latife eraslan yükseklerde durma gönül / Latife Erarslan mp3 indir

Latife Eraslan Yükseklerde Durma Gönül

latife eraslan yükseklerde durma gönül

Bacanakla Suşi Yenir Mi? Salih Uyan ’lu Yıllarda Başlayan T&#;rk&#;e Tahribatı &#;. Serdar Akın &#;ocuğun Gelişmesinde Dilin Hayat&#; &#;nemi Necmettin Evci DİLİMİZİ FAKİRLEŞTİRMEYELİM Prof. Dr. Mehmet Kaplan Okul Kitaplarındaki T&#;rk&#;e funduszeue.infoin Kukul T&#;RK&#;EYE S&#;İKAST M. HALİSTİN KUKUL G&#;n&#;l Diliyle Prof. Dr. Mahmut Kaplan Vec&#;ze Rahim Er Beş Adam Bir Yazar Oldu C. Yakup Şimşek TDK'nın T&#;m&#; C. Yakup Şimşek Terminolojimizde B&#;y&#;k Tahribat Numan Aydoğan &#;nal Dilimizin Bozulmasından Yabancı T&#;rkologlar da Dertli S&#;leyman Kocabaş Fış Fış Kayık&#;ı Prof. Dr. Beynun Akyavaş Eş M&#;nalar Prof. Dr. Beynun Akyavaş Tarihimiz ve Dilimiz Hakan Karag&#;z &#;rneğin Faciası Nihad Sami Banarlı Dilde İsraf Prof. Dr. Sabri Esad Siyavuşgil T&#;rk&#;eyi Korumadan Milli Kimliğimizi Muhafaza Edemeyiz Recep Tayyip Erdoğan Dil Devrimi ve Milliyet&#;ilik Prof. Dr. M&#;mtaz Turhan T&#;rk&#;e'nin &#;ilesi Samiha Ayverdi T&#;rkiye T&#;rk D&#;nyasının da Dilini Bozuyor Numan Aydoğan &#;nal Fakirleştirilen T&#;rk&#;emiz Prof. Dr. Orhan F. K&#;pr&#;l&#; "Kamubuyrum T&#;z B&#;lemi(!) Hayrettin &#;akmak T&#;rk&#;e İngilizce'den Daha Ge&#;erli Mustafa Fevzi Celep İmparatorluk Dilleri Nihat Sami Banarlı Uydurma Dil Felaketi Necip Fazıl Kısak&#;rek T&#;rk D&#;nyasında Uydurma T&#;rk&#;e'nin Hi&#;biri Yok! Dr. Mehmet Can Siyasi İktidarlar Uydurma Dil Cereyanının Peşine Gidemez Prof. Dr. Ali Nihad Tarlan Edvar Nedir? Dursun G&#;rlek T&#;rk&#;e'nin M&#;dafaası Peyami Safa Uydurma Dilcilerin Bir M&#;rifeti: “&#;evirgen”in M&#;n&#;sı Niz&#;meddin Nazif Tepedelenlioğlu Yazık Oldu G&#;zel Dilimize Ayhan Songar Kelime Uydurma Hastalığı Prof. Dr. A. Edip Uysal T&#;rkiye'yi ve T&#;rk&#;e'yi Korumak İsmail Kapan Dil Bir Milletin Ge&#;mişi ve Geleceğidir Prof. Dr. Beynun Akyavaş Herkes T&#;rk&#;e &#;ğrenmeli Mustafa Fevzi Celep T&#;rk&#;e K&#;&#;&#;k Bir “Sal”a Bindirilip “Sel”e Bırakılamaz Dr. Orhan F. K&#;pr&#;l&#; Doğrusunu Bilelim Prof. Dr. Abd&#;lkadir İnan T&#;rk&#;e Milli H&#;viyet Kazanmalıdır Ord. Prof. Dr. H&#;seyin Naili Kubalı Dil Yaresi Prof. Dr. Beynun Akyavaş Netameli Yollar Prof. Dr. Beynun Akyavaş Şimendifer Hattı Prof. Dr. Beynun Akyavaş İğneli Fı&#;ıdaki T&#;rk&#;e Prof. Dr. Beynun Akyavaş Dam &#;st&#;nde Saksağan Prof. Dr. Beynun Akyavaş T&#;rk&#;e Nasıl Bozuluyor Prof. Dr. Beynun Akyavaş T&#;rk&#;edeki Fransızca funduszeue.infoin Kukul G&#;zel T&#;rk&#;e funduszeue.infoin Kukul G&#;zel T&#;rk&#;e Hamlesi funduszeue.infoin Kukul Milli Eğitim ve T&#;rk&#;e funduszeue.infoin Kukul "Bayan Mescid" Olur Mu? Dursun G&#;rlek T&#;rk&#;emizi Boğazlayanlar Yavuz B&#;lent B&#;kiler TRTsel T&#;rk&#;e Yavuz B&#;lent B&#;kiler T&#;rkiye Gazetesi'nin Sayınsal Okuyucuları Yavuz B&#;lent B&#;kiler T&#;rk&#;e'mize Dadanan Hain Kurtlar Yavuz B&#;lent B&#;kiler T&#;rk&#;e mi? &#;z T&#;rk&#;e mi? Yavuz B&#;lent B&#;kiler En Zengin T&#;rk Dili: Osmanlı T&#;rk&#;esi Prof. Dr. Abd&#;lkadir Karahan Zengin T&#;rk&#;e'den B&#;y&#;k Eserler Sıla Hasret Dil ve K&#;lt&#;r &#;. Serdar Akın &#;lmeden Kefenlenen Kelimeler Nail U&#;ar T&#;rk&#;e’ye Sahiplik Yal&#;ın &#;zer T&#;rk Dili ve K&#;lt&#;r Emperyalizmi Prof. Dr. İsmet Miroğlu İmparatorluk Dilinden Langırt&#;aya Sevin&#; &#;okum T&#;rk&#;e'deki Kirlenme Ayşe G&#;kt&#;rk Tunceroğlu Dil ve D&#;ş&#;nce Ayşe G&#;kt&#;rk Tunceroğlu Arı Dil Snobizmi Prof. Dr. &#;mer Faruk Ak&#;n Milliyet&#;ilik ve Dil Prof. Dr. Erol G&#;ng&#;r T&#;rk&#;enin Kur’&#;n&#; Belkemiği Ahmet Turan Alkan Kelime Rahim Er T&#;rk&#;e