zımmi hukuk nedir / ZİMMÎ | Sorularla İslamiyet

Zımmi Hukuk Nedir

zımmi hukuk nedir

Zımmi Ne Demek, Ne Anlama Gelir? İslamda Zımmi Kelimesinin Tdk S&#;zl&#;k Anlamı

Haberin Devamı

Fıkıh kurallarının geçerli olduğu İslam ülkelerinde bir kişinin ya da topluluğum zımmi olarak nitelenmesi için, o kişilerin bir dine mensup olması gerekir. Ateist anlamına gelen dehri ve münkirler ise hiçbir dini inanca sahip olmadıkları için bu kişiler zımmilere sunulan ayrıcalıklardan faydalanamamıştır. 

Zımmi Ne Demek, Ne Anlama Gelir?

 Zımmi kelimesi, temel hakları korunan demektir. İslam devletlerinde, diğer tüm azınlıklara karşı hoşgörülü bir politika yürütülmüştür. Osmanlı Devletinde uygulanan istimalet politikası da bunun en büyük kanıtlarından biridir. Zımmi olarak nitelendirilen azınlıkların sahip olduğu temel haklar şu şekilde sıralanabilir:

1- Yaşama Hakkı:

 Dinimize göre Allah'ın verdiği canı Allah'tan başkası alamaz. Hristiyanlar ve Musevilerin can güvenliği bizzat devlet tarafından sağlanır. 

Haberin Devamı

2- İbadet Hakkı:

 Osmanlı Devleti fethettiği topraklarda kiliselere ve havralara dokunmamış, insanların özgür bir şekilde ibadet etmelerine müsamaha göstermiştir. 

İslam'da Zımmi Kelimesinin TDK Sözlük Anlamı

 Cizye vergisi ödemek şartıyla can güvenliği, özgürce ibadet etme ve diğer tüm temel hakları güvence altına alınmış kişilere zımmi denir.

İslam ve Osmanlı Hukukunda Zimmîlerle İlgili Hükümler

Provisions Related Zimmîs (Non-Muslims) in Ottoman and Islamic Law

Osmanlı Devleti’nde gayrimüslimlere din özgürlüğü, can ve mal güvenliği ve hukuki konularda İslam hukukunun ilgili hükümleri uygulanmıştır. Bununla birlikte gayrimüslimler konusunda Osmanlı Devleti’ne has uygulamalar da görülmektedir. Millet sistemi bu uygulamalardan birisini teşkil etmektedir. Çalışmamızda İslam ve Osmanlı hukukunda gayrimüslimlerin hukuki durumları Mardin şeriyye sicilleri ve diğer arşiv belgeleri esas alınarak incelenmiştir.

Osmanlı Devleti, Osmanlı Hukuku, Gayrimüslim Hakları.

Ottoman Empire applied the zimmi’s provisions of Islamic law to non-Muslims. However specific applications also be seen relevant to non-Muslims in the Ottoman Empire. “Millet sistemi” is one of these applications. In this study the legal status of non-Muslims is investigated in Islam and the Ottoman law, on the basis of Mardin Şeriyye records and other archival documents.

Ottoman State, Ottoman Law, Non-Muslims Rights.

Osmanlı Devleti, kuruluş döneminden itibaren sınırlarını özellikle batı istikametinde genişletmiş olduğundan dolayı yoğun olarak gayrimüslimlerle faaliyet içerisine girmiştir. Şer’i hukukla yönetilen Osmanlı Devleti’nde gayrimüslim unsura nasıl davranması gerektiği konusunda İslam hukuku yol göstermesine rağmen bazı meselelerde farklı uygulamalar ortaya çıkmıştır.

İslâm hukukuna göre idare edilen bir devletinin himaye ve tâbiiyetinde olup haraç veren Hıristiyan ve Yahudi gibi gayrimüslim kimseler ehl-i zimmet veya zimmî olarak tarif edilmektedirler.1 Zimme, İslam hakimiyetini tanımak şartı ile Müslüman toplumun, diğer semavi din mensuplarına koruma sağladığı, süresiz olarak yürürlükte kalan bir sözleşmeyi ifade eder.2 Bu akidnâmenin geçersiz sayılması yine bazı kurallara bağlanmıştır. Buna göre eğer bir zimmî, Daru'l-harb'egiderek Müslümanlara karşı savaşırsa, İslam kanunlarını ve mahkemelerini kabul etmezse, cizye vermeyi reddederse, bir müslümanı dininden döndürürse, Müslümanların düşmanlarına yardım ederse, bir müslümanı bilerek ve isteyerek öldürürse, Allah'a, Kuran’a, Hz. Muhammed'e ve İslam dinine küfür ve hakaret ederse, bir Müslüman kadınla evlenir ya da zina yaparsa Müslümanlarla olan sözleşmeyi bozmuş olacaktır3.

Şer’i hukuka göre yönetilen bir ülkede yaşayan gayrimüslimler, İslam dinini kabul edebilir, kendi dinlerinde kalarak o ülkenin vatandaşı olabilir ya da başka bir ülkeye göçebilirler. Şer’i hukukla yönetilen bir ülkede kalan gayrimüslimler ile İslam devleti arasında zimmet anlaşması yapılır.4 Bu zimmet akdi gereği gayrimüslim vatandaşlar, can ve mal güvenliğine sahip olmakta, dinlerini istedikleri gibi yaşayabilmekte ve askerlik yapmamaları karşılığında cizye vergisi ödemekteydiler. Ancak bütün gayrimüslimler bu uygulamaya tabi tutulmamış ve bazı istisnalar ortaya çıkmıştır. İslâm hukuku gereği gayrimüslim yaşlı, kadın, çocuk ve çalışamayacak durumda olan hasta ve sakatlardan cizye alınmamıştır.5

