oynamıştır.
Fetullâh Şirvânî
XV. yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı Anadolu’sunda çalışan
büyük Azerbaycan bilgini, riyâzeci ve Mecelletun fi'l-Mûsika adın
da müzik risâlesinin yazarı Fetullâh Şirvânî’den de bahsetmek ge-
rekir. Eserin yazar künyesi tam olarak “Fethullâh b. Ebî Yezîd b.
Abdi’l-Azîz b. İbrahim eş-Şâberânî eş-Şemâhî eş-Şirvânî”dir.
senesinde Şemâha’da dünyaya gelen Fetullâh Şirvânî, il
köğrenimini anayurdunda babasının yanında gördü, sonra Serahs
ve Tûs’ta tahsilini devam ettirdi. yılında Timurî devletinin
bilim merkezi olan Semerkand’e gitti ve orada Timurî Ulug Bey’in
kurduğu medresede eğitim aldı. O, ünlü astronom Ulug Bey’den
ilgi ve yakınlık gördü, medresenin başhocası olan tanınmış mate
matik bilgini Bursalı Kadızâde Rûmî’den çeşitli matematik dersleri
okudu. Kadızâde, öğrencisinin yüksek yeteneğini değerlendirerek
ona gelecekte çalışm ak için Anadolu’ya gitmesini tavsiye etmişti.
Yaklaşık beş senelik tahsilini tamamladıktan sonra Azerbaycan’a
dönüp, Şirvan medreselerinde ders verdi. / yılında o,
Abdülkâdir M arâgî’nin Şerhü’l-Edvâr ve Zavâid-i Favâid-i ‘Aşe-
rc eserini “Fetullâh Şâberânî” [Şaberân, kadîm Azerbaycan şehri
nin adıdır
nest...
177072 177073 177074 177075 177076