İmparatorluğu C&#;neyt Ak&#;atepe T&#;rk&#;e Rahim Er T&#;rk&#;e Kara Sevdamız Rahim Er T&#;rk&#;e’nin Son “R&#;nesans”ı Ahmet Turan Alkan Teşhis Rahim Er T&#;rk&#;e'yi "&#;zleştirme"deki Kasıt Prof. Dr. &#;mer Faruk Ak&#;n T&#;rk&#;e İstikl&#;lini Kaybetmek Rahim Er H&#;k&#;met Olmakla İktidar Olmak Arasındaki Fark Neye Bağlı Rahim Er Yazık Oldu G&#;zel Dilimize Prof. Dr. Ayhan Songar D&#;nden Yarına T&#;rk&#;e Rahim Er Kelimesiz, L&#;gatsiz K&#;lt&#;r Olamaz Prof. Dr. &#;mer Faruk Ak&#;n &#;ağdaş Rahim Er T&#;rk Dilinin Kullanılmasına Dair Kanun Rahim Er Yabancı Dille Y&#;ksek&#;ğretim Prof. Dr. Ayhan Songar T&#;rk&#;e Azınlık Dili Olmasın Rahim Er Dilimize Sahip &#;ıkınız Ahmet Kabaklı T&#;rk&#;e &#;ğretememek Rahim Er T&#;rk&#;eye Kim Sahip &#;ıkacak? G&#;rb&#;z Azak T&#;rk&#;enin Anası Niye Ağlıyor? G&#;rb&#;z Azak Dillerini Boz, Onları Mahvet G&#;rb&#;z Azak TRT’nin “Penisilin” Kelimeleri Dr. Nuri Ko&#;yiğit Anlaşmak Veya Anlaşamamak Ali Fuat Haksever Benim G&#;zel T&#;rk&#;em Yal&#;ın &#;zer T&#;rk Dili Mes’elesi Dr. M. Naci Onur Ger&#;ekleri &#;arpıtma Aracı Olarak Dilde “&#;zleştirme” D. Mehmet Doğan Beyaz T&#;rk&#;e C&#;neyd Harputlu Dil Şuuru, Tarih Şuuru Beşir Ayvazoğlu İşte Bunun İ&#;in Okumak M&#;him Prof Dr. Halil İnalcık Banque Restaurant Ve Hotel Devrimciliği İsmail H&#;mi D&#;nişmend T&#;rk&#;e’nin Yozlaşması Yal&#;ın &#;zer T&#;rk&#;e'nin İsikbali Prof. Dr. &#;mer Faruk Ak&#;n T&#;rk&#;e'nin D&#;n&#; ve Bug&#;n&#; Prof. Dr. Kemal Yavuz Bir zamanlar Ahenkli T&#;rk&#;e Vardı Murat Bardak&#;ı Mefhumların Yıkılması Prof. Dr. &#;mer Faruk Ak&#;n Tıp Dilimiz De "Uyduruk&#;a" Oldu Ahmet Kabaklı T&#;rk&#;e’nin Asıl Meselesi Prof. Dr. Necmettin Hacıeminoğlu Dil Meselemiz Prof. Dr. Faruk K. Timurtaş Yargı Mahkemesi D. Mehmet Doğan Arap&#;a Kelimeler Kullanmadan T&#;rk&#;e Konuşamayız Edit&#;r Sovyetlerin T&#;rkleri K&#;lt&#;rel Asimilasyon Politikası Prof. Dr. Mehmet Saray Osmanlı T&#;rk&#;emiz &#;mer &#;zt&#;rkmen Dil Meselemiz Prof. Dr. Necmeddin Hacieminoğlu Okumak ve Anlamak S. Ahmet Arvas&#; Tab&#;at’sız T&#;rk&#;e Dr. Orhan F. K&#;pr&#;l&#; Dil Devrimi, T&#;rk&#;e’nin İsl&#;m&#; Ruhunu Yok Etti! Yusuf Kaplan T&#;rk&#;emiz funduszeue.info Ayhan Songar Kuşku, Ş&#;phe Dr. Nuri Ko&#;yiğit &#;zt&#;rk&#;e Masalı Do&#;. Dr. Yal&#;ın İzbul Kuş Dili! Zeki &#;nal Kelime Fakiri gen&#;lik! Sadık G&#;ltekin Ot K&#;k &#;st&#;nde Biter funduszeue.info funduszeue.info Arslan Lisan ve Bir Medeniyetin İnfilakı Prof. Dr. Osman Kemal Kayra Lisana Yapılan İhanet Prof. Dr. Osman Kemal Kayra “Sosyal Mesafe”nin T&#;rk&#;esi “Uzak dur!” veya “Kimseye yaklaşma!”, “İzolasyon”a da “Tecrit” Denir Murat Bardak&#;ı Korona Vesilesiyle "Teşhis" ve "Şifa" &#;. Serdar Akın Bir Kelimeden Ne &#;ıkar? funduszeue.info Doğan Dil Tefekk&#;r&#; Rahim Er Aldatmaca! Numan Aydoğan &#;nal T&#;rkistan Dilleri &#;zerinde Rus&#;a'nınTesiri Elizabeth E. Bacon Arap&#;a Olmazsa Konuşamayız &#;.Serdar Akın Konuğa Yer Yatağı Sermek Salih Uyan T&#;rk&#;e'nin İstiklali Rahim Er T&#;rk&#;emiz Kasten Nasıl Fakirleştiriliyor, Yozlaştırılıyor? Numan Aydoğan &#;nal Esas Bek&#; Meselemiz "Dilimiz" Hakiki T&#;rk&#;e Elden Gidiyor!.. Numan Aydoğan &#;nal T&#;rk&#;e'nin "En"leri C. Yakup Şimşek Dilde Gafletten Uyan funduszeue.info Şimşek Salla Dur Uyduruk&#;a C. Yakup Şimşek Maymuncuk Kelimeler Beşir Ayvazoğlu T&#;rk&#;e Elden Gidiyor! Şimdi de “Ultra-Uyduruk&#;a” &#;ıktı Numan A. &#;nal Ger&#;ekleştirip Bilmem Ne Yapmak!.. Murat Bardak&#;ı Ni&#;in Yabancı Dil &#;ğrenemiyoruz? M.