H İSLAM HUKUKU’NDA ZİMMET SÖZLEŞMESİNİN HUKUKİ KAPSAMI VE OSMANLI İMPARATORLUĞU’NDAKİ GÖRÜNÜMÜ Av. Özge Demir* GİRİŞ İslam dininin kendi doktrini içinde yeryüzündeki insanları Müslüman olanlar ve olmayanlar şeklinde ikiye ayırdığı görülmektedir. Müslümanlar bir ümmeti ve sosyal statüyü oluştururken, Müslüman olmayanlar da diğer grubu ve statüyü oluşturmaktaydı. Bu statüler gereğince Müslüman olmayanlar Müslümanlardan aşağıda ve genel anlamda “canlarının ve mallarının Müslü- manlarca korunmaması” şeklinde işleyen bir dini mekanizma ile de bu statü- nün dinamikleri İslam dini uyarınca belirlenmişti. Her ne kadar ana kural bu olsa da, kimi istisna ile de bu kural oldukça sınırlandırılmıştır. Aşağıda detaylı olarak işleyeceğimiz “zimmet kurumu ” ve bunun yanında müste’menlik ve muvadaa sözleşmesi bu kuralın istisnalarından birkaçıdır. İslam dininde Müslüman olanlar ve olmayanlar şeklinde yapılan ayrım yaşanılan toprak parçasını da siyasal anlamda bir ayrıma tabi tutmuş ve darülharb ve darülislam şeklinde ikili bir yer tanımlaması yapılmıştır. Darülharb, İslam hakimiyeti altına girmemiş, idari ve hukuk nizamının İslami olmadığı ülke anlamına gelirken1; darülislam, İslam hükümdarlığının hakimi- yeti altında ve İslam hukukunun uygulandığı ülke anlamına gelmektedir2. Os- manlı İmparatorluğu’nda da İslam hukukunun bu tabirlerine riayet edilmiş ve Müslüman ve Müslüman olmayanların ayrımında toprak usulleri açısından bu ayrım kabul edilmiştir3. İslamiyet’in kurumsal yapısına bakıldığında, emirlerin içeriğinin hem dini, hem de siyasi mahiyeti olduğu açıktır. Bunun bir sonucu olarak kurulan İslam devletinin egemenliğinin tüm topraklara yayılması ve bu toprakların H Hakem denetiminden geçmiştir. * İstanbul Barosu. Bu çalışma, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Kamu Hukuku Anabilim Dalı Doktora Programı’nda ( / Güz) yürütülmekte olan “Osmanlı Devleti’nde Gayrımüslimler – I” dersi için hazırlanmış olan metnin yayın için gözden geçirilmiş halidir. 1 Ahmed Özel, İslam Hukukunda Milletlerarası Münasebetler ve Ülke Kavramı, İstan- bul, Marifet Yayınları, , s. 2 A.y. Khadduri ise sakinleri İslam hukukuna bağlı olan her ülkeye Müslüman ülkesi veya darülislam denir demektedir. (Majid Khadduri, İslam’da Savaş ve Barış, İstanbul, Fener Yayınları, , s) 3 Tankut T. Soykan, Osmanlı İmparatorluğu’nda Gayrimüslimler, İstanbul, Ütopya Kitabevi Yayınları, , s Özge Demir (İÜHFM C. LXXII, S. 1, s. , ) darülislam haline getirilmesi esası İslam Halifesinin de başlıca görevlerinden- dir. İslam Halifesi “Cihad” adı verilen savaşı yaparak darülharb’i darülislam haline getirecek, bu sayede de İslam egemenliğinin yayılmasını sağlayacaktır. Bu gerçekleşene kadar da darülharb ve darülislam sürekli bir savaş halinde- dir4. Cihad, İslam dini kabul edilinceye kadar Müslüman olmayanlarla sa- vaşma anlamının yanında, Müslüman olmayanların İslam egemenliğini kabul ederek cizye ödemeyi razı olana kadar onlarla savaşmak anlamını da taşımak- tadır5. Cihad, Kuran’daki “dinde zorlama yoktur”6 hükmü gereğince Müslüman olmayanların zorla İslamiyet’i benimsetme amacını taşımaz. Buradaki belirteç İslam devletinin egemenliğini onların da kabul etmesi, diğer bir ifadeyle haki- miyetinin kabulüydü. Darülharb’de yaşayan ve darülislam hakimiyeti içerisinde yer almayan halka “harbi” denmektedir. Harbiler malları ve canlarıyla koruma görmezler ancak bazı istisnai hallerde Müslümanlarca korunabilirlerdi. Bir harbinin İs- lam topraklarında alacağı “eman” adı verilen izin ile bulunması hali bu istisnai hallerin ilkidir. Bu durumda alacağı izinle darülislam’da bulunan harbiye “müste’men” adı verilmekteydi ve bu durumda kendisi canı, malı ve namusu ile Müslümanlar tarafından koruma altına alınırdı7. Bunun yanında darülharb’de yaşayan harbilerin de kendi yaşadıkları topraklarda Müslümanlara karşı can ve mal güvenliğine sahip olabilmeleri de mümkündür. Bu güvenlik durumu yine aman müessesinin bir sonucu olarak kurulur ve Müslümanların harbilerle yaptıkları barış anlaşmasının bir sonucu olarak ortaya çıkardı. Bu anlaşmanın adına “Muvadaa Anlaşması” denmektedir8. Bu anlaşma düşmanlığı durdurur ve yürürlükte bulunduğu süre boyunca harbi adı verilen gayrimüslimlerin can ve malına dokunulmaması esasına dayanırdı9. İslam dininin cihad ile ilgili genel prensiplerini Osmanlı İmparatorluğu da aynen benimsemiştir Ele geçirilen topraklardaki halk bir sözleşmeyle İs- lam dinini kabul etmeden cizye adı verilen vergiyi ödemek suretiyle, Osmanlı Devleti’nde yaşama, devletin bir uyruğu haline gelme ve bununla birlikte can ve 4 Gülnihal Bozkurt, “İslam Hukukunda Müs’temen’ler,” Prof. Dr. Fadıl Hakkı Sur’un Anısına Armağan, Ankara, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, , s. 5 Soykan, a.g.e., s 6 Bakara Suresi (2) : 7 Bozkurt, “İslam Hukukunda Müs’temen’ler,” s Eman bir yıl için verilirdi. Sürenin dolması veya müste’menin darülislamı terk etmesiyle emanın hükmü sona ererdi. Bu- nun yanında müste’menin zararlı amaçlar içinde olduğu tespit edilirse eman geri alı- nabilir ve bu durumda müste’men sınır dışı edilirdi. (Khadduri, a.g.e., s. , ) Bir yıllık süreden fazla İslam topraklarında kalan müste’menler cizye vererek “zimmi” sta- tüsü kazanırlardı. (Yavuz Ercan, Osmanlı Yönetiminde Gayrimüslümler Kuruluştan Tanzimat’a Kadar Sosyal, Ekonomik, Ve Hukuki Durumları, Ankara, Turhan Kitabevi, , s. 7.) Bunun yanında bir müste’men İslam toprağından bir arazi satın alması halinde bu araziye haraç vergisi konulur ve cizye ödemekle yükümlü olurdu. Bu da onu zimmi statüsüne sokardı.[ Molla Hüsrev, Gurer Dürer Tercümesi (İslam Fıkhı ve Hukuku), çev. Arif Erkan, seafoodplus.info, İstanbul, Eser Neşriyat, , s] Yine İslam top- raklarına müste’men olarak gelen bir kadının zimmi ile evlenmesi durumunda da kadın evlilik ile birlikte zimmi statüsüne dahil olurdu. (A.y.) 8 Soykan, a.g.e., s 9 A.y. 10 A.e., s. İslam Hukuku’nda Zimmet Sözleşmesinin Hukuki Kapsamı ve Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Görünümü mallarının devlet tarafından korunması hakkını kazanıyorlardı. Bu kişilere de aşağıda daha detaylı olarak inceleyeceğimiz şekilde İslam terminolojisindeki karşılığı ile “zimmi” denmekteydi. Bu çalışmamızda zimmet kurumunun hangi şartlarda ve nasıl meydana geldiğini, kurumun zimmiler açısından doğurduğu sonuçları; bunun yanında zimmilerin zimmet sözleşmesi neticesinde “temel haklar” ve hukuk anlamında tabi oldukları statüyü, hem İslam hukuku hem de Osmanlı devlet uygulama- sını karşılaştırarak inceledik. Bu incelemede Osmanlı Devleti’nin klasik dönemi merkez alınmış zimmet kurumunun modern dönem Osmanlı Devleti’ndeki dö- nüşümü ve yerini neye bıraktığı hakkında genel bir değerlendirme ise sonuç kısmına bırakılmıştır. I. GENEL OLARAK ZİMMET KURUMU A. Zimmi Kavramı ve Zimmet Sözleşmesi İslam topraklarında süresiz oturma hakkını, karşılıklı yapılmış bir an- laşmayla kazanmış ehlikitap gayrimüslimlere11 zimmi denmektedir. Zimmiler İslam topraklarında cizye adı verilen vergiyi ödemek şartıyla yaşarlar ve bu sayede canları ve malları ile İslam devletinin koruması altına girerlerdi. Zimmi- ler köle değil özgür kişi statüsündeydiler ve İslam devletinin uyruğu sayılırlardı. İşte bu uyrukluğa neden olan sözleşmeye de “zimmet sözleşmesi” denir. Zimmi statüsünü kazanma çeşitli şekillerde olabilir. Kural olarak Müs- lümanlar tarafından savaş gerçekleşmeden bir yerin “teslim olması” ve cizyeyi kabul etmesi zimmi statüsünün kazanılmasının en önemli yoludur Savaş sonucu ele geçirilen yerlerde ise, cizye karşılığında halkı zimmi olarak kabul etmek devlet başkanının takdirine kalmış bir durumdur. İmam dilerse bu kişi- lerin öldürülmelerine veya köleleştirilmelerine de karar verebilir Bu durumda darülharb toprağı savaşmadan ele geçirildiği takdirde buranın halkı cizye ver- meyi kabul ederse zimmi statüsünün bu kişilere tanınması bir zorunluluk iken, savaşarak ele geçirilen darülharb toprağında orada yaşayan halkın zimmet statüsüne alınması tamamen ihtiyaridir 11 Ehlikitap kavramından anlaşılması gereken Hıristiyan, Yahudi, Sabii ve Mecusilerdir. (Yavuz Ercan, Osmanlı Yönetiminde Gayrimüslümler Kuruluştan Tanzimat’a Kadar Sosyal, Ekonomik, Ve Hukuki Durumları, s. 2.) Aynı yönde bkz: Hüseyin G. Yurdaydın, “İslam Devletlerinde Müslüman Olmayanların Durumu,” Ankara Üniver- sitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, C. XXVII, , s. Bozkurt, ehlikitap gayrimüs- limlerin Yahudi, Hıristiyan ve Sabiler olduğunu, Mecusiler’e ise sonradan zimmi olma hakkı verildiğini söylemektedir. (Gülnihal Bozkurt, “İslam Hukuku’nda Zimmilerin Hukuki Statüsü,” Prof. Dr. Kudret Ayıter Armağanı, Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, C. III, No. , , s. ) Aynı yönde bkz: Halil Cin, Gül Akyılmaz, Türk Hukuk Tarihi, Konya, Sayram Yayınları, , s Ercan’a göre, Hanefi fıkhına göre ehlikitap olmamakla birlikte Arap olmayan putperestler de zimmi olabilir. Maliki fıkhına göre ise Kureyş Ka- bilesi dışında kalan putperest Araplar da zimmi olabilir. (Ercan, Osmanlı Yönetiminde Gayrimüslümler Kuruluştan Tanzimat’a Kadar Sosyal, Ekonomik, Ve Hukuki Du- rumları s) 12 Soykan, a.g.e., s 13 Molla Hüsrev, a.g.e., seafoodplus.info, s 14 Soykan, a.g.e., s Özge Demir (İÜHFM C. LXXII, S. 1, s. , ) Zimmet sözleşmesi, İslam dininin üstünlüğünün kabul edilmesi şartıyla, Müslümanların diğer ilahi dinlerin üyelerine karşı dostluk göstermesi ve onları koruması anlamını taşıyan iki taraflı süresiz bir sözleşmeyi tanımlar Bu söz- leşme ile ehlikitap kişi İslam devletinin koruması altına girecek ve İslam top- raklarında süresiz oturma hakkına sahip olacak bunun karşılığı olarak da cizye adı verilen vergiyi ödeyecektir O halde zimmet sözleşmesinin kurucu unsuru sözleşmenin diğer tarafı olan gayrimüslimin ehlikitap olması17 ve cizye adı verilen vergiyi ödemesidir. Cizye vergisi çocuk, kadın, köle, kötürüm, ama, işi ve kazancı olmayan fakir- lerden alınmamaktadır Cizye ölmekle ve İslam dinine geçmekle düşer ve alın- maz B. Zimmet Sözleşmesinin Tarafları, Şekli ve Hukuki Niteliği Zimmet sözleşmesi iki taraflı bir sözleşme olup bir tarafı ehlikitap halk, diğer tarafı da İslam devletidir. İslam devleti adına sözleşmeyi imzalayacak kişi İslam halifesi veya halife tarafından cihad için görevlendirilen komutanken20, gayrimüslimler adına sözleşme gayrimüslimleri temsile yetkili olan kişilerce yapılır. Ercan’a göre, zimmet sözleşmesinin taraflarından birinin devlet diğer tarafın halk olması sebebiyle yapılan sözleşme gerçek bir sözleşme olmayıp kendine özgü bir sözleşmedir Zimmet sözleşmesinin şekli hususunda Bozkurt, uygulamada Müslü- manların uygulanması gereken kuralları içeren yazılı bir belgeyi karşı halka göndermesi ile veya tersine karşı halkın uyacakları kuralları içeren yazılı bir belgeyi Müslümanlara göndermeleri şeklinde yapılabildiğini söylemekle birlikte, yazılı olmayan şekilde de zimmet sözleşmesi kurulabilmektedir demektedir C. Zimmet Sözleşmesinin Kurulması ile Zimmilerin “Hak ve Yüküm- lülükleri” Zimmet sözleşmesinin kurulması ile zimmiler açısından kimi “hak ve yü- kümlülük” de doğmuş olacaktır. Aşağıda detaylı olarak inceleyeceğimiz üzere zimmilerin can ve mal güvenliği devletin koruması altında olacak; bunun ya- nında devlet, zimmilere din ve ibadet hürriyeti, seyahat ve eğitim hürriyeti gibi hürriyetler tanıyacaktı. Buna karşın zimmilerin de çeşitli yükümlülükler al- 15 A.e., s 16 Cizye vergisi zimminin aynı zamanda askerlik yapmamasını da sağlayan bir vergi türüdür. 17 Bkz: dn. Mürtedler (dinden dönenler) ve Arap putperestler ehlikitap olmayan gayri- müslimlerdir. Bunların yaşadıkları yer İslam egemenliğine geçerse İslam dinini seçme- leri teklif edilir, seçmezlerse öldürülürler, bkz: Molla Hüsrev, a.g.e. seafoodplus.info, s. 18 A.y. 19 A.y. 20 Bozkurt, “İslam Hukuku’nda Zimmilerin Hukuki Statüsü, ” s. 21 Ercan, Osmanlı Yönetiminde Gayrimüslümler Kuruluştan Tanzimat’a Kadar Sos- yal, Ekonomik, Ve Hukuki Durumları s. 8. 22 Bozkurt, “İslam Hukuku’nda Zimmilerin Hukuki Statüsü, ” s. İslam Hukuku’nda Zimmet Sözleşmesinin Hukuki Kapsamı ve Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Görünümü tında olacağı zimmet sözleşmesinin iki taraflı bir sözleşme olmasından kay- naklanan bir sonucudur. Bu yükümlülükler şunlardır Müslümanların haklarına riayet etmek, inançlarına saygılı olmak, onla- rın yanında domuz eti yememek, haç çıkarmamak, şarap içmemek, evlerini Müslümanların evlerine kıyasla yüksek yapmamak, Müslüman kadınlarla ev- lenmemek, ata binmemek, kılık ve kıyafet açısından Müslümanlara benzeme- mek24, silah taşımamak ve kullanmamak, binek hayvanlarına binerken eğer kullanmamak. D. Zimmet Sözleşmesinin Sona Ermesi Hanbeli ve Maliki fıkıhlarına göre zimmet sözleşmesini sona erdiren se- bepleri şöyle sıralamak mümkündür 1. Zimmi Darul Harbe gidip Müslümanlara karşı savaşırsa. 2. İslam devletinin yasalarını ve mahkemelerini kabul etmezse. 3. Cizye vermeyi kabul etmezse. 4. Bir Müslüman’ı dininden döndürürse. 5. Müslümanların düşmanlarına yardım ederse. 6. Bilerek ve isteyerek bir Müslüman’ı öldürürse. 7. Allah’a Kur’an’a ve Hz. Muhammed ile İslam dinine küfür ve hakaret ederse. 8. Bir Müslüman kadın ile zina yapar veya evlenirse. 9. Soygunculuk ve eşkıyalık yaparsa. Hanefi fıkhına göre zimmilerin Müslümanlar aleyhine savaşa girmesi ha- ricinde zimmet sözleşmesini sona erdiren bir durum yoktur Şafii fıkıhçıların 23 Bozkurt, “İslam Hukuku’nda Zimmilerin Hukuki Statüsü,” s. ; Ercan, Osmanlı Yönetiminde Gayrimüslimler Kuruluştan Tanzimat’a Kadar Sosyal, Ekonomik, Ve Hukuki Durumları, s 24 Kılık kıyafet açısından Osmanlı uygulamasına baktığımızda, zimmi milletlerin birbirin- den ve Müslümanlardan ayrımını belirlemek için renk esasının uygulandığını görüyo- ruz. Her zimmi topluluk farklı renk kıyafet giyip, başlık takarlardı. Müslümanların ka- vuk ve ayakkabıları sarı, Ermeniler’in şapka ve ayakkabıları kırmızı, Rumların siyah, Yahudilerin maviydi. (Gülnihal Bozkurt, Alman- İngiliz Belgelerinin ve Siyasi Geliş- melerinin Işığında Gayrimüslim Osmanlı Vatandaşlarının Hukuki Durumu ( ), Ankara, Türk Tarih Kurumu Basımevi, , s. ) Osmanlı uygulamasındaki kılık kıyafet ile ilgili detaylı bilgi için bkz: Yavuz Ercan, “Türkiye’de XV ve XVI. Yüzyıl- larda Gayrimüslimlerin İçtimai ve İktisadi Durumu,” Belleten, C. XLVII, S, , s. 25 Antoine Fattal, Le Statut Legal De Non-Musulmans en Pays d’Islam, Beyrouth , s. 82’den alıntılayan Ercan, Osmanlı Yönetiminde Gayrimüslümler Kuruluştan Tanzimat’a Kadar Sosyal, Ekonomik, Ve Hukuki Durumları, s. Hamidullah bu maddelere ek olarak fahiş faizli muamelelere düşkün olmanın da zimmet sözleşmesinin sona erme sebeplerinden biri olduğunu belirtmektedir. (Muhammed Hamidullah, İslam Anayasa Hukuku, İstanbul, Beyan Yayınları, , s) 26 Ercan, Osmanlı Yönetiminde Gayrimüslümler Kuruluştan Tanzimat’a Kadar Sos- yal, Ekonomik, Ve Hukuki Durumları, s. 9; Bozkurt, “İslam Hukuku’nda Zimmilerin Hukuki Statüsü, ” s. Özge Demir (İÜHFM C. LXXII, S. 1, s. , ) ise zimmetin kalkması için yukarıdaki ilk üç şartın gerçekleşmesi gerektiğini düşünürler Müslümanlığı kabul eden zimminin zimmet sözleşmesinin sona erdiği de açıktır. O artık darülislam’ın Müslüman olan tebaasına dahil olur, cizye vergi- sini ödemez ve zimmi statüsü de ortadan kalkar. Müslümanların sahip olduğu haklar ve yükümlülükler onun için de geçerli olur. Zimmet sözleşmesinin dini ve hukuki bir niteliğe sahip olması sebebiyle devlet başkanının bu sözleşmeyi feshetme yetkisi de yoktur Yukarıda zimmilerin hak ve yükümlülükleri bölümünde sayılan diğer yükümlülüklerin ihlalinde sözleşme yürürlükte kalır ancak yükümlülüğünü ihlal eden zimmi cezalandırılırdı. Burada ise zimmet sözleşmesi ortadan kalk- makta ve sözleşmesi sona eren zimminin akıbeti mezheplere göre farklı hü- kümlere tabi tutulmaktaydı. Şafiler zimmet sözleşmesinin ortadan kaldırılma- sına sebep olacak bir harekette bulunan zimminin öldürülmesi veya köleleşti- rilmesi konusunda halifeye takdir hakkı vermişler; Ebu Hanife ve Malik ise bu durumda zimmin öldürülmesi gerektiğini savunmuşlardır II. ZİMMİLERİN TEMEL HAKLAR AÇISINDAN İSLAM HUKUKU VE OSMANLI İMPARATORLUĞU’NDAKİ STATÜLERİ Zimmilerin temel haklar açısından tabi oldukları statüye geçmeden önce yukarıda incelediğimiz zimmet kurumunun Osmanlı Devleti’ndeki görünümün- den ve zimmilerin devlet yapısı içersinde dinlerine ve mezheplerine göre hangi adla anıldıklarından kısaca bahsetmek yararlı olacaktır. Bilindiği üzere Osmanlı Devleti teokratik bir devletti ve hukuken şeriat hükümlerine tabiydi İslam’ın genel çerçevesi içerisindeki kuralları, kendi sisteminde uygulayan ve devlet yapısını buna göre şekillendiren bir yapısal model arz ediyordu. Sınırları içerisinde zimmet sözleşmesiyle tebaa statüsü kazanmış birçok zimmi vardı ve Osmanlı Devleti kendi yapısı içerisinde bu zimmileri dinlerine ve mezheplerine göre çeşitli milletlere ayırmıştı. İşte millet 27 Ercan, Osmanlı Yönetiminde Gayrimüslümler Kuruluştan Tanzimat’a Kadar Sos- yal, Ekonomik, Ve Hukuki Durumları, s 28 Hamidullah, a.g.e., s. 29 Bozkurt, “İslam Hukuku’nda Zimmilerin Hukuki Statüsü, ” s 30 Berkes’e göre ise Osmanlı devletinin genel temelinin şeriat olduğu inancı olmasına rağmen dolaylı olarak bile İslamlıktan geldiği ileri sürülemeyecek yanları daha çoktur ve Osmanlı amme hukukunun hemen hemen hiçbir yanının şeriat kurallarından çıktığı söylenemez. Yazara göre bu tür görünüşlerde şeriat kuralları sadece bir “meşrulaş- tırma” aracıdır. Yine özel hukuk alanında da şeriat kuralları her yerde uygulanmamış- tır. (Niyazi Berkes, Teokrasi ve Laiklik, İstanbul, Adam Yayıncılık, , s) Yine Berkes Osmanlı devlet rejiminin teokratik olarak Değerlendirilmesinin hatalı olduğunu belirtmektedir. Berkes’e göre teokratik düzenin en tipik örneği Katolik Roma Papalık devletidir ve bunda en üstün dinsel - siyasal güç papadır. Osmanlı düzeninde ise bu durum tersinedir. Osmanlı halife padişahlığı bir din hükümdarlığı değildir. Osmanlı devletinde teokratik rejimin tersine olarak, din masla- hatlı değil, devlet maslahatı başta gelir. Din adamları hukukçu öğretmen propagandacı olarak devlet maslahatının görevlileridir. Bunlar kendi başlarına karar alamazlar. Ule- manın devlet ve dünya işlerinde kendi başlarına yargı yürütmesi ise devlet gücünün çok aşındığı zamanlarda olmuştur. Berkes İslam devleti ideolojisini yürütmenin Os- manlı tarihinde hiç görülmediğini söylemektedir. (Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaş- laşma, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, , s. ) İslam Hukuku’nda Zimmet Sözleşmesinin Hukuki Kapsamı ve Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Görünümü sistemi dediğimiz bu yapı içerisinde her zimmi grup kendi dinlerine ve mez- heplerine göre milletlere ayrılmış ve bu sistemle de Osmanlı Devleti, bu millet- leri yönetmekteydi Osmanlı Devleti’nde Katoliklere Papa Milleti, Ortodokslara Rum Milleti, Gregoryenlere Ermeni Milleti, Musevilere de Yahudi Milleti denmekteydi Rum, Ermeni ve Yahudi milleti Osmanlı Devleti içindeki en önemli milletleri oluşturuyorlardı Zimmilerin bu ayrımı görüldüğü gibi ulus temelli değil tamamen din eksenliydi ve bu yy ortalarına kadar böyle devam edecekti. Osmanlı devlet yöneticileri tarafından “idari kolaylık” sağlamak amacıyla geliştirilen millet sisteminin kökeni II. Mehmet’e kadar gitmektedir. Fatih Sul- tan Mehmet İstanbul’u fethettikten sonra Rum kilisesine dini ve özel hukuk işlerinde özerklik34 verdi. Rum milletine de bir Patrik tayin ederek onu tüm Ortodoksların başına getirdi Aynı imtiyazlar sonradan Ermeni ve Yahudi top- luluklara da tanındı. Bu toplulukların başındaki patriklere ve hahambaşılarına yönetim masrafları için vergi toplama hakkı verildi. Verilen özerklikler saye- sinde milletler kendi din, özel hukuk ve geleneklerini uyguladılar ve bunları korudular Böylece zimmiler Müslümanlarla yan yana ama farklı hukuksal düzene tabi olarak yaşadılar. yüzyıldan sonra ise din temelli millet sistemi, ulusçuluk fikriyle bugünkü anlamına kavuşarak Osmanlı Devleti’nin yıkılma- sını hızlandıran en önemli nedenlerden de biri haline geldi Görüldüğü üzere İslam dininde Müslüman olanlar ve olmayanlar ayrımı Osmanlı uygulamasında da aynen kabul edilmiş ancak Müslüman olmayanla- rın, sınırları genişleyen imparatorlukta idarelerini kolaylaştırmak için, bunlar kendi içinde din ve mezheplerine göre çeşitli milletlere ayrılmıştı. Bu sisteme de millet sistemi denmişti. Bu kısa açıklamalardan sonra “millet” gruplarını oluş- turan zimmilerin “temel haklar” açısından statülerini incelemeye başlayabiliriz: A. Can ve Mal Güvenliği Gayrimüslimlerin zimmet sözleşmesiyle darülislam topraklarında yaşa- malarına izin verilmesiyle birlikte İslam devleti zimmilerin canını ve malını ko- 31 Bilal Eryılmaz, Osmanlı Devletinde Millet Sistemi, İstanbul, Ağaç Yayıncılık, , s 32 Soykan, a.g.e., s. 33 A.y. 34 Kenanoğlu’na göre millet sistemi olarak adlandırılan ve genel kabul görmüş olan her dini grubun kendi din adamları ve öncülüğünde otonom bir idareye sahip olduğu yö- nündeki görüş, hem kapsam olarak belirsiz hem de uygulamadan örneklerle yeteri ka- dar desteklenmemiştir. Kenanoğlu’na göre dünyevi yetkileri olan bir kilise teşkilatına otonomi verilmesi Osmanlı Devleti gibi merkezi yapının güçlü olduğu bir devlette birçok hukuki problemin de doğmasına sebep olur. Bunun Osmanlı devlet adamlarınca da göz ardı edildiğini düşünmek meselenin yüzeysel değerlendirildiğini gösterir. (Macit Kenanoğlu, Osmanlı Millet Sistemi Mit ve Gerçek, İstanbul, Klasik Yayınları, , s. ) Kenanoğlu Osmanlı Devleti’nde gayrimüslim tebaanın yönetim şeklinin oto- nom bir millet sistemi olmadığını “ruhani iltizam” adı verilen sistem olduğunu söyle- mektedir. (A.e., s ) 35 Bozkurt, Alman- İngiliz Belgelerinin ve Siyasi Gelişmelerinin Işığında Gayrimüslim Osmanlı Vatandaşlarının Hukuki Durumu (), s 36 A.y. 37 A.y. Özge Demir (İÜHFM C. LXXII, S. 1, s. , ) rumakla yükümlüydü. Bu yükümlülüğün kapsamı zimminin canına ve malına yönelik, gerek içten gerekse de dıştan gelecek her tür saldırıya karşıydı ve İslam devleti gerekirse zimmileri korumak için savaş dahi yapacaktı Osmanlı Devleti’nde de bu kurala aynen riayet edilmiştir. Bir zimminin canına kast edildiğinde kısas ve diyet cezaları açısından kişinin zimmi veya Müslüman olmasının önemi yoktur. Bir zimminin kasten öldürülmesi duru- munda öldüren Müslüman dahi olsa kısas cezası uygulanacaktır. Molla Hüsrev “Müslüman zimmiyi öldürmekle öldürülür”39 ve “zimmi ile Müslüman’nın kol ve bacakları eşittir”40 diye yazmıştır Ayni şekilde diyet cezaları açısından da zimmi ve Müslüman açısından fark yoktur. Zimmilerin mülkiyet hakkı gerek İslam hukukunda gerekse de Osmanlı hukukunda koruma altındaydı. Mallarına yönelik her türlü saldırı Müslüman- ların mallarına yapılmış saldırılar gibi değerlendirilip hüküm veriliyordu. Bu- nunla birlikte zimmilerin mülkiyet hakkının kapsamı kendi dinlerinin hüküm- lerine göre belirlenmekteydi. Örneğin domuz ve şarap Müslümanlar için mülki- yet konusu teşkil etmese de, zimmiler için bu mallar üzerinde mülkiyet hakla- rının olduğu kabul edilmiştir Zimmilerim mülkiyet hakkının kimi sınırları da bulunmaktaydı. Bir zimminin Müslüman köle ve kitap halindeki Kuran üzerinde malik sıfatıyla zilyet olmayacağı, kabul edilmekle birlikte, ellerinde olmaları halinde zimmiler- den bunları derhal satmaları istenmekteydi. Zimmilerin bunları satmama gibi bir seçenekleri de yoktu Bunun haricinde arz-ı miri denen arazilerde gayri- müslimlerin Müslümanlarla birlikte mülkiyet hakları yoktu Bu toprakların mülkiyeti devlete aitti. B. Din ve Vicdan Hürriyeti a. İnanç Hürriyeti Kuran’da yer alan “dinde zorlama yoktur”45 hükmü zimmilerin din ve vic- dan hürriyetlerinin de temelini teşkil etmektedir. Bu hükmün bir sonucu ola- rak gayrimüslim kişiler zorla İslamlaştırılmamış ve dinlerinde kalmaları sağ- lanmıştır. Ancak önemle belirtmek gerekir ki Arap putperestler ve mürtedler 38 Bilal Eryılmaz, Osmanlı Devletinde Gayrimüslim Teb’anın Yönetimi, İstanbul, Ri- sale Yayınları, , s 39 Molla Hüsrev, a.g.e., C. III, s 40 A.e. s 41 Bilmen’e göre de zımmi ve Müslümanlar arasında bir ayrıma gidilemez. Ona göre zımmilerin canı, malı, namusu Müslümanların kefaleti altındadır. Zımmilerin hayatla- rına kast etmek İslam dinine göre haramdır ve peygamberin bir zımmiyi öldüren Müs- lüman için kısas cezası vermesini de örnek göstererek zımmi ve Müslümanların kısas konusunda ayrım yapılmaması gerektiğini söylemiştir. (Ömer Nasuhi Bilmen, Hukukı İslamiyye ve Istılahatı Fıkhiyye Kamusu, seafoodplus.info, İstanbul, Bilmen Yayınevi, , s. 79, ) 42 Özel, a.g.e., s; Mehmet Akif Aydın, Türk Hukuk Tarihi, İstanbul, Beta Yayınları, , s. ; Soykan, a.g.e., s; Ekrem Buğra Ekinci, Osmanlı Hukuku Adalet ve Mülk, İstanbul, Arı Sanat Yayınları, , s. 43 Soykan, a.g.e., 44 Ercan, Osmanlı Yönetiminde Gayrimüslimler Kuruluştan Tanzimat’a Kadar Sos- yal, Ekonomik, Ve Hukuki Durumları, s. 45 Bakara Suresi (2) İslam Hukuku’nda Zimmet Sözleşmesinin Hukuki Kapsamı ve Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Görünümü (İslam dininden dönenler) bu hükmün dışındadırlar İslam dini aynı şekilde gayrimüslimlerin dini inançlarını yerine getirme, ibadet ve ayinlerini serbestçe yapabilme hakkını da bu kişilere tanımıştır. Osmanlı Devleti’nin uygulamasına baktığımız zaman bu temel prensibe uyulduğu görülmüş ve fethedilen yerlerde yaşayan halkın inançlarına dokunulmamıştır. Bunun yanında, onların dinle- rine sövülmesi de yasaklanmıştır. Bir zimminin dinine sövmek suç oluştur- maktaydı İslam hukukuna göre bir Müslüman’ın İslam dininden dönmesi yasaktı. Ancak Müslüman olmayan birinin kendi dininden başka bir dine geçmesi ka- bul ediliyordu Ancak bu hükme rağmen Osmanlı Devleti’nin yy sonrasında zimmi- lerin din değiştirmelerine, özelikle de Hıristiyanların mezhep değiştirmelerine mani olmaya çalıştığı da görülmektedir Hatta bir süre sonra çıkarılan fermanlarla Hıristiyanların mezhep değiştirmeleri sonunda tamamen yasak- lanmıştır Bunun sebebinin Osmanlı Devleti’nin zimmileri etkilemeye dönük dini ve siyasi propagandayı engellemeyi istemesi olduğu söylenebilir. Ancak burada üzerinde durulması gereken önemli bir uygulamadan da bahsetmek gerekmektedir: İslam hukukunda yer almayan sadece Osmanlı Devleti’nde görülen “devşirme sistemi”, zimmilerin kendi dinlerinde kalma, inançlarına karışılmama ve bu temel ilkelerle bağlantılı zimmileri zorla İslam- laştırmama kuralına rağmen uygulanmış ve sistem varlığıyla hem zimmet söz- leşmesine hem de Şer’i kurallara da açıkça aykırılık teşkil etmiştir Devşirme usulünün temeli pençik kuralına dayanmaktadır. Pençik ku- ralı savaşlarda esir düşen gençlerden askerliğe elverişli olan beşte birine devlet tarafından el konulması kuralına dayanıyordu Bu esirler Türk ve İslam kültürüyle yetişmek üzere Anadolu’da çifçilere gönderiliyor, bir süre sonra İs- lamlaşmış ve Türkleşmiş olarak bu esirler Osmanlıların Balkanlar’daki düş- manlarına karşı savaşlarda kullanılıyordu Ancak özellikle Osmanlı’nın “Fet- ret” dönemini izleyen yıllarda fetihlerin durmasıyla ganimet olarak alınacak savaş tutsağının kalmaması; ama öte yandan da asker ihtiyacı sebebiyle Os- manlılar o zamana kadar hiç uygulanmamış yeni bir sisteme geçtiler Bu sis- temle Osmanlı’nın Balkanlar’daki Hıristiyan tebaasının çocuklarından sadece 46 Onlara ait bir yer fethedildiği zaman iki yol haricinde bu kişiler için başka bir seçenek yoktu. Bu seçenekler: Ya İslam dinini kabul etmeleri ya da öldürülmeleriydi. Bu se- beple onların din ve inanç hürriyetlerinden söz edilemez. 47 Soykan, a.g.e., s 48 Molla Hüsrev, a.g.e., seafoodplus.info, s 49 Soykan, a.g.e., s 50 Bozkurt, Alman - İngiliz Belgelerinin ve Siyasi Gelişmelerinin Işığında Gayrimüs- lim Osmanlı Vatandaşlarının Hukuki Durumu (), s. 21; Halil Cin, Gül Akyılmaz, Türk Hukuk Tarihi, Konya, Sayram Yayınları, , s 51 Coşkun Üçok, Ahmet Mumcu, Gülnihal Bozkurt, Türk Hukuk Tarihi, Ankara, Savaş Yayınları, , s. Bu konudaki tartışmalar için bkz: Ercan, Osmanlı Yönetiminde Gayrimüslümler Kuruluştan Tanzimat’a Kadar Sosyal, Ekonomik, Ve Hukuki Du- rumları, s 52 A.e., s 53 Soykan, a.g.e., s 54 Üçok, Mumcu, Bozkurt, a.g.e., s. ; Ercan, Osmanlı Yönetiminde Gayrimüslümler Kuruluştan Tanzimat’a Kadar Sosyal, Ekonomik, Ve Hukuki Durumları, s Özge Demir (İÜHFM C. LXXII, S. 1, s. , ) biri devşirme adıyla orduya alınmaya ve çok sıkı kurallarla dinleri etnik kö- kenleri ile ilişkileri kesilerek Müslümanlaştırılmaya başlandı Devşirme sis- temi “kapıkulu” adı verilen sistem içinde yürütülmüş ve devşirmeler, “padişa- hın” gerek savaşta gerekse de devlet içerisinde yararlandığı kulları (köleleri) olmuşlardır Ancak bu kulluk-kölelik müessesesi İslam hukukundaki kölelik kavra- mından farklıdır. İslam Hukukunda kölelerin fiil ehliyeti hiç olmadığı gibi, hak ehliyetleri de sınırlıdır. Bu nedenle mülkiyet ve miras hakları yoktur. Oysa pa- dişahın kölesi olarak kabul edilen kul statüsündeki devşirme sınıfının hak ve fiil ehliyeti vardır ve üstelik kendilerine tebaa üzerinde geniş haklar da tanın- mıştır Ancak bütün bu imtiyazlara rağmen hepsi padişahın kölesi olarak kabul edilmişler ve en küçük bir suç işlemeleri halinde bile ölüm cezasıyla ce- zalandırılmışlardır Bunun yanında kul sisteminin başka bir sonucu da mülkiyet konusu- dur. Devşirmeler padişahın kulu sayıldıklarından edindikleri mallar öldükle- rinde padişaha geçmekteydi. II. Mahmut’a kadar yürütülen bu yönteme “müsa- dere” denmekteydi ve bu uygulama İslam hukukundaki kölelik hukukuna uyan belki de tek kuraldır Müsadere yöntemiyle devşirmelerin terekeleri mirasçıları arasında paylaştırılmıyor, tereke doğrudan devlete geçiyordu. Yukarıda anlatılanlar ışığında İslam hukukunun en önemli kuralların- dan biri olan gayrimüslimlerin inanç hürriyeti, Osmanlı devlet uygulamasın- daki devşirme sistemi sebebiyle istisnalarla uygulanan bir görünüm kazanmış- tır demek yanlış olmaz. Bunun yanında devşirme sistemi İslam hukukundaki kölelik müessesiyle de açıklanamayacak bir yapısal modeldir. b. İbadet Hürriyeti Zimmilerin aynı şekilde ibadet etme hakkı bazı ayrıntılar haricinde kı- sıtlanmamıştır. Zimmiler kilise ve havralarında toplu olarak, evlerinde bireysel olarak ibadet etme hakkına sahiplerdi Eğer ibadet etmelerine haksız olarak engel olunursa din adamları aracılığıyla Divan-ı Hümayun’a başvurabiliyorlardı ve engelin kaldırılmasını isteyebiliyorlardı Ancak Osmanlı Devleti’nde İslam hukukuna dayanan bazı yasaklar da vardı. Örneğin çan çalma yasağı62 gibi. Ancak bu yasak çanın hiç çalmayacağı 55 Soykan, a.g.e., s. 56 Üçok, Mumcu, Bozkurt, a.g.e., s. 57 Sevgi Gül Akyılmaz, “Osmanlı Devleti’nde Yönetici Sınıf Açısından Müsadere Uygula- ması, ” Gazi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, Ankara, C. XII, S. , , s. , 58 İslam hukukuna göre efendinin köleyi öldürme yetkisi yoktur. (Üçok, Mumcu, Bozkurt, a.g.e., s) 59 A.e., s. , 60 Ercan, a.g.e., s. 61 Ali İhsan Karataş, “Osmanlı Devleti’nde Gayrimüslimlere Tanınan Din Ve Vicdan Hürri- yeti, ” Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, C. XV, S.1, , s. 62 Ercan, a.g.e., s. İslam Hukuku’nda Zimmet Sözleşmesinin Hukuki Kapsamı ve Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Görünümü anlamına gelmiyordu. Mabetlerin içinde, Müslümanları rahatsız etmeyecek bir tonda ve namaz vakitleri dışında çan çalınabiliyordu Yukarıda da belirttiğimiz gibi gayrimüslimlere inanç ve ibadet hürriyeti tanınmış ve bu hürriyetlerin gereklerini serbestçe yerine getirmelerine izin ve- rilmişti. Ancak bu hürriyetler sadece din değiştirmeye zorlanmama veya dinle- rinin gereği olan ibadetleri yapmalarına izin verme anlamlarını taşımıyordu; bunun yanında gayrimüslimlerin havra, kilise, manastır gibi mabetlerini ko- ruma anlamını da içinde barındırıyordu. İslam hukukunda mabetlerin korunmasına yönelik ayrımlar bir yerin sulh ile mi yoksa savaşarak mı elde edildiği gibi ikili ayrıma tabi tutulmuştur. Bir yer sulh anlaşmasıyla ele geçirilmişse mabetlerin korunması ve yeniden inşası, yapılan sulh anlaşmasının şartlarına bağlıydı. Ancak genel kural mev- cut mabetlere dokunulmamasıydı. Sulh anlaşmasında kural varsa yeni mabet- ler de inşa edilebilirdi Savaş yoluyla (anveten) ele geçirilen yerlerde ise mabetlerin tahrip edilememesi genel bir prensip olarak kabul edilmekteydi. Ancak buraların mabet olarak muhafaza edilip edilemeyeceği tartışmalıdır. Bir kısım İslam hukukçusu muhafaza edilmelidir derken bir kısmı muhafaza edil- memesi gerektiğini söylemektedir Osmanlı Devleti uygulamasına baktığımızda mabetlerin korunması hu- susunun İslam hukuku sisteminden farklı olmadığı kiliselerin tamamen yıkıl- dığında66 veya yandığında ya da tamire ihtiyaç duyulduğunda “aslına uygun olarak” yeniden yapılmalarının veya onarımlarının önceden padişahtan izin alınması şartıyla mümkün olduğu görülmektedir C. Eğitim Hürriyeti İslam hukukuna göre zimmilerin kendi çocuklarını eğitme ve onlar için özel okullar açma hakları tanınmıştır. Osmanlı Devleti’nde de zimmilerin eğitim öğretim hakları korunmuştur. Zimmilerin eğitim ve öğretimi çoğunlukla ma- betlerinde veya mabetlerine bağlı olarak kurulan mekteplerinde yapılmak- taydı Bu eğitimi de din adamları yapmaktaydı. Zimmilerin eğitim ve öğretim konusunda serbest olmadıkları konu ise Kuran ve diğer İslami bilgileri okumak ve öğrenmek ve öğretmekti 63 Karataş, “Osmanlı Devleti’nde Gayrimüslimlere Tanınan Din ve Vicdan Hürriyeti, ” s; Aydın, a.g.e., s. 64 Aydın, a.g.e., s. 65 A.y. Ekinci bir yerin anveten fethi halinde mevcut mabetlerin akibetinin hükümdar tarafından tespit olunacağını yine yeni mabet inşasına hükümdarın karar vereceğini belirttikten sonra uygulamada anveten fethedilen yerdeki en büyük mabedin camiye dönüştürüldüğünü diğer mabetlere ise dokunulmadığını ifade etmiştir. (Ekinci, a.g.e., s. ) 66 Mola Hüsrev, a.g.e., seafoodplus.info, s. 67 Soykan, a.g.e., s. ; Bozkurt, Alman- İngiliz Belgelerinin ve Siyasi Gelişme- lerinin Işığında Gayrimüslim Osmanlı Vatandaşlarının Hukuki Durumu ( ), s 68 Ercan, Osmanlı Yönetiminde Gayrimüslümler Kuruluştan Tanzimat’a Kadar Sos- yal, Ekonomik, Ve Hukuki Durumları, s 69 A.y. Özge Demir (İÜHFM C. LXXII, S. 1, s. , ) D. Seyahat ve İkamet Hürriyeti Osmanlı Devleti’nde zimmilerin seyahat özgürlüğü bir iki istisna hari- cinde tamamen korunmuştur. Mekke ve Medine gibi kentlerde cami, mescit ve ziyaret gibi yerlere zimmilerin girmesi yasaklanmıştır Bu yerler haricinde tamamen özgürdürler. İslam hukukunun bu ana kuralına Osmanlı Devleti ta- mamen uygun davranmıştır. Bunun yanında Osmanlı Devleti, Müslümanların da zimmilere ait kilise, havra, özellikle de Kudüs’teki kutsal yerlere girmelerini yasaklamıştır. İslam hukukunda böyle bir esas yoktur. Ercan bu durumu Os- manlı Devleti’nin Müslüman olmayan halkın dini inancına gösterilen saygıyla açıklamaktadır İkamet hürriyeti de seyahat hürriyeti ile paralellik arz etmektedir. İslam hukukçularının ittifakla kabul ettiklerine göre, zimmiler ancak Hicaz bölgesi adı verilen Mekke, Medine haricindeki yerlerde ikamet edebilirlerdi, Hicaz adı verilen bu bölgede zimmilerin oturma hakları yoktur Bu kurala Osmanlı Dev- leti’nin aynen uyduğu görülmektedir. İslam hukukunda ve buna paralel olarak Osmanlı Devleti’nde Müslü- manlar ile zimmilerin beraber oturmalarına dair herhangi bir engel yoktur. Ancak Osmanlı devlet uygulamasına baktığımızda örneğin Eyüp Sultan Türbesi çevresinde zimmilerin oturması uygun görülmemiştir III. OSMANLI İMPARATORLUĞU’NDA ZİMMİLERİN HUKUKİ STATÜSÜ A. Aile Hukuku Açısından Zimmiler Zimmiler aile hukuku açısından kendi dini hükümlerine tabiydiler. Bu konuda ortaya çıkacak meselelerde kendi dini hükümleri neyse o uygulanı- yordu. Evlenme, boşanma, drahoma74, mehir, iddet, nafaka gibi konular Os- manlı Devleti’nde dini işlerden sayılmaktaydı Bununla birlikte zimmilere kendi dinlerinin hükümlerini yine kendi din adamları yerine getirmekteydi. Zimmilerin evlenme ve boşanma gibi aile hukukunu ilgilendiren konu- larda, kendi dini kurumlarına gitmeyip, Müslüman yetkililerin (kadı, mahalle imamı) önünde de bu meselelerini halledebilme imkanları vardı Zimmilerin 70 A.e., s 71 A.y. 72 Khadduri, a.g.e., s. 73 Y. Ercan, Osmanlı Yönetiminde Gayrimüslümler Kuruluştan Tanzimat’a Kadar Sosyal, Ekonomik, Ve Hukuki Durumları, s. ; Yavuz Ercan, “Türkiye’de XV ve XVI. Yüzyıllarda Gayrimüslimlerin İçtimai Ve İktisadi Durumu, ” s. 74 Kadın tarafından erkeğe verilen ve çeyizden farklı olarak evlenme sona erse bile iade edilemeyen parayı ifade eder. (Soykan, a.g.e., s) 75 Bozkurt, Alman- İngiliz Belgelerinin ve Siyasi Gelişmelerinin Işığında Gayrimüslim Osmanlı Vatandaşlarının Hukuki Durumu (), s 76 Soykan, a.g.e., s; Bozkurt, Alman- İngiliz Belgelerinin ve Siyasi Gelişmelerinin Işığında Gayrimüslim Osmanlı Vatandaşlarının Hukuki Durumu (), s. Soykan kadıların ve mahalle imamlarının yaptığı bu tür hukuki muamelelerin zimmilerin kendi cemaatleri tarafından meşru ve hukuki bulunmadığını örneğin Rum Kilisesi’nin bu evlenmeleri kanunsuz nikah kabul ettiğini söylemektedir. Ancak draho- manın ve çeyizin fahiş miktarda olmasından dolayı Hıristiyanların evliliklerini kadı hu- zurunda yaptığını da ifade etmiştir. (Soykan, a.g.e., s) Ercan, evlenme işlemlerinin kadı ve mahalle imamınca yapılmasının çeşitli fermanlarla yasaklandığını ancak bo- şanma konusunda bu makamların yetkili olduğunu ifade etmektedir. (Ercan, Osmanlı İslam Hukuku’nda Zimmet Sözleşmesinin Hukuki Kapsamı ve Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Görünümü yargılaması genel kural olarak cemaat mahkemelerinde gerçekleşirdi. Ancak taraflardan birinin bile şeriat mahkemesinde meseleyi çözmek istemesi duru- munda dava şeriat mahkemesinde görülürdü Aile Hukuku ile ilgili belirtilmesi gereken diğer bir konu Müslüman zimmi evlikleri ve sonuçlarıdır. İslam hukukuna göre Müslüman bir kadın zimmi bir erkekle evlenemezdi. Müslüman erkek ise zimmi bir kadın ile evlene- bilirdi. Ancak zimmi kadınla evlilikte kabul edilen, kadının “ehlikitap” bir zimmi olması şartıdır Bu sebeple, Mecusi ve putperest kadınlarla evlilik Müslüman erkek için mümkün değildi. Sabiler için ise kadının din değiştirmesi koşuluyla bu evlilik mümkün kabul edilmiştir Bir Müslüman erkek ile zimmi bir kadının evlilikleri sonucu doğacak ço- cuğun dini İslam dini olacaktır Yine Müslüman erkek zimmi kadın evliliğinde tarafların boşanmaları ile ilgili bir mesele, taraflardan birinin Müslüman olma- sından dolayı mutlaka şeriat mahkemelerinde görülecektir ve uyuşmazlığın çözümünde İslam hukuku uygulanacaktır. Evlilik esnasında din değiştirme ve bunun evlilik kurumuna etkisi aile hukuku açısından önemli bir meseledir. Örneğin bir zimmi ile evli olan zimmiye sonradan Müslüman olursa evliliğin akıbeti ne olacaktır? Bu durum İslam hu- kukunda ve Osmanlı devlet uygulamasında şöyle çözülmüştür: Müslüman bir kadının zimmi ile evlenmesi yasak olduğundan kocasına Müslümanlık teklif edilecek kabul etmezse evlilik sona erecektir Yine Mecusi bir zimmiye ile evli olan zimmi sonradan Müslüman olursa bu durumda da, bir Müslüman’ın Me- cusi ile evlenmesi yasak olduğundan kadının din değiştirmesi istenecek kabul etmezse evlilik sona erecekti B. Miras Hukuku Açısından Zimmiler Zimmilerin miras hukukuyla ilgili aralarındaki ihtilaflar aile hukukunda olduğu gibi kendi hukuklarına göre ve kendi dini kurumlarınca çözülebildiği gibi taraflar dilerlerse bunu İslam hukuku kurallarınca ve Şer’i kurumlar vası- tasıyla da çözüme kavuşturabilirlerdi Ancak Kenanoğlu genel görüşün aksine miras meselesinin gayrimüslimlerin kendi hukuklarına göre değil, İslam hu- kuku kurallarına göre Şer’i mahkemelerce çözüme kavuşturulacağını söyle- mektedir Kenanoğlu’na göre yanlış anlamayı doğuran durum gayrimüslimle- Yönetiminde Gayrimüslimler Kuruluştan Tanzimat’a Kadar Sosyal, Ekonomik, Ve Hukuki Durumları, s. ) 77 Soykan, a.g.e., s 78 Molla Hüsrev, a.g.e., seafoodplus.info, s, , 79 Bozkurt, “İslam Hukukunda Zimmilerin Hukuki Statüsü”, s 80 Soykan, a.g.e., s 81 Bozkurt, “İslam Hukukunda Zimmilerin Hukuki Statüsü”, s; Soykan, a.g.e., s; Bilmen, a.g.e., seafoodplus.info, s. Hamidullah böyle bir durumda kocanın üç ay içinde İslam’ı kabul etmesi gerekir demektedir. Kabul etmezse evlilik sona erecektir. (Hamidullah, a.g.e., s) 82 Soykan, a.g.e., s 83 Bozkurt, Alman- İngiliz Belgelerinin ve Siyasi Gelişmelerinin Işığında Gayrimüslim Osmanlı Vatandaşlarının Hukuki Durumu (), s; Soykan, a.g.e., s; Ercan, Osmanlı Yönetiminde Gayrimüslümler Kuruluştan Tanzimat’a Kadar Sos- yal, Ekonomik, Ve Hukuki Durumları, s 84 Kenanoğlu, a.g.e., s Özge Demir (İÜHFM C. LXXII, S. 1, s. , ) rin miras taksimi gibi meselelerde kendi ruhani temsilcilerine başvurup kendi dinlerine göre paylaşım istemeleridir ki yazara göre bu mümkündür. Bu tama- men ihtiyari bir durumdur. Kenanoğlu bu durumu Müslümanların araların- daki herhangi bir ihtilafı çözmek için müftüye veya din adamına danışmasına ve öğrendiklerini tatbik etmesine benzetmiştir. Ona göre bu bir danışmadır ve gerçek bir yargılama olmadığı da açıktır İslam hukukunun zimmilere yönelik mirasla ilgili prensipleri Osmanlı Devleti’nde de aynen kabul edilmiştir. Buna göre “din” ve “ülke” ayrılığı tarafla- rın birbirlerine mirasçı olmasına engel bir haldir. Somutlaştırırsak eğer, bir zimmi kadınla evli olan Müslüman erkek, karısına “din ayrılığı” kriteri sebebiyle ne miras bırakabilir ne de ona mirasçı olabilir, bu durumda da eşlerin mirası kendi dinlerinden gelen akrabalarına kalır. Çocukları olması halinde ise çocu- ğun İslam dininden olduğu kabul edileceğinden, çocuk din farkı sebebiyle an- nesine değil sadece babasına mirasçı olabilecektir Aralarında din ve mezhep farkı bulunan zimmilerin birbirine mirasçı ol- malarında ise engel yoktur. Sadece bu gayrimüslimlerin “ülke” kriteri sebebiyle İslam ülkesinde yaşamaları gerekmektedir. Yukarıda belirttiğimiz din ayrımı mirasçı olmaya engelken, vasiyette bu- lunmaya engel değildir. Zimmiler ve Müslümanlar birbirine vasiyette bulunabi- liyorlardı Bunun yanında zimmiler konusu hayır işleri olan vasiyetlerde de bulunabiliyorlardı. Ancak buradaki kriter bu vasiyetin “hem zimmiler hem de Müslümanlar” için hayır kabul edilecek bir vasiyet olmasıydı. Bir zimminin mescit yapılmasını vasiyet etmesi Molla Hüsrev’e göre geçerli değildi. Bunun sebebi bu vasiyetin zimminin kendi dininde günah olarak kabul edilmesiydi Bir zimminin mirasçı bırakmadan ölmesi durumunda Soykan’a göre malı devlete kalmakta idi Bozkurt’a göre ise devlet terekeyi kadının denetimi al- tında bir süre tuttuktan sonra zimminin dini kurumlarına bırakırdı C. Borçlar ve Ticaret Hukuku Açısından Zimmiler Zimmilerin İslam hukukuna göre mülkiyet haklarının korunması ilke- sinden hareketle kendilerine ellerinde bulundurdukları mallar üzerinde tasar- rufta bulunma hakkı tanınmıştı. Bu sebeple zimmiler mallarını dilediklerine satabilir, yeni mallar edinebilir ya da bu mallar üzerinde rehin tesis edebilir- lerdi Zimmilerin mülkiyet hakkı korunmuş ve bunlara ilişkin her tür tasar- rufta bulunmaları da kabul edilmişti. Ancak bu koruma sınırsız değildi. Örne- ğin zimmiler Kur’an bulunduramaz ve Müslüman köle satın alamazlardı Bu- 85 A.e., s. 86 Bozkurt, “İslam Hukukunda Zimmilerin Hukuki Statüsü”, s 87 Molla Hüsrev, a.g.e.,seafoodplus.info, s 88 A.e., s 89 Soykan, a.g.e., s 90 Bozkurt, Alman- İngiliz Belgelerinin ve Siyasi Gelişmelerinin Işığında Gayrimüslim Osmanlı Vatandaşlarının Hukuki Durumu (), s 91 Soykan, a.g.e., s 92 Bozkurt, “İslam Hukukunda Zimmilerin Hukuki Statüsü”, s; Ercan, Osmanlı Yönetiminde Gayrimüslimler Kuruluştan Tanzimat’a Kadar Sosyal, Ekonomik, Ve Hukuki Durumları, s. İslam Hukuku’nda Zimmet Sözleşmesinin Hukuki Kapsamı ve Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Görünümü nunla birlikte zimmilerin domuz ve şarap üzerinde mülkiyet hakları vardı ve kendi aralarında bunun satışını yapabilirlerdi93; ama bu konuda Müslüman- larla sözleşme yapamazlar ya da faiz şartı koyamazlardı Bunlar haricinde zimmiler ve Müslümanlar ticaret yapabilir ve aralarında sözleşme ilişkisi kura- bilirlerdi. Zimmiler kendi aralarındaki sözleşmelerde İslam hukukunun kuralla- rıyla bağlı değillerdi. Uyuşmazlıkları kendi cemaat mahkemelerine götürebil- mekle birlikte Şer’i mahkemelere de götürebilirlerdi. Zimmiler ve Müslümanlar arasındaki ihtilafların ise bir tarafın Müslüman olması sebebiyle Şer’i mahke- melerde çözülmesi zorunluydu D. Ceza Hukuku Açısından Zimmiler İslam hukukunda, İslam özel hukuk kurallarının aksine zimmilerin kendi aralarındaki ceza hukukunu ilgilendiren konularda kendi cemaat mah- kemelerinde değil, Şer’i mahkemelerde yargılanması ilkesi bulunmaktadır Taraflardan birinin Müslüman olmasının ya da iki tarafın da zimmi olmasının bir önemi yoktur. Ceza hukuku anlamında Şer’i kurallar herkese uygulanı- yordu. Yine kısas ve diyet cezalarının uygulanması açısından Hanefi fıkhına göre kişinin Müslüman veya zimmi olması arasında fark yoktu, Şer’i kurallarda “eşitlik prensibi” vardı Osmanlı Devleti’ne baktığımızda ise Şer’i cezalar için öngörülmüş olan eşitlik prensibinin zimmiler lehine bozulduğu görülmektedir Osmanlı ceza hukukuna göre örneğin kısasın uygulanamadığı durumlarda suçlu zimmilere Müslümanlara tayin edilen diyet miktarının yarısı tatbik edilmişti Suç işle- yen zimminin aynı suçu işleyen bir Müslüman’ın ödediği cezanın yarısını öde- mekle yükümlü olması kanunnamelerde de kabul edilmiştir Osmanlı Devleti, kendi dinlerine karşı suç işleyen zimmilerin yargılan- masını da zimminin ait olduğu dinin yetkililerine bırakmışlardı ve bu konuda hiç müdahalede bulunmamışlardı 93 Şarap konusunda mülkiyet hakları bulunmasına rağmen bunun ticaretini yapma hususunda çeşitli kısıtlamalara da tabi olmuşlardır. (Detaylı bilgi için bkz: Soykan, a.g.e., s) 94 Bozkurt, Alman- İngiliz Belgelerinin ve Siyasi Gelişmelerinin Işığında Gayrimüslim Osmanlı Vatandaşlarının Hukuki Durumu (), s 95 Soykan, a.g.e., s 96 Bozkurt, Alman- İngiliz Belgelerinin ve Siyasi Gelişmelerinin Işığında Gayrimüslim Osmanlı Vatandaşlarının Hukuki Durumu (), s 97 Diğer mezheplerdeki durum için bkz: Bozkurt, “İslam Hukukunda Zimmilerin Hukuki Statüsü”, s 98 Soykan, a.g.e., s 99 Bozkurt, Alman- İngiliz Belgelerinin ve Siyasi Gelişmelerinin Işığında Gayrimüslim Osmanlı Vatandaşlarının Hukuki Durumu (), s Ercan, Osmanlı Yönetiminde Gayrimüslimler Kuruluştan Tanzimat’a Kadar Sos- yal, Ekonomik, Ve Hukuki Durumları, s; Yurdaydın, “İslam Devletlerinde Müs- lüman Olmayanların Durumu, ” s Bozkurt, Alman- İngiliz Belgelerinin ve Siyasi Gelişmelerinin Işığında Gayrimüs- lim Osmanlı Vatandaşlarının Hukuki Durumu (), s Özge Demir (İÜHFM C. LXXII, S. 1, s. , ) SONUÇ İslam hukukunun en önemli müesseselerinden biri olan zimmet kurumu İslam’ın Müslüman olanlar ve olmayanlar ayrımına dayanmaktadır. Müslü- manlar bir ümmeti oluştururlarken, Müslüman olmayanlar da diğer ümmeti oluşturmaktaydı. Müslümanlar için Müslüman olmayanların canları ve malları onlara helaldi. Ancak bu ana ilke çeşitli kabul edilmiş kurallar ile sınırları epey daraltılmıştı. Zimmet dediğimiz kurum bu ilkenin istisnalarından birini oluş- turmaktaydı. Zimmet sözleşmesi ile gayrimüslimler cizye vergisi ödemek koşu- luyla İslam devletinin koruması altına giriyorlardı ve İslam topraklarında süre- siz oturma hakkına sahip oluyorlardı. Osmanlı İmparatorluğu’nun zimmet mü- essesine aynen uyduğunu ancak zimmileri kendi içinde “millet sistemi” adı verilen bir sistemle din ve mezheplerine göre ayırdığını görüyoruz. Bu sistemle zimmi topluluklara dini, sosyal ve özel hukuk anlamında kendi yaşamlarını kendi dini kuralarına göre devam ettirme yetkisi verilmiş, bunun yanında bu yönetim biçimiyle de devlet, bu sayede bu grupları daha kolay denetleyebil- mişti. Zimmet sözleşmesinin kurulması ile zimmiler can ve mal güvenliği, eği- tim hürriyeti, seyahat hürriyeti, ikamet hürriyeti, dini inanç ve ibadet hürriyeti gibi bir çok temel hakkı bazı istisnalar haricinde tam olarak kullanabiliyorlardı. Mülkiyet anlamında Kur’an ve Müslüman köle bulundurmama, inanç anla- mında devşirme sistemiyle zimmilerin zorla İslamlaştırılması ve padişahın kulu haline getirilmeleri bu hürriyetlerin en temel istisnalarını da oluşturmaktaydı. Zimmilerin hukuki anlamında statülerine baktığımız zaman, özel hukuk alanındaki ihtilaflarını dilerlerse kendi cemaat mahkemelerinde çözebildiklerini görmekteyiz. Özel hukukun alanlarını oluşturan aile hukuku, miras hukuku, borçlar hukuku ve ticaret hukuku zimmilerin kendi ihtilaflarını dilerlerse kendi dini yetkilileri önünde çözüme kavuşturacakları hukuk dallarını oluşturmak- taydı. Ancak taraflardan birinin Müslüman olması halinde zimmiler kendi ce- maat mahkemelerine başvuramayacak, şeriat mahkemelerinde İslam hukuku ile bağlı olacaklardır. Ceza hukuku anlamında ise zimmiler ve gayrimüslimler arasında hukuk ayrımı olmayıp ceza yargılamasını içeren her konuda zimmiler şeriat mahkemelerinde Şer’i kurallara göre yargılanacaklardı. Osmanlı Dev- leti’ne baktığımız zaman İslam hukukunun Hanefi mezhebinin uyguladığı kı- sasta ve diyette eşitlik prensibinin zimmiler lehine bozulduğu görülmektedir. Osmanlı ceza hukukuna göre örneğin kısasın uygulanamadığı durumlarda suçlu zimmilere, Müslümanlara tayin edilen diyet miktarının yarısı tatbik edil- mekteydi. Suç işleyen zimminin aynı suçu işleyen bir Müslüman’ın ödediği cezanın yarısını ödemekle yükümlü olması kanunnamelerde de kabul edilmişti. Klasik dönem boyunca yani devletin güçlü olduğu dönemde zimmet ku- rumu sorunsuz işlemiş; ancak Osmanlı Devleti’nin ekonomik hakimiyetini yi- tirmeye başlaması ve aynı döneme denk gelen ulusçuluk hareketleriyle çözül- meye başlamıştır. ’dan sonra yayılan ulusçuluk akımı Osmanlı Devleti’nin millet sis- temiyle bağdaşmıyordu. Osmanlı Devleti’ndeki millet sistemi din ve mezhep farkına dayanırken, ulusçuluk akımı bir toprak parçası üzerinde aynı etnik kökenli kişilerin birlikteliğine dayanıyordu. Bu kavram Osmanlı Devleti için parçalanma demekti. Bunu fark eden Osmanlı devlet adamları imparatorluk sınırları içerisinde ulusçuluk fikrini önlemek için de bir dizi reform hareketine giriştiler. İslam Hukuku’nda Zimmet Sözleşmesinin Hukuki Kapsamı ve Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Görünümü İlk olarak ’da, Gülhane Hatt-ı Hümayunu ile Müslüman olan olma- yan herkesin can, mal, ırz ve konut dokunulmazlıklarının eşit şekilde koruma altına alınacağı bildirildi. Böylece Osmanlı uyruklarının din farkı gözetilmeksi- zin herkesin kanun önünde eşitliği ilk olarak pozitif hukuk kuralı olarak sap- tandı Islahat Fermanı ile Gülhane Hatt-ı Hümayunu ile verilen haklar aynen tekrarlandı ve İslam hukukunun zimmilere tanıdığı statü tamamen de- ğiştirildi. Zimmilerin “eşit” Osmanlı vatandaşı olduğu yönündeki haklar bu fermanla vurgulanıyordu Bu fermana göre Devlete verilecek vergiler ka- nunla tespit edilecek ve vergi eşitliği sağlanacaktı. Zimmilerin ibadethanelerini tamir için önceden padişahın iznini almalarına gerek olmayacaktı. Zimmiler hangi milletten olursa olsun devlet hizmetine alınacak kabiliyetlerine uygun bölümlerde çalıştırılabileceklerdi. Zimmiler askerlik yapacaklar ve bu sebeple de cizye vergisi ödemeyeceklerdi. Zimmileri aşağılayıcı deyimlerin resmi evrak- larda geçmesi, halkın veya memurların aşağılayıcı konuşmaları ayrıca yasak- lanmıştı. Bunun yanında zimmiler yerel meclislere katılacak ve seçim usulleri konusunda mevcut nizamnameler tekrar gözden geçirilecekti. Taraflarından biri Müslüman ve zimmi olan veya biri zimmi diğer tarafın yabancı olduğu ceza ve ticaret davaları karma mahkemelerde görülecek, her zimmi kendi dinine göre yemin edecekti ve tüm tanıkların statüsü eşit olacaktı. Miras davaları zimmile- rin kendi cemaat mahkemesinde görülebilecekti. Görüldüğü üzere Osmanlı Devleti, hukuk devleti olma yolunda bir adım atmış ve eşitlik gibi kavramlar yazılı hukuk kuralları haline getirilmişti. Böylece devlet kendini yeniden var edebilmek ve egemenliğini sağlayabilmek için İslam hukukunun ana prensiplerini geride bıraktı. Zimmiler tam anlamıyla bir “Os- manlı vatandaşı” olarak kabul edildi Osmanlı, devletin devamını klasik dö- nemdeki Müslüman zimmi ayrılığını yok ederek sağlayacağını düşündü. Ancak fermanlarla zimmilerin kazandıkları haklar daha güçlenmelerine ve bağımsızlık söylemlerini daha gür ifade etmelerine sebep oldu Bununla birlikte Osmanlı’nın bir yandan yeni Batı modelini uygulamaya çalışırken diğer yandan da devletin teokratik unsurlarını devam ettirmeye ça- lışması bir ikilem yarattı. Hukuk anlamında hem Şer’i hukuk, hem de yeni batı menşeli hukuk kanunlar önündeki eşitlik ilkesinin tam olarak uygulanmama- Bozkurt, Alman- İngiliz Belgelerinin ve Siyasi Gelişmelerinin Işığında Gayrimüs- lim Osmanlı Vatandaşlarının Hukuki Durumu (), s Osmanağaoğlu, fermanda yer alan, kişi hakları, eşitlik ilkesi ve hizmet ve ihya edilecek milletten bahsetmesi bakımından Osmanlı Devleti’nde yeni bir tabiiyet anlayışının oluşmaya başladığını da belirtmektedir. (Cihan Osmanağaoğlu, Rum Nizamatı Çerçevesinde Fener Rum-Ortodoks Patrikanesi, İstanbul, On İki Levha Yayıncılık, , s. ) Fermanda geçen “mülk ve milleti ihya” tabirinde geçen millet kavram- ının anlamı bakımından detaylı bilgi için ayrıca bkz: Cihan Osmanağaoğlu, Tanzimat Dönemi İtibarıyla Osmanlı Tabiiyetinin (Vatandaşlığının) Gelişimi, İstanbul, Legal Yayıncılık, , s. A.e, s; Soykan, a.g.e., s Bozkurt, Alman- İngiliz Belgelerinin ve Siyasi Gelişmelerinin Işığında Gayrimüs- lim Osmanlı Vatandaşlarının Hukuki Durumu (), s A.e., s A.e., s Özge Demir (İÜHFM C. LXXII, S. 1, s. , ) sına neden oluyordu Bu da eşitlik ilkesi ile kendini var etmeye çalışan Os- manlı Devleti’nin yıkılmasının başlıca sebeplerinden birini oluşturdu. Sonuç olarak reform hareketlerini hem Müslüman halkın hem de zimmi halkın sahiplenmemesi, hatta yer yer bu değişikliklere itiraz etmesi, bununla birlikte zimmilerin kendilerine sunulmuş eşitlikten ziyade kendilerine ait bir devlet kurma fikrinin ağırlık kazanması, tüm reform çalışmalarının sonuçsuz kalmasına sebep oldu. Osmanlı Devleti zimmilere Müslümanlarla eşitlik suna- rak ulusçuluk akımını engelleyeceğini düşünse de bu gerçekleşmedi ve Os- manlı Devleti’nın çöküşü ve parçalanması durdurulamadı. KAYNAKÇA Akgündüz, Ahmed, Osmanlı Devleti’nde Gayrimüslimlerin Yönetimi Pax Ottoman, İstanbul, Timaş Yayınları, Akyılmaz, Sevgi Gül, “Osmanlı Devleti’nde Yönetici Sınıf Açısından Mü- sadere Uygulaması, ” Gazi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, Ankara, C. XII, S. , , s. Aydın, Mehmet Akif, Türk Hukuk Tarihi, İstanbul, Beta Yayınları, Berkes, Niyazi, Teokrasi ve Laiklik, İstanbul, Adam Yayıncılık, Berkes, Niyazi, Türkiye’de Çağdaşlaşma, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, Bilmen, Ömer Nasuhi, Hukukı İslamiyye ve Istılahatı Fıkhiyye Ka- musu, seafoodplus.info-III, İstanbul, Bilmen Yayınevi, , Bozkurt, Gülnihal, Alman-İngiliz Belgelerinin ve Siyasi Gelişmeleri- nin Işığında Gayrimüslim Osmanlı Vatandaşlarının Hukuki Durumu ( ), Ankara, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Bozkurt, Gülnihal, “İslam Hukuku’nda Zimmilerin Hukuki Statüsü,” Prof. Dr. Kudret Ayıter Armağanı, Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, Ankara C. III, No. , , s. Bozkurt, Gülnihal, “İslam Hukukunda Müs’temen’ler,” Prof. Dr. Fadıl Hakkı Sur’un Anısına Armağan, Ankara, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, , s. Cin, Halil, Akyılmaz, Gül, Türk Hukuk Tarihi, Konya, Sayram Yayınları, Ekinci, Ekrem Buğra, Osmanlı Hukuku Adalet ve Mülk, İstanbul, Arı Sanat Yayınları, Ercan, Yavuz, Osmanlı Yönetiminde Gayrimüslümler Kuruluştan Tanzimat’a Kadar Sosyal, Ekonomik, Ve Hukuki Durumları, Ankara, Turhan Kitabevi, Ercan, Yavuz “Türkiye’de XV ve XVI. Yüzyıllarda Gayrimüslimlerin İçti- mai Ve İktisadi Durumu,” Belleten, C. XLVII, S, , s Eryılmaz, Bilal, Osmanlı Devletinde Gayrimüslim Teb’anın Yönetimi, İstanbul, Risale Yayınları, Eryılmaz, Bilal, Osmanlı Devletinde Millet Sistemi, İstanbul, Ağaç Ya- yıncılık, Soykan, a.g.e., s İslam Hukuku’nda Zimmet Sözleşmesinin Hukuki Kapsamı ve Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Görünümü Hamidullah, Muhammed, İslam Anayasa Hukuku, İstanbul, Beyan Ya- yınları, Karataş, Ali İhsan, “Osmanlı Devleti’nde Gayrimüslimlere Tanınan Din Ve Vicdan Hürriyeti,” Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Bursa, C. XV, S.1, , s Kenanaoğlu, Macit, Osmanlı Millet Sistemi Mit ve Gerçek, İstanbul, Klasik Yayınları, Khadduri, Majid, İslam’da Savaş ve Barış, İstanbul, Fener Yayınları, Molla Hüsrev, Gurer Dürer Tercümesi (İslam Fıkhı ve Hukuku), çev. Arif Erkan, C.I-IV, İstanbul, Eser Neşriyat, Osmanağaoğlu, Cihan, Tanzimat Dönemi İtibarıyla Osmanlı Tabiiye- tinin (Vatandaşlığının) Gelişimi, İstanbul, Legal Yayıncılık, Osmanağaoğlu, Cihan, Rum Nizamatı Çerçevesinde Fener Rum- Ortodoks Patrikhanesi, İstanbul, On İki Levha Yayıncılık, Özel, Ahmed, İslam Hukukunda Milletlerarası Münasebetler ve Ülke Kavramı, İstanbul, Marifet Yayınları, Soykan, T. Tankut, Osmanlı İmparatorluğu’nda Gayrimüslimler, İs- tanbul, Ütopya Kitabevi Yayınları, Üçok Coşkun, Mumcu Ahmet, Bozkurt Gülnihal, Türk Hukuk Tarihi, Ankara, Savaş Yayınları, Yurdaydın, Hüseyin G, “İslam Devletlerinde Müslüman Olmayanların Durumu” Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, C. XXVII, , s.