Şevket Eygi Dilimizde S&#;r'at Ve İntikal Kayboldu Rahim Er T&#;rk&#;enin &#;ilesi S&#;miha Ayverdi Yeni moda bir kelime: İnovasyon! D. Mehmet Doğan Yersiz Bir &#;zenti "Bienal" Rahim Er Osmanlıca Değil Eskimez T&#;rk&#;e Emin Pazarcı T&#;rkler Yabancı Dili Ni&#;in Zor &#;ğrenir? Ali T&#;fek&#;i Osmanlıca, daha doğrusu “Eski T&#;rk&#;e” Murat Bardak&#;ı funduszeue.info Arvasi’ye G&#;re Yabancı Dil Eğitimi Do&#;.Dr. Şuayip &#;zdemir Atilla İlhan’dan Tarih ve Dil İle İlgili Bir Hatıra Atilla İlhan D&#;nyaya Dağılmış T&#;rk&#;e Ayşe G&#;kt&#;rk Tunceroğlu Arap&#;a olmazsa konuşamayız! - T&#;rk Dilinde Gelinen Son Nokta Rabi Başt&#;rk Yeni M&#;fredat D. Mehmet Doğan Dilde Tasfiye ile "&#;zt&#;rk&#;e" Değil "İngilizce" Yerleşmektedir Prof. Dr. Ebubekir Sofuoğlu Dilde Tasfiye Hareketi T&#;rk&#;enin ifade G&#;c&#;n&#; Kısar Prof. Dr. Ebubekir Sofuoğlu M&#;fredat Değişirken Salih Uyan Modere Etmek, Yahut Madara Olmak! Mehmet Doğan T&#;rk Devletleri ve T&#;rk&#;e Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu Dilde Kepazelik G&#;rb&#;z Azak Dil Yarası Halime G&#;rb&#;z Dilde Katliam Ahmet Sağırlı Dilimiz Hayvan&#;leştiriliyor &#;. Serdar Akın Edeb&#; T&#;rk&#;esiz T&#;rkiye M. Şevket Eygi Sovyetlerin T&#;rk Dili’ni Bozma Politikası Prof. Dr. Al&#;eddin Yal&#;ınkaya Beş Bin Kelimeyle Eğitim, Yetmiş Bin Kelimeyle Eğitim Yavuz B&#;lent B&#;kiler Osmanlıca ve Harf Devrimi Mehmet Ko&#;ak Ecdadımıza Ne Kadar Benziyoruz Yavuz Bahadıroğlu Rusların T&#;rk Dilini Bozma Politikası Prof. Dr. Mehmet Saray Uydurma İki Kelime: &#;rneğin ve Eleştiri Peyami Safa T&#;rk&#;e'nin Avrupa&#;leşmesi (!) Prof. Dr. Osman Turan T&#;rk&#;e’nin Karanlık G&#;nleri funduszeue.info Necmettin Hacıeminoğlu T&#;rk&#;enin Siga Zenginliği Peyami Safa T&#;rk&#;e &#;ğretimi Ni&#;in Zayıftır? Peyami Safa "Togri" Kelimesinden Başka Doğrulara Ve G&#;zelliklere Yavuz B&#;lent Bakiler T&#;m-B&#;t&#;n Yavuz B&#;lent B&#;kiler Bir Sevdadır T&#;rk&#;e! Necip Yıldırım   Bir Sevdadır Türkçe!
Sensin şanlı dâvâmız! Şah damarımız; Türkçe!Maziden istikbale; son kararımız: Türkçe!
İlk ninnisi annemin; babamdan kalan son söz.Aşk ilanından güzel; Türkçe yazılan her söz.
Ey muhteşem lisanım; ey sultanlar nişânı!İhtişâmında dehşet; ey haşmetliler şânı!
Kâmussuz nâmus olmaz; konuşmaz sensiz funduszeue.info tek kelimen için; geçeriz serden, candan!
Konuşulduğun her yer; vatandır bizler için.Duymak için sesini; yanarız için için.
Kazak, Kırgız ve Özbek; marşsız  kalırlar funduszeue.info, Yakut ve Uygur;  hür mü  kalırlar sensiz!
Türkmenlere sevdasın! Aşksın Başkurdistan’a!Sensin ecdadın sesi; fermansın Lehistan’a!
Vatansız millet olmaz; vatansın Türkistan’a!Olmaz bayraksız vatan; bayraksın Türkistan’a!
Sensin kimlik mührümüz, bizlere bağla bizi.Bizi biz yapan iksir; imanla dağla bizi.
Duasın dudaklarda! Harplerde sensin nara!Senin uğrunda Türkçe; gideriz fert fert dara!
Yaşarken nasihatsin; Ölurken vasiyyetsin.Sen vazgeçilmez sevda! Şeref ve haysiyetsin.
Keşfedip ufukları derlerdin kelimelerFethedip gönülleri seslendirdin nağmeler.
Arapça kelimeler, sana geldiler gelin.Bu eve giren her kız, namustur artık, bilin.
Farsça’dan tamlamalar, sana ettiler funduszeue.info vatan seçenler, göremez bizden nefret.
Bu nasıl bir lisan ki; cihana sürmüş hüküm!Çekse de binbir çile, demez ağırdır yüküm!
“Eski” ve “Yeni” Türkçe; bu nasıl bir bölünme!Düşman mı etti işgal! Dil niçin uğrar zulme!
Türkçe konuştu ecdat; bilmedi Osmanlıca!Yok öyle ayrı bir dil; bu nasıl kandırmaca!
En yakın dostlarınla, kurmaz oldun irtibat!Anlamaz artık seni, Bakü, Tebriz, Aşkabat
Sonradan uydurmakla; “öz” Türkçe olmaz ki söz!Uydurukça sözlerle, nasıl kanacak bu göz!
Öz dediğin berraktır: köklerden coşup çağlar!Geçmişiyle kendini, aşk ve imanla bağlar!
Kabîle dili değilsin; çadıra dönme Türkçe!Ey medeniyet dili; küçülüp kalma Türkçe! 