Konu özeti

  • 1. Hafta: Gayrimüslimlerin Hukuki Durumlarının Ortaya Çıkışı

    Gayrimüslimlerin, İslâm hukuku içindeki yerini tesbit etmek ve önemini belirtmek, kuruluşundan yıkılışına kadar “ahkâm-ı örfiyye ve şer'iyye” ile yönetilmiş Osmanlı İmparatorluğunun meselelerini anlatmak açısından önemlidir. İmparatorluğu meydana getiren milletler içinde Müslüman olmayanların sayısı milyonların üstüne çıkmaktadır.

    İslâmdaki hukuk biliminin adı olan Fıkh’ın kelime anlamı “bilgi, anlayış inceliği” demektir. Fıkıh bütün yönleriyle İslâmiyet’e özgün değildir. İslâmiyet’in doğuşu ile ortaya çıkmış ve zamanla genişleyerek gelişmiştir. Ancak bu genişleme ve gelişme sırasında, Talmud (Yahudi hukuku), Roma-Bizans ve Sasanî hukuklarından, yerli örf ve geleneklerin geniş ölçüde etkilenmiştir. Kuşkusuz Fıkh’ın, diğer yabancı hukuklar üzerinde etkisi olmuştur. Özellikle, bu, İslâm hâkimiyetinin yayıldığı bölgelerde belirgindir. Melkit, Marunî Süryani (Yakubî-Nasturî) kiliseleri hukuk bakımından hemen hemen hiçbir yenilik ortaya koymamışlar ve Fıkıh’tan faydalanmışlardı. Hatta bu etkiden Mısır-Habeş (Kıbtî-Habeş) kilisesi de kendini kurtaramamış, Mısır Hıristiyanlarının İslâm vakıf sistemini örnek olarak, kiliseleri için vakıflar kurdukları bile görülür. Ancak batıl inançlar ve cehalet devri başladıktan sonra İslâm hukuku tamamen karanlıkta kalmış zamanla ölü hale dönüşmüştür.

    İslâm hukukuna göre dünyadaki insanlar iki kısımdır:

    a-Müslümanlar

    b-Müslüman Olmayanlar

    Müslüman olmayanlar da ayrıca iki kısma ayrılmışladır:

    a-Müşrikler

    b-Ehl-i Kitaplar (kitabîler)

    seafoodplus.infoed’in son ve en önemli anlaşması, Necran’da bulunan Putperest, Yahudi ve Hıristiyanlarla yaptığı anlaşmadır. Anlaşma genel olarak şu maddeleri içine almaktadır:

    1-Her yıl elbise verilecek (hülle) ve her elbisenin değeri kırk dirhem olacak. Elbiselerin yarısı Safer ayında, yarısı da Recep ayında teslim edilecek.

    2-Gerekirse zırh ve binek hayvanları verilecek.

    3-Gönderilen memurların bir aylık ihtiyaçları necranlılar tarafından karşılanacak ve bu memurlara otuz zırh, otuz at ve otuz deve kiraya verilecek.

    4-Kiraya verilen bu mallara gelecek olan zararı memurlar ödeyecek.

    5-Necranlıların mal, mülk, ibadet ve kişisel özgürlükleri devletçe emniyet altına alınacak (zimmet).

    6-Necranlıların izni olmadan, kimse piskopos, rahip ve diğer din adamlarının yerlerini değiştirmeyecek.

    7-Necran halkına herhangi bir şekilde hakaret edilmeyecek ve islâmlıktan önceki kan davaları için intikam alınmayacak.

    8-Asker olmayacaklar ve hiçbir ordu izin almadan topraklarına girmeyecek.

    9-Faizcilik yapanlar zimmî olamayacak ve kimse kimsenin suçundan sorumlu tutulmayacak.

    Ancak bu şartlara uyulduğu takdirde zimmet hukuku devam edecek, aksi halde bozulacak.

    Bundan sonra, yılı bilinmeyen bir tarihte Necranlı Hıristiyanları, seafoodplus.infoed’den bir ahidname almışlardır. Bu ahidnamenin önceki anlaşmadan farklı olan tarafı ve en önemli maddeleri şunlardır:

    1-Müslümanlar hıristiyanları bütün tehlikelere karşı koruyacaklar (zimmet).

    2-Necranlıları kendileri ile birlikte savaşmaya zorlamayacaklar.

    3-Necran’ın adet ve kanunlarında hiçbir değişiklik yapmayacaklar.

    4-Yıkılan bir kilisenin yeniden tamiri sırasında müslümanlar necranlılara yardım edecekler.

    5-Papaz veya rahip olmayan ve yoksul olan halktan dört dirhemden fazla vergi alınmayacak, tüccar ve zenginlerin vergisi on iki dirhem olacak.

    6-Hırıstiyan bir kadın, bir Müslümanın evinde kalırsa, Müslüman olmaya zorlanmayacak ve ibadetinde serbest bırakılacak.

    İslâm egemenliğinde bulunan ve Müslüman olmayan halkın hukukî ve toplumsal durumları bu esaslar çerçevesinde oluştu. Daha sonraki dönemlerde ortaya çıkan farklılık, imamların görüş ayrılığından ileri gelmiştir. Ancak bunlar da yine esasta birleşmektedirler.

    Zimmet, “cihad”ın bir sonucudur. Cihad ise “daru'l-harp” ve “daru'l-İslâm” la ilgilidir. Fıkh’a göre dünyada iki kısım toprak vardır. Birincisi “daru'l-harp” yani İslâm egemenliğinde olmayan ülkeler, ikincisi “daru'l-İslâm”, yani İslâm egemenliğinde olan ülkelerdir.

    Eğer İslâm ordusu bir müşrik ülkesine gitmişse, onlara yalnız Müslüman olmaları önerilir. Müşrikler için zimmet durumu olamaz. Bunlar ya Müslüman olmak veya savaşmak şıklarından birini tercih etmek zorundadırlar. Müşriklere bundan başka bir hak tanınmamıştır.

    Müslümanların da zimmîlere karşı yapmakla yükümlü bulundukları bazı görevleri vardır. Zimmîlere düşmanlık yapmamak, zimmîye her hangi bir zarar verirse derhal ödemek ve dışardan gelecek her türlü saldırıya karşı zimmîyi korumak, Müslümanların zimmîlere karşı olan görevlerindendir. Zimmetin süresi yoktur, süreklidir. Aman gibi yalnız kişiyi değil, aileyi de içine alır.

    Zimmî, zimmîlik şartlarını yerine getirmediği zaman zimmet durumu kalkar. Zimmet durumunu kaldıran şartlar konusunda imamlar çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir. Hanbelî ve Malikî fıkıhlarına göre zimmetin kalkmasını gerektiren şartlar şunlardır:

    1- Zimmî daru'l-harbe gidip müslümanlara karşı savaşırsa.

    2- İslâmiyetin kanunlarını ve mahkemelerini kabul etmezse.

    3- Cizye vermeyi reddederse.

    4- Bir müslümanı dininden döndürürse.

    5- Müslümanların düşmanlarına yardım ederse.

    6- Bilerek ve isteyerek bir müslümanı öldürürse,

    7- Allah'a, kur’an’a ve seafoodplus.infoed ile islâm dinine küfür ve hakaret ederse.

    8- Bir müslüman kadın ile zina yapar veya evlenirse.

    9- Soygunculuk ve eşkıyalık yaparsa.

    Hanefî fıkhına göre bu şartlardan sadece birincisi gerçekleşse zimmet kalkar. Şafiî fıkhı ise zimmetin kalkması için ilk üç şartın gerçekleşmesi gerektiği görüşündedir.

    Zimmîleri Müslümanlardan ayıran belirtiler olarak zimmîlerin yapmak zorunda kaldıkları hususlar şunlardır:

      1- Zimmî müslümandan farklı elbise giyecek.

      2- Zimmîlerin oturdukları binalar müslümanlarınkinden yüksek olmayacak.

      3- Çan çalınmayacak ve yüksek sesle ibadet edilmeyecek.

      4- Genel yerlerde şarap içilmeyecek, haç ve domuz gösterilmeyecek.

      5- Ölüler gizli olarak gömülecek ve arkasından ağlanmayacak.

      6- Ata binilmeyecek.

      7- Zimmîlerin saç biçimleri ve isimleri Müslümanlarınkine benzemeyecek.

      8- Zimmî silah taşımayacak ve kullanmayacak.

      9- Süslü olmayan kemerler takabilecek.

    Binek hayvanlarında eğer kullanılmayacak.

     (Kaynak: Yavuz ERCAN-Osmanlı Yönetiminde Gayrimüslimler, Turhan Kitabevi, Ankara, )

     

     

     


  • 2. Hafta: Gayrimüslimlerin Osmanlı İmparatorluğu Öncesi Durumları

    Anadolu Selçuklu Devleti en parlak devrini yaşarken, önce Büyük Selçuklu İmparatorluğu, daha sonra Kirman, Suriye ve Irak Selçuklu Devletleri ortadan kalkmış ve bu bölgelerde yaşayan yarı göçebe Türklerin (Türkmenlerin) bir kısmı daha Anadolu’ya gelmişlerdi. Bunun sonucunda Anadolu, Türkleşmiş ve Hıristiyanlar azınlık durumuna düşmüşlerdir. Anadolu’da yerli halkların azınlık durumuna düşmesinin tek sebebi Türklerin Anadolu'ya göç etmeleri değildir. Türklerin üç yüz yıl boyunca Anadolu'ya gelip yerleşmelerine karşılık, yerli halk yurdunu terk etmiş İstanbul ve Balkanlara doğru çekilmiştir. Yerli halkın Anadolu’yu terk etmesinin sebebi de yine sadece Türk göçleri değildir. Daha önce başlayan ve yüz yıllarca süren Arap-Bizans mücadeleleri özellikle Doğu ve Güney Anadolu’da asayiş bırakmamış, ekonomik yaşam hemen hemen çökmüştür. Abbasî - Bizans sınırını oluşturan ve Tarsus’dan Malatya’ya kadar çizilen bir çizgi üzerinde bulunan şehir ve köyler en çok zarar gören bölgelerden biri olmuştur. Aynı zamanda Arap-Bizans mücadelesi, Anadolu’nun Hıristiyan halkını sosyal ve psikolojik bakımdan hazırlamıştır. Yani Anadolu’nun Hıristiyan halkı İslâm dünyasıyla, Türklerle karşılaşmalarından daha önce ilişkide bulunmuş ve Türkler Anadolu'ya geldikleri zaman, yerli halk Müslüman ve Müslümanlık kavramlarına yabancı kalmamışlardır. Diğer taraftan Bizans İmparatorluğunda Müslüman olmayan Türklerin varlığı ve Abbasî ordularında hizmet gören Türklerin çok sayıda oluşu ve bunların suğur denilen Abbasî-Bizans sınır bölgelerinde oturuşu, bu yabancı kalmayışı Türklük bakımından da hazırlanmıştır.

    yılında II. Keyhüsrev’in tahta çıkmasıyla çökmeye başlayan Anadolu Selçuklu Devleti, Saadettin Köpek gibi devlet adamlarının elinde iyice sarsılmıştı. Bu yıllarda kurulan Çengiz Devletinin ve batıya doğru büyük bir hızla yayılan Moğol istilasının önünden kaçan pek çok Türk boyları kalabalık kitleler halinde Anadolu'ya gelmeye başladılar. Bu defa yalnız konar-göçerler değil, yerleşik halkın da pek çoğu Anadolu'ya geldi. Anadolu'nun ekonomik yapısı bu kalabalık Türk topluluklarını çekemedi ve ekonomik hayat bozuldu. Ekonomik hayat, sosyal hayatın bozulmasına, ekonomik ve sosyal hayatın bozulması ise Anadolu Selçuklu Devletinin yıkılmasına yol açtı. Önce Baba İshak ayaklanması, sonra Kösedağ yenilgisi, Selçuklu Devletinin Moğol egemenliğini tanıması ile sonuçlandı.

    Anadolu’da İlhanlı egemenliği kurulunca Doğu ve Orta Anadolu’daki Türkler kıyılara ve Batı Anadolu’ya doğru yayıldılar. Öyle ki, özellikle Batı Anadolu İç Anadolu'ya göre daha çok Türkleşti.

    yılında Anadolu Selçuklu Devletinin yıkılmasından nüfus bakımından çoktan Türkleşen Anadolu’da başlayan Beylikler döneminde bu kez dil, kültür, gelenek, güzel sanatlar ve bayındırlık bakımından da Türkleşme olmuştu.

    Anadolu’nun ilk fethi sıralarında Türklerle Hıristiyanların ilişkileri pek dostça olmamıştır. Ancak Türkler Anadolu’ya kesin olarak yerleştikten sonra iki halk arasında dostça ilişkiler başlamıştır. Öyle ki Türkler, Ortodoks rahipleriyle de anlaşarak Anadolu'ya Türkmenleri yerleştirmişlerdir. Türkler, Anadolu'da Müslüman olmayan halklardan ilk kez Süryanîlerle dostluk kurmuşlardır. Çünkü Anadolu, Bizans’dan fethedilirken Süryanîler, Bizans egemenliği altındaydı. Bu kez Türk egemenliği altına girmek pek bir şey değiştirmeyecekti. Hattâ Bizans’ın bozuk ve baskılı yönetimi yanında, Türklerin son derece mutedil yönetimleri önemli bir tercih sebebi idi. Her ne kadar Bizans’lılarla Süryanîler aynı din ve mezhepten idi iseler de arada yine bazı dini anlaşmazlıklar vardı. “İsa’daki cevherler” meselesi en belirgin anlaşmazlıklardan biriydi. Bu yüzden Bizans tarafından Ermeni, Süryanî, Marunî, Nasturî ve Kildanilere sürekli olarak baskı yapılmıştı. Özellikle birinci Haçlı Seferinden sonra kurulan Latin prenslikleri mezhep ayrılığı yüzünden yerli Ortodoks halka kötü davranmış, ayrıca Katolikliğin yayılması üzerine Anadolu’nun Hıristiyan halkı birbiriyle yeni bir mücadeleye de başlamıştı. de İstanbul’un Latinler eline geçmesi Anadolu halkının ezilmesini son sınırına çıkardı. Bir taraftan Katoliklerle Ortodokslar arasında mezhep ayrılığı kavgaları, diğer taraftan Ortodokslar arasında mezhep içi ayrılığı kavgaları, Anadolu Hıristiyan halkının manevî yapısının çökmesine yol açtı. Bu çöküntü arasında en çok zarara uğrayanlar Süryanîler (Yakubîler, Nasturîler), Marunîler ve Kildanîlerdir.

    Süryanîlerin Bizans egemenliğine karşı Türk yönetimini tercih etmeleri bu sebeplerledir. Ayrıca Süryanî Mihael’in “Türkler, şerir ve rafızî Rumlar gibi kimsenin dinine ve inancına karışmıyor, hiçbir baskı ve zulüm düşünmüyorlardı” kaydı, durumu açıklamaktadır.

    Yahudilerin bu iyi durumları Anadolu Selçuklu Devleti zamanında bozulmamış aksine daha çok düzelmiştir. yılında Türkiye Selçuklu Devletinin vezirlik makamına Yahudî Sadü'd-devle’nin geçmiş olması ilginç bir olaydır. Yalnız bu Yahudinin vezir tayin edilmesi, sultanın isteğiyle değil de İlhanlı valisinin zoruyla olduğu anlaşılıyor. Zira İlhanlı valisi ölünce Yahudî vezirin etkinliği azalmış ve bir süre sonra o da ölmüştür.

    Anadolu Selçuklularında, özellikle Rum halk, her fırsatta ayaklanma ve yağma hareketlerinde bulunmuştur. Bu tür olaylar Bizans İmparatorluğu, Trabzon İmparatorluğu ve Kıbrıs Krallığı tarafından desteklenmiştir. Diğer Müslüman olmayan halklara nazaran Rumların daha çok ayaklanma ve karışıklık çıkarmalarının ana nedeni de bu olsa gerektir.

    Anadolu Selçuklu Devletinin, Müslüman olsun olmasın, bütün halka eşit davranması bu tür olayların zamanla azalmasına yol açmıştır. Her ne kadar bazen istenmeyen olaylar olmuşsa da bu yalnız Müslüman olmayan halka karşı yapılmamış, devletin zayıf ve karışık zamanlarında bütün halk aynı sıkıntıyı çekmiştir. Aksine, Müslüman olmayan halkın, Müslümanlara güveni tam olmuş ve Türk olsun yabancı olsun bütün tüccarlar Selçuklu divanına şikâyette bulunabilmişler ve yine orada yargılanabilmişlerdir.

    Anadolu Selçukluları İslâm dininin gereği olarak kölelere karşı çok iyi davranmış ve köle azad etmenin en büyük sevap olduğunu kabul ederek sık sık köle azad etmişlerdir. Köleler azad edilirken verilen azadnameler onların bir çeşit kimlikleri gibidir. Bu kağıtlarda kölenin tanımı yapılmakta ve böylece mümkün olduğu kadar, kölenin azad edildikten sonra tekrar köle olması önlenmekte veya her hangi bir yanlışlığın önü alınmaktadır.

     

     (Kaynak: Yavuz ERCAN-Osmanlı Yönetiminde Gayrimüslimler, Turhan Kitabevi, Ankara, )
  • 3. Hafta: Osmanlı İmparatorluğundaki Gayrimüslimlerin Din Ve Mezhep Olarak Dağılışları

    İslâm Hukukuna göre dünyadaki insanlar iki kısımdır. Bunlar:

    1- Müslümanlar

    2- Gayrimüslimler

    Gayrimüslimler de ayrıca kendi aralarında iki gruba ayrılmıştır.

    a-Müşrikler (Putperestler)

    b-Ehl-i Kitaplar

    Ehl-i Kitaplara aynı zamanda Kitabî, Eğer İslâm egemenliğinde yaşıyorsa Ehl-i Zimmet veya Zimmî de denmiştir. İslâm Hukuku, imamların farklı gröüşleri olmakla birlikte, dört din mensubuhu genellikle Ehl-i Kitap saymıştır. Bunlar Hıristiyanlar, Musevîler, Mecusîler ve Sabiîler’dir. Yine İslâm Hukuku hükümlerine göre Ehl-i Kitap olanlar bir Müslüman ülkede yaşarlarsa varlıkları ve güvenlikleri İslâm devletinin sorumluluğu altında olacağından bunlara Ehl-i Zimmet veya kısaca Zimmî denir. İşte Osmanlı topraklarında yaşayan Gayrimüslimler bu statü içinde bulunanlardır. Bu dört grup din mensubundan Mecusîler hiç olmamış, Sabiîler ise yok denecek kadar az bulunmuştur. Geri kalan iki gruptan sayıca en kalabalık olanları Hıristiyanlardır. Musevîlersayıca Hıristiyanlardan az olmakla birlikte, ekonomik bakımdan ülke içindeki etkileri oldukça büyüktür.

    Osmanlı İmparatorluğunda yaşamış olan Gayrimüslimler için din-mezhep ve etnik durum bakımından şöyle bir tasnif yapılabilir:

    I-Din ve mezhep bakımından

       A-Hıristiyanlar

           1-Katolikler

              a-Lâtinler (âyin ve ibadetlerini Lâtince yapan gruplar)

              b-Katolik Ermeniler

              c-Katolik Gürcüler

              ç-Katolik Süryaniler

              d-Kildaniler

              e-Maruniler

              f-Kıptîler

              g-Katolik Rumlar


            2-Katolik Olmayanlar

                a-Ortodokslar (Pavlakî, Thondrakî, Selikian ve Bogomiller dahil)

                b-Gregoryenler

                c-Yakubî-Süryaniler

                ç-Yakubî-Süryaniler

                d-Melkitler

                e-Mandeîler

             3-Musevîler

                1-Rabbaniler

                2-Karaîler

                3-Samirîler

             C-Sabiîler

    II-Etnik Bakımdan

    A-Rumlar                     

    B-Yunanlılar                

    C-Bulgarlar                  

    Ç-Sırplar,                     

        Hırvatlar,                 

        Karadağlılar,            

        Bosnalılar                 

    D-Arnavutlar               

    E-Romenler                 

    F-Türkler (Gagauzlar)  

    G-Macarlar                              

    H-Polonyalılar

    İ-Çingeneler

    J-Ermeniler

    K-Gürcüler

    L-Süryaniler

    M-Kildaniler

    N-Araplar (Marunî, Melkit vd.)

    O-Yahudiler

    Ö-Kıptiler

    P-Habeşler

    Roma imparatorluğu ikiye ayrıldıktan sonra doğuda kalan parçasına (Doğu Roma İmparatorluğu) XVI. Yüzyıldan itibaren Avrupalılar “Bizans” adını verdiler. Ancak yüzyıllar boyunca, “Romalı” anlamına gelen “Rum” kelimesi gerek Türkçe’de, gerekse değişik biçimlerde diğer dillerde Bizans’ı, özellikle Anadolu’yu ifade etmek için kullanılmıştır. Anadolu Selçuklu Devleti zamanında “Rum” deyimi daha yaygın hale gelmiş, bununla doğrudan doğruya Anadolu kastedilmiştir. Hatta Anadolu Selçuklu Devletini birçok kaynaklar “Rum Selçukluları” şeklinde adlandırmışlardı. “Rum” terimi Osmanlı İmparatorluğu döneminde de kullanılmış, fakat bir taraftan “Rum-ili” şeklinde Balkanlarda gittikçe genişleyen bir sahaya ad olurken, diğer taraftan Anadolu’da ifade ettiği alan, Selçuklu dönemine göre çok daralmıştır.

    Roma İmparatorluğu zamanında Latin kültürü Anadolu’da pek etkili olmamıştır. Çünkü genellikle yönetici sınıfı ve bir miktar da askerî sınıfı Romalılar teşkil etmiş, geniş ölçüde Latin halk toplulukları Anadolu’ya gelip yerleşmemiştir. Bu nedenle Latin kültürü Anadolu’nun yerli kültürü içinde zamanla erimiştir. İşte Rumları ne Romalılar ne Grekler, ne de diğer milletler içerisinde saymayıp ayrı bir topluluk olarak göstermemiz bu nedenledir.

    Anadolu’nun fethiyle birlikte Türklerle Rumlar birlikte yaşamaya başlamışlar ve zamanla Rum nüfus azalırken Türk nüfus çoğalmıştır. Rum nüfusunun azalması doğudan batıya doğru olmuştur. Rumlar daha çok, Ege kıyıları, İstanbul ve Trakya’da toplanmışlardır. Bir kısım ise Yunanistan ve Mora’ya göçmüş ve Yunanlaşmıştır. Osmanlı İmparatorluğu zamanında Yunanistan’a göç devam ettiğinden Anadolu’daki Rum nüfus sürekli olarak azalmıştır. O kadar ki belli birkaç bölge dışında, Anadolu’da Rum nüfus hemen hemen yok denecek duruma gelmiştir.

     

     (Kaynak: Yavuz ERCAN-Osmanlı Yönetiminde Gayrimüslimler, Turhan Kitabevi, Ankara, )
  • 4. Hafta: Osmanlı İmparatorluğundaki Cemaat Örgütlerinin Kuruluşları

    Roma’ya Bağlı patriklikler şunlardır:

    1-Latin Patrikhanesi

    2-Ermeni Patrikhanesi

    3-Süryanî Patrikhanesi

    4-Kildanî Patrikhanesi

    5-Marunî Patrikhanesi

    6-Melkit Patrikhanesi

    7-Kıptî Patrikhanesi

    Roma’ya bağlı olmayan patriklikler ise şunlardır:

    1-Sırp Patrikhanesi

    2-Bulgar Patrikhanesi

    3-Rum Patrikhaneleri

       a-Kudüs Rum patrikhanesi

       b-İstanbul (Fener) Rum patrikhanesi

    4-Ermeni Patrikhaneleri

       a-Erivan (Eçmiyazin) Ermeni patrikhanesi

       b-Kudüs Ermeni patrikhanesi

       c-İstanbul (Kumkapı) Ermeni patrikhanesi

    5-Nasturî Patrikhanesi

    6-Süryanî Patrikhanesi

    7-Melkit Patrikhaneleri

    8-Kıptî Patrikhanesi

    Osmanlılar kilise kelimesinin karşılığı olan “kenise” kelimesini daha çok kullanmışlardır. Kenise kelimesi Arapçaya Ârâmice’den, Türkçeye de Arapça’dan geçmiştir. Kenisenin sözlük anlamı “toplantı yeri, okul” demektir ve Arapçada hem Hıristiyan, hem de Musevî ibadethanelerini ifade etmek için kullanılmıştır. Fakat sonraları kilise için kenise, havra ise kenis şekli kabul edilmiştir.

    Manastır, daha çok külliye kelimesiyle ifade edilebilecek bir Hıristiyan mabedidir. Her ne kadar burada da ibadet edilirse de aynı zamanda bir okul ve din adamları için bir barınaktır. Çoğu zaman manastırlar bir piskoposluk, metropolitlik veya patriklik merkezi olurlar. Kelimenin aslı Latince “monasterium”dan gelmektedir.

    Manastır ve kiliselerdeki din adamları doğrudan doğruya halkla temastadırlar ve halkla Tanrı arasında ve halkla patrik arasında ilişkiyi sağlarlar. Osmanlı İmparatorluğu zamanında devletin Hıristiyan halk ile ilişkisi patrikhaneler aracılığıyla sağlanmış, patriklerde bu görevi rahipler ve piskoposlar aracılığıyla yapmıştır.

    Bir kilisede yönetici rahip veya papazdır. Rahip veya papazdan sonra diyagos gelir. Rahip veya papazların ruhanî olmaları şarttır. Diyagos ruhanî veya sivil olabilir. Diyagos’tan başka ayin ve ibadet işinde papaza yardım etmek üzere koro şefi ve korosu (bazan çalgıları ile müzisyenler), çancı (zangoç), hademe ve bekçiler de bulunurlar. Bu gruptan olanlar çoğunlukla sivildir.

    Genellikle evlenmiş din adamına papaz, evlenmemiş papaza rahip denir. Papazlar çoğu zaman rütbe bakımından terfi edemezler. Ancak başpapaz (horepiskopos) veya piskopos olabilirler.

    Diyagos (eğer ruhanî ise), papaz ve piskoposlar ancak takdis ile olur. Bunun dışında kalan başpapaz, metropolit (başpiskopos), patrik ve kilisenin diğer hizmetlileri, daha önce takdis olundukları için, tayin veya seçim yoluyla olurlar.

    Rahip veya papaz, en az bir piskopos tarafından takdis edilmek suretiyle piskopos yapılır. Piskopos birkaç kilise veya bölgenin dini amiridir. Piskoposlar terfi edince metropolit olurlar. Bir bölgede birden fazla piskopos varsa bunlardan biri diğerlerinin üzerine metropolit tayin edilir. Metropolitler de piskoposlar gibi bir şehre veya bölgeye ait kiliselerin başıdır ve bu kiliseler aracılığıyla Hıristiyan halk ile patrikhane arasında bağlantı kurar. Metropolit olabilmek için en az otuz yaşında ve bekâr olmak gerekir.

    Kiliselere bağlı bir yan örgüt de derneklerdir (eforia). Genellikle sivillerden oluşan dernek dört ile altı üyeden meydana gelir. Hemen hemen her kilisenin bir derneği vardır. Dernek kilisenin mali ve toplum işlerine bakar. Kilisenin bakım ve onarımı da derneğin görevleri arasındadır.

    Patrikhanenin en yetkili organı sinod meclisidir (sen sinod). Sinod sekiz, on veya on iki metropolit veya piskopostan oluşur. Patrikhaneye veya patrikhanenin toplumuna ait emir ve tüzükleri hazırlayan, karar veren ve yürüten meclistir. Sinod üyelerinden birisi patrik seçilirse, yeni bir üye meclise alınır. Sinod üyesi olabilmek için metropolit veya piskopos olmak ve evlenmemiş bulunmak şarttır. Sinod’a üye seçimi önceleri patrikhaneye bağlı piskopos ve metropolitler arasından seçimle olurdu. Sonraları en yaşlı metropolitler sinod üyesi olmaya başladı. Daha sonra bu yöntem de bırakılarak bir veya birkaç yıl için sıra ile metropolitler sinod üyesi olmaya başladılar. Sinod’un görevi patrik seçmek, diğer patrikhanelerle ilişki kurmak, metropolit, piskopos, rahip ve papazları atamak veya görevden almaktır.

    Patrikhanenin ve patrikhanenin temsil ettiği toplumun en yüksek dini başkanı patriktir. Ancak patrik tek başına karar veremez. Sinod’a danışması gerekir. Patrik olabilmek için evlenmemiş olmak ve sinod üyesi bulunmak gereklidir. Patrik vekili ise, patriğin bulunmadığı zamanlarda onun görevini yapar. Patrik vekili de sinod üyeleri arasından seçilir. Bazen sinod’a, patrik vekilinin yerine de üye seçilir. Bazan de patrik vekili ile birlikte on iki kişi olur.

    Museviliğin Yahudîler arasında yayılmasından sonra Hz.Süleyman bütün tapınakları kapatmış ve bir tek ibadethane yaptırmıştır. Bunun adı Mescid-i Aksa veya Süleyman Mabedi’dir. Kudüs’de bulunan bu tapınak iki kez yıktırılmış ve ikinci yıkılıştan sonra Yahudiler bir daha onarmamışlardır. Zaten halkın pek çoğu katledilip veya sürgün edildiğinden yıl siyasal birlik kuramamış, böylece onarım işi de imkânsızlaşmıştır.

    Başlangıçta Tanrı’nın oturduğu yer veya Tanrı’nın tahtının bulunduğu yer olarak kabul edilen bu bina Yahudilerin tek ibadet yeriydi. Bundan başka yerde ibadet edilemezdi. Ancak tapınağın yıkılışı ve sürgünler nedeniyle Yahudîler arasında yeni ibadethaneler fikri ortaya çıkmıştır. Daha çok toplum içinde birliği sağlamak ve Yahudî toplumunu örgütlemek ihtiyaçlarından doğan bu düşünce, dünyanın her yerinde havraların yapılmasına yol açtı. Bu havraların yönetimi bir merkezde toplanarak buraya, havralardaki din adamı olan hahamdan dolayı, hahamhane ve hahambaşılık denildi. Bu hahamhaneler Yahudîlerin bulunduğu hemen her bölgede kuruldu.

     

     (Kaynak: Yavuz ERCAN-Osmanlı Yönetiminde Gayrimüslimler, Turhan Kitabevi, Ankara, )
  • 5. Hafta: Osmanlı İmparatorluğunda Devşirme Sistemi

    Kuruluş dönemi Osmanlı ordusu başlangıçta, sınırlarda toplanan aşiret kuvvetleri ile cihad amacıyla yine buralara gelmiş gazilerden oluşuyordu. Kuşkusuz bunlar, sürekli ve örgütlü bir ordu değildi. Ancak, İslâm dininin verdiği heyecan ve uc bölgelerinin sosyo-ekonomik yapısından kaynaklanan savaşkan bir topluluktu. Hepsi atlı olup hafif silahlarla savaşırlardı.

    Osmanlı Beyliği yavaş yavaş genişlemeye başlayıp büyük kent ve kaleleri ele geçirdiği zaman, buraları koruyacak ve merkezi otoriteyi sağlayacak sürekli bir yaya ordusuna ihtiyaç duydu. Böylece bu atlı kuvvetlerin dışında Yaya ve Müsellem denilen teşkilat kuruldu. Aşiret kuvvetleri ve köylülerden toplanan bu kuvvete paralel olarak kent halkı arasından toplanan bir de Azap  askeri vardı.

    Yaya teşkilatının esasını ocaklar oluştururdu. Ocaktaki er sayısı değişkendi. Ocak grubunun içinden birisi baş seçilir ve buna Yayabaşı veya Başyaya denirdi. Bu yayalar bir takım vergiler vermekle yükümlüydü. Ancak yaya, at besler ve atlı olarak savaşa giderse bu vergilerden muaf ve müsellem tutulurdu. Onun için bunlara Müsellem denmiştir. Teşkilat olarak yayaların aynı idiler.

    Yaya ve Müsellemler, Kapıkulu teşkilatı kurulduktan sonra geri hizmete alınmamışlar, daha uzun süre savaşçı sınıf olarak görev yapmışlardır.

    Balkanlarda fetihler çoğalıp, sınırlar genişleyince Devletin askere olan ihtiyacı da o ölçüde arttı ve yeni yeni kaynaklar arandı. Bu arada, savaşlarda esir düşenlerin gençlerinden beşte biri devlet hesabına alındı ve bunlara kısa bir süre eğitim ve öğretim yaptırılarak yeni bir ocak oluşturuldu ki bu, Yeniçeri Ocağının başlangıcıdır. Bu tarihlerde henüz Devşirme söz konusu değildir ve tutsakların beşte biri alınarak oluşturulan bu sisteme pencik denmektedir.

    Acemi ocağı ile Yeniçeri ocağının başlangıcı seafoodplus.info dönemine kadar çıkarılabilmektedir ve Yeniçeri ocağına asker yetiştirmek üzere ilk Acemi ocağı Gelibolu’da kurulmuştur. İlk dönemlerde tutsaklar doğrudan doğruya bu ocağa alınarak bir kaç akçe gündelik ile Gelibolu, Çardak ve Lâpseki arasında işleyen ulaşım araçlarında hizmet görmüşler ve sonra Yeniçeri ocağına alınmışlardır. Tutsaklar fırsat buldukça kaçtıkları için bu yöntem bırakılmış ve savaşlarda tutsak olan Zimmilerin küçük yaşta olanlarının beşte biri alınmaya ve Anadolu'da Türk köylülerinin yanında Türk-İslâm eğitimi verildikten sonra Acemi ocağına kaydolunmaya başlanmıştır. Devletin fazla tutsağa ihtiyacı olmadığı zamanlar, tutsak bedelinin karşılığı olarak para alınmıştır.