Necip Yıldırım Bir Ermeni Vatandaşın T&#;rk&#;e Sevdası Yavuz B&#;lent Bakiler Amerika’da yaşayan Artin Ayvazyan isimli Ermeni vatandaşımız bir dostuna yazdığı mektupta şöyle diyor:
Azizim! Biz Baha Bey, Feridun Bey, Hüseyin Bey mahsulüyüz (bunlar Robert Kolej’in dünkü edebiyat öğretmenleridir). Türkçe’nin zenginliğini, tatlılığını, ahenk güzelliğini onların dilinden tanıdık. Bazılarımız o kadarla da tatmin olmayıp lisana âşık oldu. Bilgilerini çok daha ilerilere götürdüler. Ben şahsen o lisanın hayranıyım. Ve bu his bugüne kadar beni, Türkçe’yi daha iyi öğrenmeye, unutmamak için gayret göstermeye, fikirlerimi istediğim gibi ifadeye muktedir olduğum için gurur duymaya sevk eder. Bu emekli lisan, asırlar boyunca zenginleşmiş, tenzil ve ilave görmüş, imbiğinden geçmiş, muhtelif safhalardan geçmiş, işlenerek incelmiş, bu asrın ortalarında Dilaçar'ın yolsuzluklarını bile atlatmış, asrın yarısına doğru bize verilen tedrisata kadar yarasız-beresiz yetişmişti.  Atatürk, ne kadar lisanı, Arabî ve Farisî tesirlerinden kurtarmaya çalıştıysa da, yan yola varmadan sun'î bir lisan yaratmanın imkânsızlığını takdir etti ve bu hareketi yavaşlatarak hemen hemen terk etti. Gelgelelim ölümünden sonra, bu davayı ele alanlar, 1üzumsuz bir aceleye tutularak, o kadar ileri gittiler ki, güzelim lisan, kısa bir müddette, tanınmaz bir şekil aldı. Bence, lisan inkılâbı, hiçbir şahsın veya kitlenin müdahalesini kabul etmez. Matbuat kaleminde ve halkın ağzında zamanla gelişir. Zoraki lisan icat edilemez. Eski ve yeni kelimelerin bir cümlede kullanılması, ses ve ahengi bozuyor. Melodiyi karışık bir hâle sokuyor. Bizim Türkçemiz, kendine mahsus seda ve ahengiyle ileri gelen lisanlarla ön cephede yer almıştı. Yenisi, bu sıfattan mahrumdur. Çene yoran acayip kelimelerle bezenmiştir. Eminim, okuma-yazma bir tarafa, halkın ağız hareketlerini, konuşma tarzını bir hayli değiştirmiştir. Elimde, yeni lisanla yazılmış bir kitap var. Muhteviyatı mevzuu bahis değil, okumaya çalışıyorum. Telâffuzları dahi zor! O kelimeleri söylemeye çalışırken kendimi aynada, elini muza uzatan şempanzenin yüz buruşturması gibi gördüm! Netice: Bizim güzelim lisanın karakteri, şivesi, ahengi tarihe karışmış. Şayet istenen buysa ne âlâ! Velâkin yine de yazık oldu Veli dayıya! Bu kuru lisanla nasıl edebiyat yapılır? Nasıl şiir yazılır bilmiyorum. Bildiğim bir şey varsa lisanın zenginlikten fakirliğe gitmiş olmasıdır. Bütün garp lisanları, Lâtince'den, Yunanca'dan kıyasıya alınan kelimelerle vücut bulmuştur. Biz ise Arabî ve Farisîden alınan kelimeleri kapı dışarı edip yerine acayiplikler koyuyoruz. Ne kadar yazık T&#;rk&#;e, Osmanlı'nın Millet Dili Rahim Er Tunus hükümeti, Türkiye ile Tunus arasında uzun asırlar süren müşterek bir hayatın varlığı ve bugün de Türkiye'yle münasebetleri geliştirmek için eğitim kurumlarına seçmeli Türkçe dersi koyma kararı almış. Bu son zamanların en güzel haberlerinden biridir. Birçok vesileyle olduğu gibi Osmanlı devlet yönetimine lisan mevzuunda da çok iftiralar edildi. "Bakın, dediler, Cezayir'de Tunus'ta vs. Fransızlar kısacık kaldıkları halde dillerini öğretmişler. Osmanlılarsa Türkçeyi öğretmemiş." Hatta bazıları, Osmanlıyı Türk düşmanı ilan etmek gibi sapık düşüncelere bile kapılıyordu. Herhangi bir araştırma yapmadan kendi zannını gerçek gibi konuşunca yanılma kaçınılmazdı. “Devlet-i ali Osman”, idaresi altındaki kavimlere kendi dillerini, dinlerini, örflerini yaşama hakkı tanıdığı gibi Türkçe'yi de resmi dil, devlet dili olarak uygulamıştı. Üst dil Türkçeydi Ancak sonraki zamanlarda İslâmiyeti reddetmek, Osmanlıyı reddetmek, tarihi reddetmek, Arapları reddetmek, her komşuyu düşman ilan etmek rejimin bir devamlılık projesiydi. Mısır'dan Yunanistan'a, oradan Irak'a kadar değişik ülkelere gittiğimizde şunu gördük. Şayet  75 yıl boyunca çevreyle husumetler besleneceğine Türkçe'nin varlığını muhafaza için fikri mesai sarf edilseydi bugün manzara çok farklı olurdu. Jetlerin Ege'de "it dalaşı" yapmaları iki komşu millete değil, o uçakları satan devlete yaradı. Osmanlı coğrafyasındaki memleketlerde manzara şudur. Osmanlı teb'ası/vatandaşı insanlar, mükemmel Türkçe bilmektedirler. Ne var ki bunlar, yok denecek kadar azalmış. Onların çocukları ise Türkçe'ye şöyle-böyle vakıflar. Ama üçüncü neslin dilimizle alakası kalmamış. Irak Kürt Muhtar idaresinde Kürt çocukları, gayet güzel Türkçe konuşuyorlar. Türkçe'ye ilgi yüksek. Onun gibi Arap ve Balkan ülkelerinde de Türkçe gözde. Son asırlarda dünyadaki ikinci dil, Fransızca ve Almanca'ydı. Ardından önce İngiltere'nin bilahare de ABD'nin cihan devleti olmaları sebebiyle İngilizce onların yerini aldı. Doğuda da Rusça aynı mevkide. Şimdilerde ise Türkçe, yeniden yükselen değer. Bu değer daha da gelişecek. Devletin buna dair siyaset geliştirmesi ve var olan siyaseti çoğaltması gerekir. Dil köprüdür. Dostluklara açılır. Rusya T&#;rklerin Dil ve Edebiyatını Nasıl Tahrif Etti Elizbeth E. Bacon

1

’a kadar, Orta Asya’da konuşulan bütün diller için Latin alfabesi konulmuş ve okullarda okutulan kitaplar, gazete, dergi ve diğer kitaplar bu alfabeyle yayınlanmağa başlanmıştır. Yeni okumayı öğrenen binlerce çocuk ve büyük sadece Latin alfabesini tanımıştı. Arap harflerini tanımayan bu kişiler, Türkistan’ın klasikleşmiş edebiyat geleneğinden tamamen koparılmıştı.

Kuran ve tefsirleri gibi, Fars edebiyatı, Sa’di, Firdevsi ve Hafızın şiirleri; Semerkant ve Buhara’da, bilimin zirvede olduğu günlerde yazılan eserler, artık tamamen kapalıydı ve hiçbir şey söyleyemiyordu. Yani Sovyet okullarında okuma yazma öğrenenler için edebiyat tahtası tamamen silinmiş ve yeni şeyler yazılmak üzere hazırlanmıştı.

Ancak, Türkiye’nin de benzer alfabe kabulü, Sovyet liderlerinin yeni korkulara kapılmasına sebep oldu. Türkler arasında ortak edebiyat, bu kere Latin alfabesiyle gelişebilir ve Türkistanlılar Ruslardan uzaklaşarak Türkiye’ye yaklaşabilirdi. Bu muhtemel tehlike, Sovyet politikacı ve dilcilerinin dikkatini Türkistan’ın edebi diline çevirdi. 

Özbeklerin, kökü onyedinci yüzyıla dayanan ve Çarlık devrinde de gelişmesini sürdüren bir edebiyatları vardı. ihtilalinden sonra, Sovyet aydınları bu noktadan hareket ederek Özbek lehçesinden, ayrı bir Özbek dili oluşturmaya çalıştı.

Özbek aydınları, alışmış bulundukları Arap alfabesinin kalmasını tercih ederlerdi, fakat alfabe ne olursa olsun Özbeklere hizmet edebilecek, bütün lehçelerin gramer ve lügatlarının birleştirilmesinden meydana gelen tek bir edebiyat yapabileceklerini umuyorlardı. Buna ilâveten, köylerde konuşulan ve Türkçenin ses uyumu kaidesini kaybetmemiş dile önem veriyor, Farsça tesiriyle özelliğini kaybetmiş Taşkent ve diğer şehirlerde konuşulan dili geri plâna itiyorlardı.

Politik değişme ve endüstrileşme sonucu dile giren, Avrupa asıllı kelimeler yerine, Arap veya Fars asıllı kelimeler alıyor, yahut yeni Türkçe kelimeler türetiliyordu. Gayeleri anlaşma vasıtası olan dili geliştirmekti.

Kazaklar da Çarlık devrinde başlatılan gelişmeyi hızlandırmak için gayret gösteriyor, geleneksel edebiyat şekli olan şiirin yanında, roman gibi yeni edebî şekillerinin de çoğalmasına çalışılıyordu.

Türkmen aydınlarının, edebi gelenekleri sınırlıydı ve yeni Sovyet edebiyatının, daha eskilerden mi geliştirilmesi, yoksa Anadolu Türklerinin edebiyatının mı benimsenmesi üzerinde tartışılıyordu.

Sovyet direktifleriyle hareket eden Rus dilciler, Türkistanlı aydınların hedeflerini hiç dikkate almadı. İlkin, Fars etkisinde, ses uyumu kaidesini tamamen kaybetmiş bulunan Taşkent lehçesi, yeni edebiyatın gramer ve lügatini teşkil etmek üzere seçildi. Diğer taraftan, telaffuz için güney Kazakistan taraflarında konuşulan ve henüz ses uyumunu kaybetmemiş bir ağız ele alındı. Bu lehçe Kazaklar, Karakalpaklar ve Türkmenler tarafından okunup anlaşılıyordu ve Orta Asyalılar arasında yeni ortak dil haline gelemeye adaydı.

’de, Özbek edebiyat dili yine değiştirilerek telaffuz olarak da Taşkent, Semerkant, Buhara ve diğer büyük şehirlerde konuşulan ses uyumunu kaybetmiş lehçe benimsendi. Diğer Türkistan cumhuriyetlerinde de Sovyetlerin genel meyli, büyük yerleşme veya idare merkezlerinin ağzını, yazı dili haline getirmekti.

Bu politikanın başarısı tarihte sabitti. Dünyanın birçok yerinde ülke dili, yönetim merkezinden yayılmıştı. Meselâ Fransızca, Fransız krallarının hüküm sürdüğü bölgenin dilinin benimsenmesiyle, yüzyıllar boyunca ortaya çıkmıştı. Sovyet hükümeti, aynı neticeye, metodlarından faydalanarak bir nesil içinde ulaşmak istiyordu. ’lada, Orta Asya’da yerleştirilmesi kararlaştırılan lehçelerle okul kitapları, gazete ve diğer kitaplar basılmıştı, ancak bunlar bölgede konuşulan ağızlardan çok farklıydı.