    Zamanla, Pencik yöntemiyle toplanan askerler de ihtiyacı karşılamayınca, devlet yeni yollar ve kaynaklar aramaya başlamıştır. Özellikle Ankara Savaşından sonra, Osmanlı fetihlerinin yaklaşık elli yıl duraklamış olması, Pencik oğlanlarının sayısında büyük ölçüde azalmaya yol açmıştır. Asker yetiştirmek için yeni kaynaklar aranmasında en önemli etken bu olmalıdır.

    Böylece devletin, sınırları içinde bulunan Gayrimüslim çocuklarından Acemi oğlanı toplamak üzere uygulamaya girişmesi ile Devşirme yöntemi ortaya çıkmıştır. Devşirme’nin uygulamaya konulmasıyla Pencik yöntemi kalkmamış, ancak bir tür vergi olarak devam etmiştir.

    Devşirme yöntemi ancak XVI. Yüzyıl sonlarına kadar bozulmadan devam edebilmiş, bu tarihten itibaren kuloğlu veya ağaçırağı adı altında bir takım kimseler ocağa alınmak suretiyle sistem yavaş yavaş bozulmuştur. IV. Murat döneminde yapılan ıslahat arasında Devşirme sorunu da ele alınmış fakat yapılan düzenlemeler geçici olmuştur. Bu kez ocağa yalnız kuloğulları ve ağa çırakları değil ferzend-i bevvab ve ferzend-i çaşnigir adlarıyla kapıcı ve sofracıların çocukları da alınmaya başlamıştır. Giderek çok kısa bir sürede Devşirme yasası bütünüyle bırakılıp Hıristiyan çocukları yerine Müslüman çocukları devşirilmeye başlanmıştır. Demek oluyor ki Devşirme yoluyla Hıristiyan çocuklarının toplanması XV. yüzyıl ortalarından XVI. yüzyıl sonlarına kadar ancak yaklaşık yıl sürebilmiştir.

    Osmanlı İmparatorluğu tarihi içinde kısa sayılabilecek bir süre içinde uygulanan bu işlemde dikkat edilmesi gereken bir husus da Devşirmenin her yıl yapılıp yapılmadığı, devşirilen çocukların sayısı, Devşirme toplanan bölgeler ve Devşirme çocuklarının hangi Gayrimüslim topluluklardan toplandığıdır.

    İslâm Hukukunda bu konuyla doğrudan ilgili açık ve kesin hükümler bulunmaması nedeniyle bizim de kesin bir sonuca varmamız söz konusu değildir. Fıkha uygun olup olmadığı konusunda hukukî yönden kuşkuda bulunduğumuz Devşirme yönteminin, Osmanlı İmparatorluğu içinde doğal bir davranış ve uygulama olduğunu daha açık bir biçimde söyleyebiliriz. Devşirme, İmparatorluğun ihtiyaçlarından doğan ve örf hukukuna dayanan bir uygulamadır. Bu uygulamanın Anadolu ve Balkanlardaki Türkleşme ve İslamlaşmaya etkisi çok sınırlı olmuştur. Devşirme;

    1-Zaman olarak sınırlıdır.

    2-Bölge olarak sınırlıdır.

    3-Etnik yapı olarak sınırlıdır.

    4-Din bakımından sınırlıdır.

    5-Her yıl toplanmaması bakımından sınırlıdır.

    6-Her seferinde toplanan Devşirme sayısı bakımından sınırlıdır.

    7-Toplanan çocukların yaş durumları bakımından sınırlıdır.

    8-Fizik yapıları bakımından sınırlıdır.

    9-Sosyal durumları bakımından sınırlıdır.

    Kültürel durumları bakımından sınırlıdır.

    Ailenin çocuk sayısı bakımından sınırlıdır.

     

     

     (Kaynak: Yavuz ERCAN-Osmanlı Yönetiminde Gayrimüslimler, Turhan Kitabevi, Ankara, )
  • 6. Hafta: Osmanlı İmparatorluğunda Zimmilik Durumunun Hukuki Esasları

    Osmanlı İmparatorluğu, Müslüman olmayan halk için din ve mezhep farkı gözetmeden geniş bir eşitlik tanımıştır. Özellikle sosyal haklar açısından tam bir eşitliğin varlığı kabul edilebilir. Mesela şu veya bu dine veya mezhebe mensup olduğu için hiçbir Gayrimüslimin seyahat ve yerleşmeyle ilgili özgürlükleri sınırlı değildir.

    Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde Müslüman olmayan halk seyahat veya yerleşme etmek bakımından, bir iki önemsiz durum dışında, hemen hemen Müslüman halka yakın durumdadırlar. Ancak Müslümanlar için kutsal sayılan Mekke ve Medine gibi şehirlerde cami, mescit ve ziyaret -yatır- gibi yerlere Gayrimüslimlerin girmesi yasaklanmıştır. İslâm hukukunda da özellikle belirtilen bu noktayı Osmanlı İmparatorluğu da aynen uygulamıştır. Buna paralel olarak Müslüman halkın, Gayrimüslimlere ait kilise, manastır, özellikle Kudüs’deki kutsal yerler ve havra gibi yerlere girmeleri de yasaklanmıştır. İslâm hukukunda Müslümanların, Gayrimüslimlere ait kutsal sayılan yerlere girmesini engelleyen hiçbir kayıt yoktur. Müslüman olmayan halka ait dini binalara sadece Müslüman olmayan halk değil, görevli olmadığı takdirde mîrimîran, mîriliva, sübaşı, işerleri girmesi de yasaktır. Osmanlı İmparatorluğunun tanımış olduğu bu eşitliğe rağmen bazen Müslüman halk veya devlet memurları, Gayrimüslim halkın seyahatine engel olmuş veya güçlük çıkarmışlardır. Yalnız bu müdahaleler sadece âyinlerini yapmak üzere gidenlere yapılmıştır. Devlet bu ve buna benzer olayların tekrar etmemesi için önlem almış, böyle kimselere elbise değiştirmek ve hatta silah taşımak hakkını tanımıştır.

    İkamet özgürlüğündeki eşitlik, seyahat özgürlüğündeki eşitliğe göre daha sınırlı tutulmuştur. Müslüman olmayan halkın Mekke ve Medine’de oturmaları yasak olduğu gibi, bu iki bölgeden başka yine Müslümanlar için kutsal sayılan yerlerde yerleşim de yasaklamış veya bazı özel şartlara tabi tutulmuştur. Genellikle büyük mescit ve camilerin civarında Müslüman olmayan halkın oturması sakıncalı görülmüştür.

    Yeni fethedilen yerlerde bulunan halkın bir kısmı, özellikle ihtiyaç duyulan meslek sahipleri, fetihten sonra mecburi iskâna tabi tutulmuşlardır. Bir yerin fethi sırasında oradaki halkın bir kısmının İstanbul’a veya başka bir Osmanlı şehrine nakledilmesinin diğer bir nedeni de güvenlik önlemidir.

    Anadolu Beylikleri döneminde Gayrimüslimlerin giyimlerine devlet veya sultanlar tarafından pek karışılmadığını ve İslâm egemenliğinde yaşayan Gayrimüslimlerin giyim, mesken yapma ve davranış özgürlüğü bakımından en çok bu dönemde hürriyete sahiplerdi Anadolu Beyliklerinden biri olan Osmanlı Devleti için de bu durum aynı idi. Ancak III. Murad’a ait bir fermanda giyim konusundaki kısıtlamanın Fatih zamanında da olduğu belirtilmektedir. Buna rağmen XV. yüzyıl sonlarına kadar Osmanlı İmparatorluğunda Müslüman olmayan halkın büyük ölçüde giyiniş, mesken yapma ve davranış özgürlüğü içinde olduğu ileri sürülebilir. Ancak bir tarihten sonra Osmanlı İmparatorluğunda da Zimmîlerin giyimine kayıtlar konulmaya başlanmış ve hatta buna uymayanlara ağır cezalar verilmiştir. Osmanlı tarihinde giyim, mesken yapma ve davranış kısıtlamasının en ağır olduğu dönem II. Murat zamanıdır.

    Osmanlı İmparatorluğunda mesken konusu Müslim ve Gayrimüslim açısından hemen hemen hiç bir dönemde büyük bir şikâyet konusu olmamıştır. İslam hukukuna göre Gayrimüslimler, Müslümanlardan daha büyük ve yüksek ev yaptıramazlarken, Osmanlı İmparatorluğunda böyle bir yasak hiçbir dönemde uygulamamıştır. Mesken konusuyla ilgili olarak kilise, manastır, havra gibi  ibadet yerlerinin yapımı ve onarımıyla ilgili bir takım yasak ve sınırlamalar ise sürdürülmüştür.

     

      (Kaynak: Yavuz ERCAN-Osmanlı Yönetiminde Gayrimüslimler, Turhan Kitabevi, Ankara, )

     


  • 7. Hafta: Zimmilerin Ceza Hukuku Bakımından Durumları

    Ceza hukuku açısından İslâm Hukuku, Osmanlı İmparatorluğunda tam anlamıyla uygulanmamıştır. Zira bazen Fıkıh hükümlerinin emrettiği cezalar değiştirilmiş, bazen da olmayan yeni cezalar konmuştur.

    Osmanlı İmparatorluğunda, işlenen bir suçtan dolayı verilen cezaları iki ana grupta toplanmaktadır. Bunlardan ilki şekil ve miktarları önceden belirlemiş olan siyaset yani Hadd, kısas ve diyet, ikincisi ise kadının yetkisine bırakılmış tazir cezalarıdır.

    Siyaset, ağır suçlardan dolayı verilen cezadır. Bu, ölüm cezası şeklinde veya bu ceza verilmeden de uygulanabiliyordu. Ölüm cezası verildiği durumlarda buna Siyaseten katil denirdi ki boğarak, kafasını keserek, asarak yani idam ederek öldürme ve kısas bu ceza türleri arasındaydı. Osmanlı İmparatorluğunda siyaseten katil konusunda Müslüman halk ile Müslüman olmayan halk arasında bir fark yoktu. Bu bakımdan tebaa arasında bir fark gözetilmez, Müslümanlar irtidât etmedikçe, Gayrimüslimlerin de zimmet hukukunu bozulmadıkça siyaseten katlin hükümleri her iki gurup için de eşit olarak uygulanırdı.

    Ölüm cezasının dışında kalan siyaset cezaları ise, kısas cezası uygulanmadığı zaman, onun tazminatı şeklindeki diyet, kürek, ağır hapis ve para cezaları veriliryordu.

    Kadının yetkisine bırakılan tazir cezalarının kanunnamelerde ve fermanlarda şekil ve miktarları belirtilmemiştir. Özellikle küçük suçlar için verilen bu ceza dayak (falaka), teşhir, azarlama ve hatta sürgün cezalarıdır. Siyaset cezalarında olduğu gibi tazir cezalarında da Müslim ve Gayrimüslim ayırımı yapılmaz, herkese aynı miktarda ve şekilde uygulanırdı. Ancak istisnalar olabiliyordu. Gerek kanunnamelerde gerekse davalar arasında bununla ilgili örnekler görülmektedir. Osmanlı İmparatorluğunda Zimmîler, Zimmîlere karşı veya Müslümanlara karşı işledikleri suçtan dolayı nasıl cezalandırılmışlarsa, Müslümanlar da Zimmîlere karşı işledikleri suçlar sebebiyle cezalandırılmışlardır. Cezalar verilirken bazen rüşvet devreye girebiliyordu Bu durumlarda rüşveti veren de alan da cezalandırmıştır. Suç işleyen Gayrimüslimleri suçlarından dolayı cezalandırdığında, her hangi bir nedenle aile ve akrabalarının zarar görmemesine de dikkat ediliryordu.

    Osmanlı İmparatorluğunda Gayrimüslimlerin ceza hukukunu yetki veya alan bakımından da iki gruba ayrılmaktadır. İlki Osmanlı İmparatorluğu’nun ceza hukuku alanı ikincisi ise Gayrimüslimlerin, özellikle dinî bakımdan ait oldukları, kilise, patrikhane, havra ve buralardaki din adamlarına tanınan ceza hukuku yetkisidir. İkincisi ilkine göre çok daha dar ve basit suçlar ile hafif cezaları içermektedir. Aynı zamanda bu suç ve cezalar daha çok kilise içi ve dinî konularla ilgilidir. Bu cezalandırma sırasında kim olursa olsun görevli olmayan kimselerin karışması veya engel olması kesinlikle yasaklanmıştır.

    Kendi hukuk alanları içinde ceza verme yetkisine sahip olan Gayrimüslim din adamlarına, kendi cemaatlerinde olsa bile ölüm cezası yetkisi verilmemiştir. Dahası bütün ağır cezalar da bu yetkinin dışındadır. Bu nedenle, bu kimseler ellerinde bulunan ceza hukukunun dar sınırlarını genişletmek amacıyla, toplumlarında cezalandırılmasını isteyip de cezalandıramadıkları kimseleri dönemin padişah veya sadrazamına şikâyet etmişlerdir.

    İhtida konusunda Osmanlı İmparatorluğu Fıkıh hükümlerine oldukça bağlı kalmıştır. Osmanlıların hemen hemen hiç bir döneminde, zorla İslamlaştırma yoluna gidilmemiştir. Devlet ihtidayı her zaman teşvik etmiş ve Müslüman olanları ödüllendirmiştir. Ödüllendirme genellikle tımar veya gedik tevcih etmek şeklinde olmuştur. Sadece orta halli veya yoksul halk değil, beyler, hatta kırallar bile ihtida etmişlerdir. Özellikle Gürcü beyleri arasında İslâmiyeti kabul edenler çoktur Diğer yandan Eflak ve Boğdan’da da yüksek tabaka arasında ihtidalar olmuştur. Nitekim XVI.yüzyıl ortalarında Boğdan voyvodalarında İlya Rareş Müslüman olmuştur.

    Halk toplulukları içinde ihtida edenlere verilen mükâfatlara göre, bu, yüksek sınıfa mensup yeni Müslümanlara verilen armağanlar da toplumsal durumlarına uygun olarak daha büyük olmuştur. Mesela, yukarıda sözkonusu ettiğimiz Boğdan voyvodasının ihtidasından sonra, başta vezirler olmak üzere devlet adamlarının verdikleri armağanlar, bir servet olabilecek kadar çoktur.

    Zimmî Müslüman olurken bir takım işlemler yapılmaktadır. Her şeyden önce ihtidanın kadı huzurunda yapılması gerekir. Önce kelime-i şehadet getirtilir. Buna iki Müslümanın tanıklığı gerekir. Daha sonra Zimmîye Arapça bir isim verilirdi. İsmi değiştirildikten sonra da başına Müslümanların giydiği sarıktan sarılıp daha sonra sünnet ettirilmektedir. Böylece Müslüman olma işlemi tamamlanmış olurdu.

    İhtidanın tam zıttı olan irtidat ise Osmanlı İmparatorluğu’nda son yüzyıl dışında pek görülmemiştir. Zaten İslâm hukuku hükümlerine göre ağır cezaları vardır.

    Fıkıh hükümlerinin aksine olarak Zimmîler Osmanlı ordusunda askerlik yapmışlardır. Sipahilik ve topçuluk yaptıkları gibi, Martolos, Eflak Voynuk, Lagator ve Pirimkür gibi geniş ölçüde ve özel örgütlerde de askerlik görevinde bulunmuşlardır. Doğrudan Osmanlı ordusunda asker olarak görev alan Gayrimüslimler genellikle geri hizmetlerde kullanılmışlar ve pek azı savaşçı olarak kullanılmıştır. Donanma hizmetinde çalışan Hıristiyan leventler ve kürekçileri de, askerlik görevi yapanlar arasında sayılmalıdır. Özellikle Ege adalarında eli silâh tutan erkeklerin, denizden gelecek her hangi bir saldırıya karşı sırayla nöbet beklemelerini de bir tür askerlik hizmeti kabul edilebilir.

    Zimmîler çeşitli yerlerin iltizam ve mukataalarında görev aldıkları gibi tercüman ve diplomat olarak da çalışmışlardır. Yavuz Sultan Selim Mısır’ın fethinden sonra Abraham Castro adlı bir Yahudiyi darphane emîni olarak atamıştır.

    Osmanlılar fethettikleri yerlerde patrîk, metropolit ve piskoposları tanımakla kalmıyor, onları koruyup, tımarlar vererek, bir tür devlet memuru durumuna getiriyorlardı. Tımar yalnız din adamlarına değil, sivil halka da veriliyordu. Bunların içinde bazıları da kendi toplumlarının bir çeşit muhtarı durumunda olan Çeribaşılık, köy Kethüdalığı, Meliklik, Kınez ve Voyvodalık gibi görevlere atanıyorlardı.

    Zimmîler için resmî görev sayabileceğimiz bir iş de casusluktur. Devlet casusluk işinde hemen hemen bütünüyle Zimmîleri kullanmıştır. Kuşkusuz bunda Gayrimüslimlerin daha iyi yabancı dil bilmelerinin ve yabancı toplum içinde yaşama imkânlarının oluşunun bunda önemli payı vardır.

     

     (Kaynak: Yavuz ERCAN-Osmanlı Yönetiminde Gayrimüslimler, Turhan Kitabevi, Ankara, )
  • 8. Hafta: Zimmilerin Aile Hukuku

    Osmanlı İmparatorluğu Zimmîler arasındaki evlenme ve boşanmaya hemen hemen hiç karışmamış, bunu tamamen kendi din adamlarının yetkisine bırakmıştır. Evlenme ve boşanma konusundaki geniş yetki yanında, kilise yasalarına aykırı bir şekilde papaz ve rahiplerin nikâh kıymalarına da izin verilmemiştir. Kendi âyinlerine göre deyimi, Gayrimüslimlerin kendi dinsel inançlarına göre eklenecek olan kadın ve erkekte aranan şartlar anlamına gelmektedir. Bu koşullar belli başlıları şöyledir: Evlenecek kadın ve erkek mutlaka Hıristiyan olmalıdır. Ortodoks, Katolik, Protestan gibi mezhep ayrılıkları bile evlenmeye engel oluşturmaktadır. Bir erkek bir kadınla evlenebilir. Nikâh mutlaka kilisede ve bir dinî yetkilinin gözetimi altında olmalıdır. Evlenme töreni için belli dualar okunduktan sonra töreni yürüten din adamı tarafından kutsanmalıdır.

    Eşlerin boşanması için İslâmiyet’teki talak gibi kolay usullere karşın Hıristiyanlıkta zorlaştırıcı şartlar vardı. Hıristiyan bir koca karısını kendi kendine boşayamazdı. Boşanma işlemini de kilisede yapılırdı. Boşanmak kolay olmazdı. Hem kilisenin şartlarına uymayan hem de devletin yasak etmiş olmasına rağmen meşru olmayan nikâhların kıyıldığına da şahit olunmaktadır.

    Osmanlı İmparatorluğu evlenme ve boşanma işinde olduğu gibi, miras konusunda da Müslüman olmayan halkı serbest bırakmıştır. Eğer ölenle ilgili veraset davası yoksa kadı bütün malları koruma altına alarak beytü’l-mal emini de dâhil olmak üzere hiç kimse buna müdahale edemezdi. Ölenin kim olduğu ve verasetle ilgili ülkesinden aldığı belgeler kontrol edilir. Sonradan durum payitahta bildirilirdi. Padişah tarafından soruşturma yaptırılır ve doğru olduğu anlaşılırsa ölenin mallarının hepsi gelene iade edilerek gönderilir. Kadılar mal taksimi sırasında herhangi bir para alması da yasaklanmıştır.

    Gayrimüslimin mirasçıları vasiyetnameye itiraz ederlerse buna dair işlemlerde gerekli soruşturmalar yapıldıktan sonra uygulanırdı. Genellikle ruhban sınıfından olanlar mallarını kiliseye bağışlamış oluyorlardı. Bu durumda  akrabaları vasiyetnameyi dinlemeyerek ölenin malına el koyma yoluna gitmişlerdir.

    Patrikhane ve hamamhanelerin mirasla ilgili sorunları çözmeleri yanında-özellikle ruhban sınıfına ait kişilerin mirasla ilgili sorunları mirasları buralarda görülürdü. Osmanlılar’da bazen Müslüman olmayan halka ait miras sorunlarını da çözmüştü. İster Müslüman, ister Gayrimüslim olsun varisler istemedikleri sürece devlet memuru olan kassamlar mirasa karışamazlardı.

    İslâm hukukunda Müslümanların nasıl ve ne şekilde vakıf kurabilecekleri uzun uzun anlatılmıştır. Türkler İslâm dünyasına girdikten sonra çeşitli sebeplerden dolayı vakıf konusunda çok cömert davranmışlar ve pek çok vakıf kurmuşlardır. Osmanlı İmparatorluğunda da bu iş ancak bir nezaretle idare edilecek kadar çok ve genişti.

    İslam hukukunda Müslüman olmayan halkın da hangi şartlarla vakıf kurabilecekleri belirtilmiştir. Buna göre, bir Zimmî ancak kendi dinsel kurumlarına ve kendi toplumuna ait vakıf kurabilirdi. Bir Müslüman, Zimmî için vakıf kuramayacağı gibi, bir Zimmî de Müslüman için vakıf kuramazdı.

    Osmanlı İmparatorluğunda, tebaadan olmayan yabancıların, yani harbîlerin ne amaçla olursa olsun vakıf kurmaları yasaklanmıştır. Tebaadan olan Gayrimüslimler ise kendi inançlarına göre vakıf kurabilirlerdi. Mirî toprak üzerinde çiftlik sahibi Zimmînin, bu toprağı vakfetmesi söz konusu değildir. Vakıf ancak mülkiyet üzere mutasarrıf oldukları şeyler üzerinde olabilirdi.

     

      (Kaynak: Yavuz ERCAN-Osmanlı Yönetiminde Gayrimüslimler, Turhan Kitabevi, Ankara, )


  • 9. Hafta: Ekonomik Hayatları

    Osmanlı İmparatorluğunda Müslüman olamayan halkın mülkiyet ve tasarruf hukuku sınırlıdır. Ancak bu sınırlama yalnız Zimmîler için değildir. Müslüman halkın da mülkiyet ve tasarruf hakları sınırlıdır. Daha doğrusu Fıkıh hükümlerine göre düzenlenen mülkiyet ve tasarruf konusunda teb’a bu günkü anlamda tam olarak bağımsız değildir. Osmanlı İmparatorluğunda da durum aynıdır. Devletin toprakları İslâm hukuku hükümlerine göre bir takım kısımlara ayrılmıştır. Bu kısımlar içinde Gayr-i müsilmleri en çok ilgilendiren “arazi-i haraciyye”dir. Böyle topraklarda bağ, bahçe ve diğer toprak çeşitleri halkın mülkü olup diledikleri gibi tasarruf hakkına sahiplerdir. Bu topraklarda tam mülkiyet bağımsızlığı vadır ve tasarrufun sınırı yoktur.

    Daha Selçuklu döneminde olduğu gibi Osmanlı İmparatorluğu döneminde de Zimmîler arasında ve Zimmî ile Müslüman arasında sözleşme ve anlaşmalar yapılmıştır. Bu sözleşme ve anlaşmaların büyük bir kısmı borç alıp verme veya kefil olma konularında olmuştur. Diğer yandan kira ve icare ile ilgili sözleşmeler de olmuştur. Bu sözleşmeler bazen kefillerin veya borçluların sözlerini tutmamaları nedeniyle bozulmuştur. Devletin müdahale etmediği bu gibi sözleşmelerde suistimaller olmuş ve yalancı tanıklarla, kimseye borcu ve kefaleti olmayan kimselerden para koparmak yoluna gidilmiştir.

    Müslüman olmayan halk yalnız Osmanlı İmparatorluğu zamanında değil, daha önceki dönemlerde de ticaret hayatına hâkim olmuşlardır. Zaten Gayr-i müslimlerin ticaret yetenekleri ve gelenekleri yanında devlet ve Müslüman halk, ticareti de sanat gibi makbul bir iş saymadığından, doğal olarak ticaret hayatı Müslüman olmayan halkın tekeline girmiştir. Müslüman olmayan halk içinde Yahudilerin ticaretteki önemi herkesce bilinen bir gerçektir. Yahudilerin ticaret geleneği çok eskilere dayanmaktadır. Yukarıda belirttiğimiz gibi yalnız Osmanlı döneminde değil, eski çağlardan beri gittikleri her ülkede ve her dönemde Yahudiler ticaret hayatına hakim olmuşlardır. Yahudilerdeki bu ticaret yeteneği ve geleneğini esas olarak “Babil sürgünlüğü” ne kadar çıkarmak mümkündür. Bu tarihlerde Musevîlik kesin şeklini almıştır. Musa dini ile çiftçiliği bir arada yürütmek çok zordur. Mesela, Sabbat günü Musevî inançlarına göre, kimse kimseye, özellikle hayvanlara, dokunamaz, ateş yakamaz, kısaca hiç bir iş yapamazdı. Oysa bir çiftçinin gerektiği zaman bahçesini ve her gün hayvanlarını sulaması gerekirdi. Bunun yanında Yahudilerin ana yurtlarından uzakta bulunmaları toprak sahibi olmalarına engel olmuştur. Bu nedenden Yahudiler Babil sürgünlüğünden itibaren gittikleri ülkelerde tarım yerine sanat ve ticaretle uğraşmışlardır.

    Yurtdışı ticarette de Gayr-i müslimler içinde Yahudiler başta gelmektedir. Yurtdışı ticarette devletin en çok önem verdiği noktalar, Osmanlı topraklarında bulunmayan şeylerden az gümrük alınması, dışarıya çıkarılması yasak olan şeylerin çıkarılmaması ve gümrük vergisinin normal bir şekilde ödenmesidir.

    Dışarıya çıkarılması yasak olan şeyler genellikle zahire, at, savaş aletleri, deri, altın ve gümüş gibi değerli madenlerdir. Bu maddelerin dışarıya çıkarılması yasaklanırken, ya yurt içindeki mal darlığı veya o maddenin stratejik önemi göz önüne alınmıştır. Mesala, buğday ihtiyacını mutlaka dışarıdan sağlamak durumunda bulunan Venedik’le Osmanlı İmparatorluğu arasında bir anlaşmazlık çıkınca, devlet Venedik’e buğday ihracını yasaklamıştır. Bu durumda buğday stratejik bir madde niteliğini kazanmıştır. Kuşkusuz bu yasaklar bütün teb’a içindir. Müslüman olmayan halk için bu konuda özel bir uygulama yapılmamıştır.

    Yurt dışına çıkarılması yasak olan bu mallardan başka, yurt içinde satışı yasak olan mallar da vardı. Başta yine Müslümanlar için kutsal sayılan eşyanın Zimmîler tarafından alış verişi yasaktı. Ayrıcva Fıkıh hükümlerince de yasak olan Gayr-i müslimlere esir satılması, ahırlarında hayvan besleyenlerin gerektiğinde bunları Yahudilere satması da bu yasaklar arasında idi.

    Şarap, meyhane ve tuz işleri ise bir tür tekel satışı durumundaydı. Dışarıdan gelen tuzlar ancak tuz âmilinin elinden geçtikten sonra satılabilirdi.

    Osmanlı İmparatorluğunda şarap yapmak ve satmak, gerekli vergiler ödendikten sonra, serbestti. Ancak Müslümanlara şarap satılamazdı. Ayrıca Zimmîler kendileri içmek için yaptıkları şaraba da vergi ödemezlerdi. Bununla ilgili olarak yabancı elçilerin dışarıdan serbestçe şarap ithal etmelerine izin verilmişti. Vergi sadece satılacak olan şaraplardan alınırdı. Sokak aralarında açıkça şarap satmak da yasaklar arasında idi.

    müslüman olmayan halk için domuz beslemek, alıp satmak ve yemek tamamen serbest bırakılmıştır. Yalnız, domuz besleyenlerden “resm-i hınzır” adı altında bir vergi, satışını yapanlardan ve gerek yemek ve gerekse satmak için kesenlerden de bac alınmıştır. Ancak bu vergilerin miktarı yere ve  zamana göre değişik olmuştur.

    Osmanlı İmparatorluğunda el sanatları ve atölyeler şeklinde oluşan küçük endüstri hayatı da Müslüman olmayan halkın elinde bulunmuştur. Mesela, deri, kösele işleri, dokumacılık, matbaacılık, enfiye yapımı, kazan ve benzeri eşyaların yapımı daha çok Zimmîlere bırakılmıştır.

    Faiz ve tefecilik İslâm hukukunca Müslümanlar için yasaklanmış fakat bu yasağa da şarap yasağı gibi Müslümanlar tarafından pek uyulmamıştır. Ancak şarap yasağı için hiç bir hie-i şer’iyye bulunamadığı halde faiz işlemi için, dolambaçlı yollardan da olsa, bir yol bulunmuştur.

    Osmanlı İmparatorluğunda, özellikle Müslümanlar için makbul sayılmadığından, Zimmiler bol bol faiz ve tefecilik yapmışlardır. Özellikle Ermeni sarrafların ve banker Yahudilerin bu işte önemleri büyüktür.

     

    Osmanlı İmparatorluğunda sanat ve ticaret Müslüman halk tarafından makbul işler sayılmadığından bu gibi işleri genellikle Gayr-i müslimler yapmışlardır.

    Müslüman olmayan halk hemen hemen akla gelebilecek her türlü işi yapmışlardır. Ancak yalnız Müslümanlara özgü bazı iş ve görevler de vardır ki bunlar Gayr-i müslimlere verilmemiştir. Mesela, müftülük, kadılık, müderrislik gibi ilmiye mesleği Müslümanlara özgü olduğu gibi camilerle ilgili vakıfların mütevelliği, Kur’an ticareti ve benzeri işler de yine Müslüman olmayan halka kapalı idi.

    Zimmîlerin en çok rağbet ettikleri meslekler hekimlik, sarraflık, kuyumculuk, mimarlık, tüccarlık ve diğer el sanatlarıyla ilgili mesleklerdir. Bunlardan hekimlik en çok Yahudiler elinde bulunmuştur. Gayr-i müslimlerin, hekimlik mesleğinde geniş iş alanı bulmalarının bir sebebi de Osmanlı İmparatorluğunda kadınların doktor olmamaları nedeniyle kadın hastayı muayene ve tedavi edecek doktorun erkek olması mecburiyetidir. Bu durumda kadın hastayı muayene ve tedavi edecek hekimin, Müslüman yerine Zimmîlerden olması tercih ediliyordu. Kuşkusuz bunun nedeni Müslüman kadınların Gayr-i müslim erkeklere haram olduğu inancıydı.

    Osmanlı tarihinde yalnız Müslüman kadınlardan değil, Müslüman olmayan kadınlardan da hekim olamıyordu. O dönemin anlayışına göre, hekimlik mesleği yalnız erkeklere özgü idi. Ancak Zimmî kadınlardan, özellikle sarayda, hastabakıcı durumunda kimselerin bulunduğu da olmuştur.

    Yahudiler gerek dinî gerekse siyasî nedenler yüzünden çiftçilikle uğraşamayınca, bunun dışında kalan meslek ve işlere el atmışlardır. Zaten Yahudiler arasındaki hekimlik geleneği oldukça eskilere dayanmaktadır. Musevîlikteki dört büyük melekten birisinin görevi hastaların iyileşmelerini sağlamak yani hekimliktir. Bu gelenek, bu gün de halâ inançlarına sıkı sıkıya bağlı bulunan Musevîlerin dinlerinden gelmekte ve bu din içinde önemli bir yer işgal etmektedir.

    Osmanlı İmparatorluğunda, Müslüman olmayan halkın özellikle çalıştığı son büyük meslek grubu tüccarlık, gümrükçülük ve mültezimlikti ki bu konuyu daha önceki bölümde anlatmıştık. Ancak burada da konuyu ticaret özgürlüğü açısından değil fakat meslek açısından bir kez daha ele almamız gerekir. Ticaret, gümrük ve iltizam işlerinde çalışan Gayr-i müslimler arasında bir sınıflandırma yapacak olursak, diğerlerince göre Yahudilere öncelik tanımamız doğru alır.

    Müslüman olmayan halkın, yukarıda sözü edilen hekimlik, mimarlık, kuyumculuk, sarraflık ve tüccarlık meslekleri dışında, diğer bütün mesleklerde de çalıştıkların söylemiştik. Bu meslekler, genellikle madencilik, meyhanecilik, duvarcılık, terzilik, çulhacılık, kürkçülük, arabacılık, balıkçılık, ırgatlık, rençberlik, çiftçilik hayvancılık kazancılık, celeplik, kasaplık, çöpçülük ve daha buna benzer günlük yaşamla ilgili işlerdir. Ancak bu sonuncu meslekler için hangi grup Zimmînin hangi meslekte daha çok çalıştığını tam anlamıyla saptamak şimdilik mümkün değildir.

      (Kaynak: Yavuz ERCAN-Osmanlı Yönetiminde Gayrimüslimler, Turhan Kitabevi, Ankara, )

     


  • Hafta: İbadethane ve Ruhban Sınıfının Hukuki Durumları

    Osmanlı İmparatorluğunda, Müslüman olmayan halkla ilgili olarak ibadet yerlerinin ve dinî önderlerinin durumu, verilen fermanlarla belirtilmiştir. Daha ilk zamanlardan itibaren ibadet yerlerinin ve dinî önderlerinin durumu ile sonraki dönemler arasında fark vardı. Devletin sınırları genişleyip, daha çeşitli ve çok sayıda Müslüman olmayan halk egemenlik altına alınınca, bunların için durumlarını düzenleyecek bir takım kayıt ve şartların konması mecburiyeti ortaya çıktı.. Kudüs ve çevresindeki ibadet yerlerinin ve dinsel başkanların durumu aşağı yukarı Hz. Muhammed ve Dört Halife devrinde belirlenen duruma uymaktadır. İslamiyet’in çıkışı sırasındaki durumla kıyaslanınca Osmanlı dönemindeki farklar, her zaman Zimmîlerin lehine olmuştur. seafoodplus.infoed  ve Dört Halife dönemi ile Osmanlı egemenliği dönemi arasında kalan Selçuklu, Eyyubî, Fatımî ve Memlüklüler devrinde durum hemen hemen değişmemiştir. Kısa süren ve yalnız Mısır ile Suriye’de egemen olan Tolunoğulları ve İhşidoğulları devrini ayrı tutarsak Emevi ve Abbasî devletleri zamanında, Kudüs ve çevresi dediğimiz Mısır, Suriye, Güney Anadolu ve Irak Gayrimüslimlerinin durumları Osmanlı dönemine nazaran iyi değildi.

    Devlet her zaman Zimmîlere ait ibadet yerlerine yapılan saldırıya engel olmuş ve suçluları cezalandırmıştır. Bu işlemi yaparken de suçluyu Zimmî veya Müslüman diye ayırmamıştır. Gayrimüslimlerin ibadet yerleri yani kilise ve havralar hep devletin güvencesi altındaydı.

    Yahudiler için Kudüs’deki kutsal yerler üzerinde bir takım ayrıcalık tanınan Ermeniler gibi Rumlara ve Katoliklere de Kudüs’deki kutsal yerler üzerinde bir takım tasarruf hakkı tanınmış ve bunların sınırları ayrı ayrı saptanmıştır. Paylaştırılarak bütün Hıristiyanların ortaklaşa kullanımına sunulan Kudüs’deki kutsal yerlerden başka İmparatorluğun her yanında patrikhanelere ve havralara ait dinî ve sivil binalar ile arazi ve malları üzerindeki tasarruf hakları da yine ferman ve beratlarla kendilerine verilmiştir.

    Patriklerin ataması devlet tarafından yapılırdı. Ancak atanacak patrîk kendi toplumları tarafından seçilir, seçme işine devlet karışmazdı. Seçme hakkı tamamen kiliseye aitti. Devlet sadece patrikleri veya hahambaşıları atardı. Yalnız patrîk veya hahambaşıların görevden alınma işi kiliseye, hahamhaneye veya buraları yöneten meclislere danışılmadan da yapılabilirdi. Görevden alma nedeni genellikle devlet ve ülke aleyhine davranışlar ve patrîk veya hahambaşının kendi toplumunu iyi idare etmemesi idi. Kuşkusuz görevden alma, patrîk için bir ceza idi. Patrîk devlete ve ülkeye karşı suç işlediği zaman sadece azledilmez, gerekirse idam da edilebilirdi.

    Patrikler ve diğer din adamları veya bunların vekilleri her hangi bir vesile ile seyahat ettikleri zaman, Müslüman kıyafeti giymek, ata binmek ve silah taşımak serbestisi yanında her türlü gümrük ve bacdan muaftılar. Ayrıca kilise, manastır, havra ve benzeri dinî yerlerde oturup kâr getirecek bir işle uğraşmayan veya hasta, felçli yahut buna benzer daha başka mazeretleri bulunan ruhban da Gayrimüslimlere mahsus vergiden ki en önemlisi cizyeden muaf idi.

    Osmanlı İmparatorluğunda öğretim, gerek Müslümanlar, gerekse Müslüman olmayanlar için olsun ibadethanelerin içinde veya onlara bağlı yerlerde yapılıyordu. Gayrimüslimlerin kilise ve havralarının dışındı ve dinsel olmayan öğretim kurumu yoktu. Padişahlar, Müslüman olmayan halk gruplarının dini başkanlarına birok kez verdikleri fermanlarla onları din işlerinde serbest bırakmış ve ibadethanelerinin içinde yapılan her türlü eğitim ve öğretime karışmamıştır. Daha açık bir deyimle Osmanlı İmparatorluğunda Müslüman olmayan halk, eğitim ve öğretim konusunda serbest olmuştur. Zimmîlerin eğitim ve öğretim konusunda yasaklı oldukları tek konu Kur’an ve diğer İslâmî bilgileri okumak, öğrenmek ve öğretmektir. Osmanlı İmparatorluğu döneminde Müslüman olmayan halk kilise ve havralar içinde rahatça ve ayrıntılara ilişkin bazı kısıtlamalar dışında istedikleri gibi ibadet etmişlerdir.

     

     (Kaynak: Yavuz ERCAN-Osmanlı Yönetiminde Gayrimüslimler, Turhan Kitabevi, Ankara, )
  • Hafta: Zimmilerin Hukuk İşleri Ve Hukuki Durumları

    Osmanlı ceza kanunları, İmparatorluğun hemen hemen her yerinde aynı şekilde uygulanırdı.  İmparatorluk sınırları içindeki arazi veya vergi kanunnameleri böyle değildir. Her bölge, şehir, kasaba hatta köyler için ayrı kanunnameler düzenlenmiştir. Arazi kanunnamelerinin çeşitli olmasının birçok nedeni vardır. Bunlardan biri, yeni bir bölge fethedildiğinde kanunnamesi yapılırken o bölgenin, sosyal, ekonomik ve coğrafî yapısının göz önüne alınmasıdır. Gerçekten de mesela, Macaristan, Mısır, Anadolu ve Kafkasya’da örf, gelenek, coğrafî yapı birbirinden çok farklıdır.

    Osmanlı İmparatorluğunda kanun koyma ve yeni düzenlemeler getirme konusunda ilk esaslı faaliyet I. Bayezit devrinde başlar. Devletin, düzenli defter tutulması, arazi tahriri, kadılık kurumunda ıslahat gibi yenilikler bu dönemde yapılmaya başlanmıştır.

    Fetret devrinde, her konuda olduğu gibi bu konuda da bir duraklama olduğu kuşkusuzdur. Ancak II. Murat zamanında bu bu nitelikte yeniden başlamıştır.  Osmanlı hukukunun gelişmesinde Fatih devri bir dönüm noktası oluşturur. İmparatorluk tarihinde sürekli ve toplu yasama işlemi bu devirde önem kazanır. Bilindiği gibi Fatih’in hüküm ve yasakname olarak çıkardığı kanunlardan başka iki kanunnamesi daha vardır. Fatih’in başlattığı bu hareket Yavuz Sultan Selim, özellikle Kanunî Sultan Süleyman ve ondan sonra gelen padişahlar tarafından devam ettirilmiştir.

    Örfî hukuk alanına giren Osmanlı kanunnamelerinde hiç bir zaman şer’ilik derecesi tam değildi. Kur’an’da örgütlü bir devletin yönetimine yetecek ve kamu haklarına ait açık prensip ve hükümler çok azdır. Hz. Muhammed zamanında uygulanan bildiğimiz yöntemler de, bu konuda yetersizdir. İlk halifeler devrinde alınan önlemler ve konulan yasaklar da Fıkıh hükümlerine uymaktan çok yerli yönetim ve geleneklerin aynen kabul edilmesinden ibarettir. Esasen İslâm hukukundaki hiyle-i şeriyye meselesi bu gibi gerkliliklerden doğmuştur. Böylece Osmanlılardan çok daha önce şer’i hukukla örfî hukuk iç içe girmiştir. Kanun koyucu ilk Osmanlı padişahları gerçekçi bir şekilde hareket etmişler ve hatta gerektiğinde Hıristiyan ülkelerdeki yerli örf ve âdetleri olduğu gibi bırakmak cesaretini göstermişlerdir. Dünyaya yönelik dinsel kuralları istedikleri şekilde tevil ettirip, şeriatın açık bırakılmış yönlerinden istifade ederek İmparatorluğun hayatını düzenleyecek hukukî ortamı sağlamışlardır.

    Osmanlılar eski ve yasal yasaları yerinde bırakırken hükümlerden halkın yararına olanları almış, zararına olanları atmış ve yeni fethedilen ülkelerde eskiden beri süregelen düzeni kaldırmamışlardır. Yerinde bırakılan yasal yasalardaki birçok terim ve deyimler olduğu gibi bırakılmış ve bu durum Osmanlıların kendine özgü hukukî kuralları olmadığı ve diğer konularda da yabancı esasları benimsedikleri şeklinde yorumlanmamalıdır.

    Osmanlılar yalnız Balkanlar, Ege adaları ve Kıbrıs’daki özünün Hıristiyan örf ve kanunlarını devam ettirmişlerdir. Anadolu’da, Beylikler dönemine ait birçok kanunname ile Akkoyunlu, Safavî ve Memluklu kanunnamelerinden de bir kısmının uygulanması sürdürülmüştür. Ancak, Avrupa’da olduğu gibi, buralarda da yasalar aynen aktarılmamış, halkın çıkarı göz önüne alınarak bir takım değişiklik yapılmıştır.

    Osmanlı İmparatorluğunda yapılan kanunların ve yasakların uygulanmasına son derece dikkat edilmiş ve bu uygulama sırasında Müslim ve Gayrimüslim farkı gözetilmemiştir. Kanunları çiğneyenler, kadı ve sancakbeyi gibi kanun adamları bile olsalar en ağır cezaları görmüşlerdir. Bu amaçla çıkarılan fermanlara özel bir ad da verilerek adaletnâme denmiştir.

    Osmanlı İmparatorluğu, Müslüman olmayan topluluklara bazı alanlarda yargılama yetkisini de tanımıştır. Dolayısıyla İmparatorluk sınırları içinde Zimmîlere ait mahkemeler her zaman var olmuştur. Adı geçen bu mahkemelerin hukuk açısından yetkisi tam değildir. Mahkeme, basit davalara bakan bir kurum olup, ağır suçlarla ilgili davaları göremez ve ağır cezalar veremezdi. Cemaat mahkemelerinin bakabilecekleri davalar evlenme, boşanma, miras, din adamlarının ve vergi memurlarının atanması ve görevden alınması gibi konularda ki bunlar biraz da dinle ilgili idi. Zaten patrikhane ve havralarda, Osmanlı İmparatorluğundaki kadılık kurumu gibi gelişmiş bir organizasyon yoktu. Davalara genellikle hahambaşılar, patrikler veya onların vekilleri ve atadıkları memurlar bakardı.

    Davanın Zimmî mahkemelerinde görülebilmesi için davalı ve davacının Zimmî olması gerekliydi. Taraflardan biri Müslüman olursa davaya Müslüman mahkeme bakardı.

    Zimmî mahkemelerin baktıkları davalara, eğer davalı ve davacı her iki taraf isterlerse, Müslüman mahkemeler de bakabilirdi. Buna dair şer’iyye sicillerinde pek çok örnek vardır. Ayrıca iltizam, emanet, istihkak, kavga, hırsızlık ve yol kesme ile ilgili davalara da ister Zimmîler, isterse Müslüman- Zimmî arasında olsun doğrudan doğruya şer’i mahkemelerce bakılmıştır.

    Davaların duruşması sırasında Müslim ile Gayrimüslim arasında bir fark gözetilmemiştir. Zimmîler de büyük bir kolaylıkla ve istedikleri zaman haklarını aramak üzere Müslümanları mahkemeye verebilmişlerdir.

    Gerek iki Zimmî, gerekse Zimmî ile Müslüman arasında yapılan duruşma ile iki Müslüman arasında yapılan duruşma birbirinden farklı değildir. Duruşma sırasında önce davacının şikâyeti sorulur. Dinlendikten sonra davalı savunmasını yapar. Kadı karar veremezse tanıklara başvurulur. İki Zimmî arasındaki davada tanıklar Müslüman olmayabilirler. Ama Zimmî ile Müslüman arasındaki bir davada tanıklar ya Müslüman olmalıdır yahut da kadı, davalı ve davacıya durumuna göre yemin ettirmek suretiyle karar verir. Bazen davayla ilgili olarak keşif de yapılabilir.