Türkistan’da Latin alfabesinin kullanılması, Rusça’nın daha zorlukla öğrenilmesine sebep oluyordu. ’ların sonlarında, Rusça okuyup yazmasını bilen ve ekonomik ve politik mevki kazanmak için bunun gerekliliğini idrak etmiş bir nesil yetişmişti. Üstelik – katliamlarıyla, bir kere alfabe değiştirmiş ve ikinci bir değişikliğe karşı daha büyük direnme gösterecek Türkistanlı aydınların çoğu yok edilmişti. Bu katliamların hatırası, kalanlarda da direnme cesareti bırakmamıştı.

– yıllarında, Sovyet hükümeti Latin alfabesini kaldırarak yerine Kiril alfabesine dayalı bir sistem getirdi. Böylelikle talebelerin iki ayrı alfabe öğrenmek zahmetinden kurtulacağı öne sürüldü. Bu değişiklik, Kiril alfabesinde bulunmayan Türkçe sesler için farklı semboller kullanılmasını da imkân dahiline soktu.

Birleşik Türk Latin Alfabesinde, bütün Türk lehçelerinde bulunan sesler aynı işaretle yazılırken, Kiril alfabesinde aynı ses değişik cumhuriyetlerde, değişik harflerle gösterilmeye başlandı. Karakalpak ağzını, Kazak ağzından farklılaştırmak için bu politikanın uygulanması sonucu öyle telaffuz uygunsuzlukları ortaya çıktı ki, ’te Karakalpak imlasında yeni reformlar yapılması gerekti.

Rusça kelimeleri, bu şekilde Türkçe, Farsça ve Arapça sözlerle karşılama temayülü, Rusça terimlerin okullarda, nutuklarda ve gazetelerde ısrarla tekrarı neticesinde yok edildi. Kiril alfabesinin kabulü, Rusça kelimelerin kabulünü kolaylaştırdı. Böylelikle, dilde zaten var olan bazı kelimeler yerine benzer veya aynı anlamlı Rusça sözler getirildi. Mesela “darülfünun” kelimesi yerine, Rusça “üniversitet” konuldu.
Dilimizi Kaybediyoruz Sel&#;uk &#;zdağ

İ

nsan kalabalıklarını “millet” yapan ve “millet olma şuuru”nu besleyen kıymetlerin başında “kültür”“toprak”, ve “ülkü birliği” gelmektedir. Kültür; bir topluluğu millet yapan din, dil, töre ve maddi kıymetlerdir. Kültür, bir toplumda kurumlaşır, dünya milletleri arasında kabul görürse “medeniyet”ler doğar. Toprak; uğruna herşeyden aziz olan canlar feda edilmişse “vatan” olur. Ülkü birliği ise, kader birliğidir. Kader birliği etmiş, iyi günde, kötü günde, neşede ve kederde birlikte olan insanlardan oluşan bir topluluk, sıradan bir topluluk değil, bir “millet”tir. Dil birliği, millet olmanın en önemli göstergelerinden biridir. İnsanlar ancak kelimelerle düşünürler; “dil” aracılığıyla konuşup, anlaşabilirler, bir birlik oluşturabilirler. Dil, “lafzı ve ruhu”yla hayat bulur, yaşar. Lafız, dilin “kelimeler”i, ruhu ise “millet aidiyeti”dir. Aidiyetten, milletin kıymetlerinden uzak bir dil, ruhunu kaybeder, yabancı dillerin istilasına uğrar. Bir dil, kelimeleriyle cümle yapısıyla, güzel ve özlü sözleriyle, atasözü ve nihayet şiiri, romanı, hikayesiyle canlılığını devam ettirebilir; şairi, yazarı, hikayecisi ve romancısıyla ayakta durur, gelişir. İnsanlar dil ile düşünür, kelimelerle konuşurlar. Dil, arıduru, berrak olmadıkça, sağlıklı düşünce üretmek, eser vermek mümkün değildir. Bugün şehirlerimizle, vakıflarımızla, gençlerimizle birlikte, dilimizi de kaybediyoruz. Toplumumuz, yarınlarımızın teminatı olan gençlerimiz, yüzelli-ikiyüz kelimeye mahkum edilmektedir. Dilimiz, yabancı kelimelerin işgali altındadır. Sadece büyükşehirlerimizde değil, en küçük kasabamızda bile bunun çok sayıda örneği görülebilir. Hatta daha ileri gidilerek iddia edilebilir ki, sadece işyerlerinin tabelalarına bakmak bile yeterli olabilir. Televizyonlar, radyolar, gazete ve dergiler ne kadar yazık ki bu konuda gereken itinayı göstermek bir tarafa, dilimizi bozucu, daraltıcı ve yabancılaştırıcı bir rol oynamaktadır. Ancak, dildeki bozulma ve kirlenme sadece radyolar ve televizyonlarla sınırlı kalmamakta, bizzat iktidarlar eliyle de yürütülmektedir; “yabancı dilde eğitim” yapılmaktadır. Yabancı dilde eğitim, bilinenin aksine yalnızca Türkçe konuşmaya değil, Türkçe düşünmeye bile engel olmaktadır. Diğer ülkelerle, milletlerle ilişkilerimizin devam ettirilebilmesi, bilim ve teknoloji alanındaki yeniliklerin takip edilmesi ve benzeri amaçlarla yabancı dil öğrenilmelidir. Ancak bu hiçbir zaman yabancı dilde eğitime dönüşmemelidir. Biz, Nihat Sami Banarlı’nın dediği gibi “Bir taraftan Tuna boylarından ses almış, öte yanda Afrika ülkelerine yayılmış, Kafkas dağlarından, Nil suyunun akışından Türkçe’ye sesler getirmişiz”. Yaşanmış muhkem bir mazimiz, yaşanmamış muhayyel bir geleceğimiz var. Biz bu toprakları dilimizle fethettik. Yesevi, Mevlana, Yunus, Hacı Bektaş önce “dile geldi”, bu dil nice nasihat oldu, merhamete dönüştü. Bu dil nice kahramana şevk verdi, mertlik oldu. Hazık bir hekimin dilinde gözlere nur, gönüllere sürur oldu. Nice buyruk oldu, hakanların dudaklarında emir, ferman oldu, ülkeler fethetti. Nice ninniler oldu, anaların ağzında; bebeler dinledi, büyüdü, Mehmet oldu. “Bir ahhh ile bu alemi viran etti” ve nihayet beşer ruhu üzerinde bir salatanat tesis etti. Dil’de meydana gelebilecek bir bozulma ve yabancılaşma, öncelikle kültürümüzü miras olarak devralacak nesle faydalı olmayacaktır: Dualar, beddualar, mevlitler, alkış ve kargışlar, ninniler, türküler, toylar, baraklar, bozlaklar, ağıtlar, sanat musikisi şaheserleri … hakkıyla anlaşılamayacaktır. Fuat Köprülü, “Türk tarihinin bütün eserleri terazinin bir kefesine, Dede Korkut hikayeleri diğer kefesine konulsa, Dede Korkut hikayeleri yine ağır gelir” demiştir. Bugüne kadar kaç Dede Korkut hikayesi okuduk? Bugün kaç gencimiz, “Dua dua, eller karıncalanmış, Yıldızlar avuçta gök parçalanmış” tasavvurunun bilincinde olarak dua ediyor. Kaç genç annemiz, bebeğine en güzel ninnileri söylüyor? Hangi genç annemize, annesinden kaç ninni miras kalmıştır? Kaçımız, hangi ağıtı dinleyerek ağlayabiliyoruz? Kim, hangi tatyanı dinleyerek maziyi yad ediyor, bozlakla hüzünleniyor? Hangimiz bir Türk musikisi şaheserinin beste ve güftesini merak ediyoruz, nağmesine kulak veriyoruz? Kaç destan okunuyor, kaç hikaye, kaç masal yazılıyor? Kaç mani biliyoruz? En son ne zaman bir Ortaoyunu okuduk veya bir Hacivat-Karagöz oyunundaki toplumun gerçeklerini düşündük? Bunların hepsi ancak “dil” ile mümkündür. Külütür, dil ile anlatılır, aktarılır; dil sizi hüzünlendirir, ağlatır, düşündürür veya güldürür. Dilinizi sevmiyorsanız, dilinize hakim değilseniz, yapacak hiçbir şey yoktur: Çünkü sizi hiçbirşey hüzünlendiremez, ağlatamaz, güldüremez … ve hiçbirşey sizi düşünmeye sevkedemez. Düşünmeyen fertlerden oluşan bir toplumun iradesinden bahsetmek mümkün değildir. Sağlıklı düşünemeyen insan ve toplumlar “yönetemez”, “yönetilmek” onlar için mukadder olur. T&#;rk&#;e Katliamı İlhan Bardak&#;ı B eyninizde peydahlanan notaları bir kâğıda geçirip, dinlenilmesinin zevk ve lezzetine doyulamayan bir beste yapmak ne ise, ben, Türkçe yazmak ve konuşmak da öyledir diye inanmışımdır. Bu meşakkatli zirveye tırmanmak öylesine güç ki, kırk küsur yıl var, hayallendiğim böylesine bir besteye henüz imza atamamışımdır. Ve acı bile olsa itiraf şart: Biz, bu ifade zenginliği, ahenk ve musikî hazinesi dediğimiz besteye kulaklarımızı tıkamışızdır. Onu unutmak bir tarafa, hatta inkâra bile cür’et etmişizdir. Ve bırakınız farklı nesillerin birbirlerini anlamadıklarını, ama aynı kuşağın insanları olarak da, birbirimize sağırlaşmaya ve yazıp dillenişimizden artık tat almamak noktasına çakılıvermişizdir. Dil ki, Ebed-Müddet oluşun tek beka şartıdır. O hâlde, neden bu cinayet, bu intihar ve bu millî tebahhur edişin köklerindeki sebepler? Bu suale ya bir cevap verilecek ve reçetesi yazılacak ya da şüphe etmeyiniz elli sene sonra, Türkçe’yi konuşmak ve öğrenmek için ithal malı aydınlara muhtaç olacağız. Öğrenci okumuyor… Öğretmen okumuyor… Gazetecisi okumuyor Aydını okumuyor Politikacısı okumuyor Doktoru, avukatı, hâkimi okumaktan alabildiğine kaçıyor O zaman hangi Türkçe? O zaman hangi dil, hangi Ebed-Müddet’in beka şartı Daha ağır bir tespit: Türkçe’yi sadece yüz elli kelimenin içinde konuşmak, bir kültür marifeti sayılıyor. Dikkat ediniz, gün geçtikçe konuşmayan ve konuşmayı fuzulî bir gayret sayan insanlar hâline geliyoruz. Hani Avrupa’da mağazalarda satılan, tercüme makineleri var ya Onlara döneceğiz yakında. Bu inkârcılığın sonu bir yere varmaz.. Tehlikeyi şimdiden görmüş olabilsek… Hiç değilse, geç kalmış olmaz, sonunda başlarımızı yumruklamaya sebep olacak sancılardan kurtulmuş oluruz. Geçenlerde sadece “El” kelimesi üzerinde yazayım dedim, sütunumun geometrik muhtevası kâfi gelmedi. Bakınız burada vereyim: El açmak. Eli ağır işi pâk olmak. Elden ağıza yaşamak. Eli ağzında kalmak. Ele alınır olmak. Elini tutmak. El altından Eli armut devşirmiyor ya Elde avuçta bir şey kalmamak Elde avuçta nesi varsa El ayası Eli kolu bağlı olmak El ayak çekildi Eline ayağına düşmek Eli ayağı düzgün Eline ayağına sarılmak.. Elini bağlamak Eline bakmak El basmak Eli bayraklı El bebek gül bebek Eli belinde El benim etek senin El bezi Elini bırakıp ayağını, ayağını bırakıp elini öpmek El birliği Eli boş Eli böğründe kalmak Eli ve eteğine çabuk El çabukluğu El çekmek Elden çıkmak El çırpmak Ele güne karşı Eli daldan kaymak El damarlı yaprak El değmemiş Ellerin dert görmesin Elini dişlemek Elinde doğmak El döğüşü Elden düşme Eli düzgün Elinde ekşimek El elde, baş başta El elden üstündür, arşa varıncaya kadar El el üstünde kimin eli var El eli yur, el de yüzü El emeği Eli ermez, gücü yetmez Elini eteğini çekmek El etek çekildikten sonra El ense çekmek Eline eteğine doğru El etek öpmek  Eline eteğine sarılmak Elinden geleni ardına koymamak El hamuru ile erkek işine karışmak Elden gel bakalım Eli genişlemek Ele avuca sığmamak Elden hibe Elinden kuş bile kurtulmaz Eli kalem tutmak Elinden kaza çıkmak Eli koynunda kalmak Eli böğründe kalmak Elinin körü Eli kulağında Eli maşalı Eli nurdan kopsun El öpmekle ağız aşınmaz El pençe dîvan durmak Elimi sallasam ellisi Eli sopalı Eline su dökebilmek Eli tartısız El ulağı Elinle ver, ayağınla ara Elini veren kolunu alamaz Eli vergili Bir eli yağda bir eli balda Elim yakanda Ellerim yanıma gelecek Eli yatmak El yordamı ile Eli yüzü düzgün Sadece “El kelimesi” üzerinde yine sadece bazı deyimleri verdim yukarıdaki satırlarda Ya diğer kelimeler Ya o deyimler bolluğu ve hazinesi -Türkçe dar çerçeveli bir dildir, diyor bazıları. Milyon kere yalandır. Ben ki, Türk Dili ustası ve uzmanı değilim, ben farkındayım bu ihtişamın Ve hocaları, üstadları Ama hüner, bunları bellemek ve benimsemek Yukarıdaki deyimlerin çoğunu bir başka veya hayran olduğumuz yabancı dile çeviremezsiniz, mümkün değildir. Türkçe’mizdeki ifade bolluğu, başka hiçbir dilde, böylesine bir cilveleşme güzelliğine sahip değildir Japonlar Mill&#; Yazılarına Ni&#;in Sahip &#;ıkıyorlar? Abdurreş&#;d İbr&#;h&#;m