    Zimmîlerle ilgili davalar önemine göre bazen Kazasker veya Şeyhülislâm huzurunda, bazen de Dîvân’da görülürdü. Yani önemli davalar kenar mahkemelerde görülmez, mutlaka İstanbul’a havale edilirdi. Hüccet verilen davaların tekrar ele alınması da yasaktı.

     (Kaynak: Yavuz ERCAN-Osmanlı Yönetiminde Gayrimüslimler, Turhan Kitabevi, Ankara, )
  • Hafta: Zimmilerin Ödedikleri Vergiler

    Osmanlı İmparatorluğunda cizye, Gayrimüslim halk içinde belli bir takım koşulları taşıyan kimselerden, kişi başına alınan bir vergiydi. Cizye vermek için Zimminin belli bir yaşta olması ki bu 14 ila 75 yaş arasıydı,  hasta, sakat ve işsiz olmamak, Ehli zimmet olmaktı. Bu nitelikleri üzerinde taşıyan her Zimmî cizye ödemekle yükümlü idi.

    Cizye temini daha çok İmparatorluğun resmî kayıtlarında kullanılıyordu. Halk arasında bu vergiye genellikle haraç denirdi. Resmî kayıtlarda da cizye yerine haraç kelimesinin kullanıldığı olmuştur. Haraç ve cizye terimlerinin gerek Devletin resmî kayıtlarında, gerekse halk arasında birbirine karıştırılması, Osmanlı İmparatorluğu dönemine özgü bir özellik değildir. Daha İslâmiyet’in ilk yıllarında Ehli zimmetten haraç ve cizye alındığı zaman, bu terimler birbirine karıştırılmış ve farklılığını göstermek için başka kelime ile tamlama yapılmıştı. Bu yüzden haraç vergisine cizyetü’l-arz, cizye vergisine de haracu’r-ru’us denilmiştir.

    Osmanlı İmparatorluğunda bir bölgeye veya kişiye cizye veya haraç konulacağı zaman verilen ferman, berat, hüküm, nişan ve benzeri gibi belgelerde meselenin aslının İslâm hukukundan geldiği ve İslâmiyet’in ilk yıllarında nasıl uygulandığı ve ne miktar vergi alındığı belirtilmek suretiyle cizye ve haracın dinî yönü ortaya konulmak istenmiştir. Bu dinî gerekçe İmparatorluğun Müslüman olmayan halktan aldığı cizye ve haraç vergisinde, Müslümanlara kıyasla bir zorlayıcı yanı yoktur. Zira Zimmîlere özgü olan bu vergilere karşılık, Müslümanlara özgü zekât vergisi bulunmaktadır. Cizyeyi zekât ve askerlikten muaf olmanın karşılığı olarak kabul etmek gerekir. Bu bakımdan haraç da Müslümanların ödediği çift resm-i ve resm-i dönüm de denilen toprak vergisinin karşılığı gibidir. Bunlara rağmen Müslümanın toprak vergisi ile Müslüman olmayanların ödediği haraç arasında Müslüman lehine bir farkın olduğu da inkâr edilemez. Osmanlı İmparatorluğunda zimmiler, her türlü tehlike ve gelir getirmeyen görevlerden uzak ticaret ve sanatla uğraşmış ve İmparatorluğun ekonomik yaşamına hemen hemen tamamen hâkim olmuşlardır.

    Osmanlı İmparatorluğunda toplanan cizyenin miktarı da Fıkıh’daki cizye hükümlerine uygun hale getirilmiştir. Ancak paranın değerinin değişmesi nedeniyle, benzerlik yalnız katsayı veya farklı gelir gruplarında kalmıştır. Yani cizye veren Zimmîler alâ, evsat, edna diye üç sınıfa ayrılmış ve genellikle alâdan 48, evsattan 24, ednadan 12 akçe cizye alınmıştır. İslâmiyetin ilk yıllarında alınan cizye de 12, 24, 48 dirhem idi.

    Cizye ve haraç dinî bir vergi sayıldığından toplanması ve harcanması için özel bir ilgi gösterilmiştir. Genel olarak devletin görevlendirdiği memurlar tarafından toplanırdı. Bu memurlar çoğu zaman, özel olarak cizye toplamakla görevli olan mültezimler idi ki bunlara cizyedar denirdi. Cizyedarlardan başka, silahdarlar, diğer cizye kalemi memurları, ummâl (âmiller), muhassıllar da cizye toplamayla görevlendirilebilirdi.

    Osmanlı İmparatorluğunda cizye toplayacak memur özenle seçilirdi. Rüşvet, torpil veya başka bir yolla yeteneksiz kimselerin görevlendirilmesi önlenir ve bu iş emin ve güvenilir kimselere verilirdi.

    Cizye toplanacak bölgedeki vergi yükümlülerinin saptanması ve yazımı işine deyine cizye muhasebesinden bir memur bakardı. Memur, o yerdeki vergi verecek durumda olan Zimmileri belirler ve isimleri ile tek tek deftere yazardı. Daha sonra bu defter İstanbul’da bulunan bir önceki yıla ait defterle karşılaştırılarak aradaki farklar tespit edilir ve gerekirse bu farkların neden ortaya çıktığı araştırılırdı. Böylece tespit edilen vergi yükümlüsü, kayıt defteriyle gelen cizyedara emr-i şerîf ile belirlenen miktar cizyesini öderdi. Toplanan para torbalara doldurulup ağzı mühürlenir, ayrıca cizye verenler defterde işaretlenir ve defter cizyedar tarafından imzalanıp mühürlendikten sonra İstanbul’a gönderilirdi. Cizye toplandıktan sonra her mahalle veya köye cizyenin toplandığını gösteren bir belge verilirdi. Bu belgeye temessük veya tezkîre denirdi.

    Cizyenin götürü toplandığı da olmuştur. Buna maktu’a bağlanma denirdi. Ancak bu sistem çoğu zaman Zimmînin aleyhine olduğundan, yaygınlaşmamış ve maktu’ toplanan cizyeler Gayrimüslimlerin istekleri üzerine kaldırılmıştır.

    Cizye toplanması sırasında yolsuzluklar artınca devlet cizye kâğıtları düzenleyerek her cizye verenden vergisini alıp kâğıdını dağıtmaya başlamıştır. Bunun gerekçesi yolsuzluğun önüne geçmekti.

    Cizye kâğıtları yine alâ, evsat, edna olmak üzere üç sınıf üzerinden düzenlenmiştir. Cizye muhasebesi her yıl, hangi bölgeye ne kadar ve hangi sınıftan cizye kâğıdı yazılacaksa bunları hazırlar ve bu kâğıtlar paketler (bohça) içinde her bölgenin mültezimine verilerek dağıtılırdı. Her yükümlüden vergisi alınır ve kâğıdı verilirdi. Ödemede kolaylık sağlamak için taksitle cizye alındığı da olmuştur.

    İslâmiyet’in Arap egemenliği döneminde cizye toplanırken Zimmîye karşı yapılan küçültücü davranışlara vardı ve buna göre; vergi toplanırken mültezim oturur, Zimmî ayakta dururdu. Para alınırken Zimmînin eli altta, mülteziminki üstte dururdu. Mültezim parayı aldıktan sonra Zimmîye bir tokat veya yumruk vurur ve onu kaba bir şekilde kovardı. Osmanlı İmparatorluğu tarihinde, cizye toplanırken Gayrimüslimlere buna benzer davranışlar sergilenmemiştir.

    XVI. yüzyılın ortalarında Osmanlı İmparatorluğunda toprak üç ana bölüme ayrılmıştı.

    a-Arz-ı öşriyye. Müslümanlara ait olan öşür toprakları.

    b-Arz-ı haraciyye.

    c-Arz-ı memleket veya arz-ı mirî. Mülkiyeti Devlete ait olan topraklar.

    Osmanlı İmparatorluğunda zamanla toprak sistemi gelişerek aşağıdaki şekli almıştır:

    A- Arazi-i mevkufe. Vakıf arazidir. Bu topraklar da “evkaf-ı sahiha” ve “evkaf-ı gayr-ı sahiha” diye iki kısma ayrılırdı.

    B- Arazi-i mevat. Boş arazi. Kimsenin tasarrufunda olmayan ve kimseye terk ve tahsis edilmeyen, köy ve kasaba sınırlarının dışında bulunan taşlık, kıraç yerlerdir.

    C- Arazi-i metruke. Halkın toplu olarak yararlanması için ayrılmış topraklardır. Herkese açık yol, namazgah, meydan, pazar ve panayır yerleri ile bir veya bir kaç köy, kasaba ve şehir halkına ayrılan mera, kışlak ve bataklıklar bu kısım topraklardandır.

    Ç- Arazi-i miriyye. buna arz-ı memleket veya arazi-i havz da denirdi. mülkiyeti devlete ait olup kira yoluyla yine halka verilen topraklardı.

    D- Mülk arazi. toprağın hem tasarrufu, hem de mülkiyeti şahıslara ait olan topraklardır. mülk toprak da kendi arasında beş kısma ayrılırdı:

    1- Eskiden beri köy ve kasaba içinde ve çevresinde bulunan mülk topraklar.

    2- Arazi-i miriyyeden ayrılıp mülk olarak verilen topraklar.

    3-Arazi-i mevatdan ayrılıp mülk olarak verilen topraklar.

    4- Arazi-i öşriyye. Müslümanların mülkiyetinde olan topraklar.

    Bu da kendi arasında üç kısma ayrılırdı. Birincisi bir yerin fethinden önce isteyerek Müslüman olanların ellerinde bırakılan topraklar. İkincisi fetih sırasında, fethedenlere verilen topraklar. Üçüncüsü ise fetih sırasında, fethedenlerden başka Müslüman kimselere mülk olarak verilen topraklar.

    5- Arazi-i haraciyye. Gayrimüslimlerin mülkiyetinde olan topraklar. Arazi –i haraciyye de iki kısma ayrılırdı:

    a- Bir ülke zorla veya barış yoluyla fethedildikten sonra, Müslüman olmayan yerli halkın mülk olarak elinde bırakılan topraklar.

    b- Bir ülke fethedildikten sonra kaçan halkın yerine başka yerden Gayr-i müslim getirilip iskan edilen ve oraları kendilerine mülk olarak verilen topraklar.

    Harac-ı  muvazzafa, Harac-ı mukasseme ve Harac-ı mukataa adı altında üç tür haraç vardı.. Harac-ı muvazzafa Müslümanların çift akçesi yerine alınır. Hesabı toprağın genişliğine göre dönüm, cerib veya başka bir yüzey ölçüsü birimi üzerinden hesap edilir. Miktarı on dirhem-i şeri karşılığı olarak akçedir. Bu miktar yere ve zamana göre değişebilir. Vergi vermekle yükümlü Zimmî toprağını yılda birkaç kez ekse de, hiç ekmese de aynı vergiyi verir. Ayrıca toprak Zimmînin mülkü olduğu zaman toprağını hiç ekmese bile elinden alınmaz.

    Harac-ı mukaseme, Müslümanların ödediği öşür karşılığı olarak mahsulden alınan hissedir. Zimmî toprağını yılda iki kere ekerse harac-ı mukaseme de iki kere alınır. Toprak ekilmediği zaman vergi de alınmaz. Mahsulden alınan bu pay onda birden, ikide bire kadar değişir. Fakat hiç bir zaman yarıyı geçmez. Bazen toprağın verim gücüne göre miktarı azaltılıp çoğaltılabilir. Harac-ı mukataa daha çok sınır bölgelerinde uygulanır ve belirli bir bölge üzerine maktu olarak konur.

    Öşür ve resm-i dönümün karşılığı olan harac-ı muvazzafa ve mukaseme İmparatorluğun birçok bölgelerinde Müslüman ve Zimmîden eşit miktarda alınmıştır. Ege adaları ve Rumeli dışında bulunan Osmanlı Avrupası’ndaki toprakların mülkiyet üzere arazi-i haraciyye olduğu düşünülürse, özellikle Zimmîlerin kalabalık bulunduğu bölgelerdeki vergi eşitliği açıkça görülür. Arazi kanunnamelerinin pek çoğunda haraç konusu üzerinde özellikle durulmuş, yasallık, miktar ve çeşitleri titizlikle belirlenmiştir.

     

      (Kaynak: Yavuz ERCAN-Osmanlı Yönetiminde Gayrimüslimler, Turhan Kitabevi, Ankara, )


  • Hafta: Farklı Zimmi Toplulukları

    Osmanlı İmparatorluğunda yönetim biçimi yönünden bölgeler arasında bazı farklar fark vardı. Bu bakımdan İmparatorluk topraklarını, merkeze bağlı topraklar ve bağlı beylikler diye iki kısma ayırmak gerekir. Bağlı beylikler Eflak ve Boğdan Voyvodalıkları, Erdel Kırallığı, Hicaz Emirliği ve Kırım Hanlığı idi. Bunlardan Eflak, Boğdan ve Erdel’de voyvodalar ve kıral istedikleri gibi kilise ve manastır yaptırıbiliyorlardı. Merkeze bağlı bölgelerin hiç birinde böyle bir özgürlük yoktu.

    Merkeze bağlı bölgelerde cizye ve haraç vergisi cizyedarlar ve yerel kadılar tarafından toplandığı halde, Eflak cizyesinin toplanması işi Gayrimüslim voyvodaya bırakılmıştı. Yine Kırım Hanlığına ait cizye toplama işi de Kırım Hanına verilmiş, Devlet bu beyliklerin iç işlerine önemli ölçüde karışmamıştır.

    Bağlı beylik ve devletlerin topraklarındaki asayişe de genelde devlet karışmamış, fakat gerektiği zaman müdahale etmiştir. Ancak Eflak, Boğdan voyvodaları ve Erdel kıralı, kendileri bizzat başvurarak ülkelerine ait padişahtan çözmesini istemişlerdir. Bağlı devletlerdeki Müslüman olmayan halk üzerinde Osmanlı İmparatorluğunun kontrolü azdı. Merkeze bağlı bölgelerde bu kontrol tamamiyle devletin elindeydi.

    Osmanlı İmparatorluğu Hıristiyan topluluklar arasında, mezhep farkından dolayı bir ayırım yapmamıştır. Ancak bazı patrikhaneleri diğerlerine bağlamış ve bunda da çok dikkatli davranmıştır. Böyle bir davranış, bazı Hıristiyan toplumların ve patrikhanelerinin merkezden çok uzakta oluşundan doğmuştur. Mesela, meshep ve inanç bakımından aynı olan Süryanî, Kıptî ve Habeş kiliseleleri, Gregoryen Ermeni kilisesine bağlanmıştır. Buna karşılık din bakımından Yahudiler ve Hıristiyanlar arasında daha fazla ayrım yapılmıştır. Gayrimüslim, Zimmî ve Ehli zimmet deyimleri kullanılmamış bunların yerine Kefere ve Yahudi, Nasarâ ve Yahudi veya Yahudi taifesi gibi deyimler kullanılmıştır.

    Yahudilerle Hıristiyanlar arasında en büyük fark vergi bakımından olmuştur. Yahudi toplumuna özgü olmak üzere bir rav akçesi toplanmıştır. Belgelerde bu rav akçesinin mirî için toplandığı kaydedilmektedir. Buna bakılırsa rav vergisi patrikhanelerin topladığı mirî rüsumla aynı nitelikte görülmektedir. Fakat mirî rüsum patrikhanece toplatıldığı halde, rav akçesi Müslüman mültezimler tarafından toplanmıştır.

    Devlet, Yahudilerin Kudüs ve çevresinde kendileri için kutsal sayılan yerleri ziyaretlerine ve buralarda yerleşmelerine izin vermemiştir. Hatta II. Selim zamanında bir kısım Yahudiler veba salgını var diye bahane ederek Tur-i Sina’da toplanmaya başlamışlar fakat buradaki Hıristiyan rahiplerin şikâyetleri üzerine kendilerine engel olunmuştur. Ancak buralarda eskiden beri oturan Yahudiler varsa onlara dokunulmaması da ayrıca belirtilmiştir.

    İmparatorluk sınırları içinde başka farklı Zimmî grupları da vardı. Bunlar özel hizmetler gören bir asker sınıfı niteliğinde idiler.

    Eflaklar Balkanlarda yaşayan yarı göçebe Hıristiyan toplumları idiler. Bunlar katunalar şeklinde örgütlenmişlerdi. Eflaklar esas olarak orduda geri hizmet görürlerdi. Sefer sırasında her on evde silahıyla birlikte bir eşkinci çıkarırlardı. Orduda hizmet gören başka bir Hıristiyan grup da Voynuklardı. Voynuklar da sefer vonukları ve çayır voynukları diye iki kısımdı. Sefer voynukları orduya katılır, çayır voynukları ise hassa çayırları biçerlerdi. Bulunan voynukların başında Lagtor, Çeribaşı, Pirimkür gibi görevliler vardı. Eflak ve voynuklar için özel kanunnameler yapılmış ve bunlar esaslı bir teşkilata tabi tutulmuşlardır.

    Askerî hizmetle görevli olan bir grup da Hıristiyan sipahilerdir. Devlet, bunlara timar tevcih ederken, Hıristiyan olduklarını göz önüne alarak, Müslüman sipahilerden farklı davranmamıştır. Daha çok Balkanlarda ve Doğu Anadolu’da Hıristiyan sipahiler bulunuyordu. Ordunun içinde muharip sınıf olan lağımcılar ile ordunun geri hizmetlerinde çalışan cerehorlar da bulunmaktaydı. Bu iki sınıf içinde zaman zaman değişik sayıda çeşitli Gayrimüslimler bulunmuşlardır.

     

     

      (Kaynak: Yavuz ERCAN-Osmanlı Yönetiminde Gayrimüslimler, Turhan Kitabevi, Ankara, )

     

     

     

     


  • Hafta: Müslüman Ve Müslüman Olmayan Toplum Arasındaki Kültür Alışverişi, (Dil, Edebiyat, Müzik, Gelenek-Görenek, Giyim)

    Osmanlı İmparatorluğunu sınırları içindeki Müslim ve Gayrimüslimler arasında kültür alış verişi vardır. Ancak Osmanlı dönemindeki kültür alış verişinden ayrı olarak, Müslim ve Gayrimüslim toplumlar arasında bazı kültürel benzerlikler bulunduğunu da belirtmek gerekir. Bu benzerlikler Osmanlı dönemlerden itibaren varlığını sürdürmekteydi. Bizans-Sasanî, Bizans-Arap ve Bizans-Selçuklu ilişikleri sırasında kültür ve kurumlar bakımından pek çok alış veriş olmuştur. Bunu İskender zamanına kadar çıkarmak bile mümkündür. Yine bu devirlerde Arap kültürünün, sosyal ve siyasî kurumlarının Sasanî uygarlığından geniş ölçüde etkilendiği da kesindir. Sonraları Türklerin İslâm uygarlığı çevresine girmesiyle, Osmanlılardan önce Bizans, Sasanî, Arap ve Türk kültürleri birbirilerinin etkisi altında kalmıştır. Bu alış veriş Osmanlı İmparatorluğu devrinde de devam etmiştir.

    Osmanlı devrindeki kültür alış verişi için ilginç bir örnek, özellikle orta Avrupa'dan (Aşkenazim), İspanya ve Portekiz’den (Sefardim) gelen Yahudiler aracılığıyla olanıdır. Yahudiler geldikleri bölgelerdeki kültür ve gelenekleri Osmanlı İmparatorluğundaki toplumlar arasında da yaymıştır. Diğer taraftan Kuzey Afrika’dan göçen Muzdaribîn Yahudiler ise oraların töre ve geleneklerini getirmişlerdir. Talmutcu geleneğe göre bir kimse öldüğü zaman onu, ölüm meleğinin kılıcıyla vurduğuna ve kılıcını da evdeki kaplarda bulunan sularda yıkadığına inanılır ve ölenin evinde bulunan bütün kaplardaki sular boşaltılırdı. Bu gelenek sebebi bilinmeden İstanbul ve Anadolu’nun birçok yerlerindeki Müslümanlar arasında bile uygulanmaktaydı.

    Toplumlar arasındaki en belirgin kültür alış verişi dil, edebiyat ve müzik üzerinde olmuştur. Özellikle, Osmanlıların yönettikleri bölgelerde yaptıkları tahrirler ve bu tahrir defterlerinin baş taraflarında bulunan kanunnamelerde geçen terimlerin hemen hemen çoğu yerel terimlerdir. Mesela, XV. ve XVI. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğunda para birimi genellikle “Akçe” olduğu halde, Macaristan ve çevresinde cizye ve ispençe vergisi Macar parası olan Penezle, Doğu Anadolu’da İlhanlı para birimi olan Tenge, Tenke ile tayin edilmiştir.

    Özellikle edebiyat ve müzik alanında Anadolu'da o kadar çok kültür alış verişi olmuştur ki bu gün Türkiye’de yaşayan Rum, Ermeni, Süryanî ve Yahudilerin edebiyatları ile Türk edebiyatını birbirinden ayırmak adeta mümkün değildir. Daha doğrusu Osmanlı İmparatorluğunun Yükselme Devrinden itibaren Türkiye’de yalnız Türk Edebiyatı revaç bulmuştur. Bu konuya güzel bir örnek olarak Türk saz şairleri ve âşıkları gibi Ermeniler arasından da aşuglar yetiştiğini ve Bizans, Ermeni ve Süryanilerin eski müziklerinin kaybolarak yerine bir tek müzik, Türk müziği temeline dayalı Türkiye Müziği’nin geçtiğini gösterebiliriz.

    Güzel sanatların özellikle mimarî dalında Bizans -Türk sanat ilişkileri diğerlerine göre önemle belirtmeye değer niteliktedir. Diğer taraftan XVI. Ve XVII. yy. Osmanlı sanatının, İmparatorluğun her tarafında bulunan insan toplulukları arasındaki önemi çok büyüktür. Bu etki aynı zamanda yarı sanat, yarı zıraat sayabileceğimiz bahçecilik konusunda en çok kendini göstermiştir.

    Giyim-kuşam konusunda Müslim ve Gayrimüslim topluluklar birbirilerinden geniş ölçüde etkilenmişlerdir. Arada bazı farkların olduğu muhakkaktır ancak bunlar şekil bakımından değil, kalite ve renk bakımındandır.

      (Kaynak: Yavuz ERCAN-Osmanlı Yönetiminde Gayrimüslimler, Turhan Kitabevi, Ankara, )


nest...

batman iftar saati 2021 viranşehir kaç kilometre seferberlik ne demek namaz nasıl kılınır ve hangi dualar okunur özel jimer anlamlı bayram mesajı maxoak 50.000 mah powerbank cin tırnağı nedir