M

eşhur Türk seyyahı Abdurreşîd İbrâhîm (), geçen asrın başında Japonya’yı da ziyaret etti. Japonların sosyal ve kültürel özelliklerini inceledi. Tokyo’da davet edildiği bir konferansta Japon harflerini müdafaa eden funduszeue.info’yı dinledi. Bu konuşmanın özetini aşağıda Abdurreşîd İbrâhîm’in kaleminden okuyacaksınız:
“…Bizim Japonların zayıf zamanlarında düşmanlarımız aramıza sızmışlar, kendi bozuk fikirlerini yaymak için durmaksızın milletimiz içine ayrılık tohumunu ekmekteler. Her tarafta fitne uyandırmak için çareler aramakta ve her nevi sebeplere teşebbüs etmekte asla ve kat'a tereddüt etmiyorlar; maksatları bizi birbirimizden ayırmak, bu suretle kuvvetimizi azaltmak, nihayet bizim ruhumuza tasallut ederek âkıbet bizi kendilerine esir etmekten başka değildir. 
Şimdi o bedbinler bizim iki bin seneden beri kullanmakta olduğumuz yazımıza tasallut etmek istiyorlar. İnsanların avam kısmına karşı bir takım deliller ile bizim hiyerogliflerimizin (harf şekilleri) ağır/zor olup okumak-yazmak için başka bir hurufat (harfler) kabul etmemizi tavsiye ediyorlar. 

Doğru, bugün dahi kullanmakta olduğumuz hiyeroglif esasen bizim kendi hurufatımız değildir. Fakat bize komşu olan Çin milletinin hurufatıdır, biz iki bin seneye yakındır bunu kullanmaktayız, şimdi adeta bizim kendi malımız, kendi hukukumuz gibi olmuştur. 

Hem kendi malımızdır, zira biz pek çok ilave ve ıslahatta bulunmuşuz. Bugün milyonlarca kitap bizim lisanımızda bu harflerle tabolunmuş, ahali bu harflerle okuyup yazıyor, hiç bunu (başka harflerle) değiştirmek kabil olur mu? Bunun mümkün olmayacağını o bedbinler de bilirler, onların maksatları zaten bizi bölmek, bunun için ortalığa bu gibi bir meseleyi çıkarmışlar, bizim Avrupa-perest akılsız ahmaklarımız, olup olmayacağını, fayda ve zararını düşünmezler, yalnız o bedbinlerin sözlerine kapılır, "Böyle bir şey keşfettim" der, meydana çıkar. 

Bunlar hep körlerdir, onların bu sözlerine itibar olunamaz. Onlar vatan düşmanlarıdır, zira düşmanların sözüne kapılmışlar. Dostlar ve dostluk fikrinde olanlar milletin harabına hizmet edemezler, milletin fikirlerini bu gibi ehemmiyetsiz şeylerle bölmek, milletin bir kısmını ayırmak, milletin harabına hizmet demektir. 

İşte şu yirmi-otuz bin muhtelif şekillerden mürekkep Japon yazısı, Japonlar için gayet tabiidir. Bakınız bugün memleketimizde okuma-yazma bilmeyen adam yok, tabii olmasa idi bu derecede yayılamazdı. Bugün elli milyon(luk) bir millete maarifi yayma vasıtalığı yapan, tabiatımıza gayet uygun gelen şu hiyerogliftir. 

Şimdi bizim gençlerimizin misyonerlerin fikirlerine kapılarak harflerin değişimi hakkında bir takım fikirlerde bulunmaları, âdeta tabiatın hilafına bir harekettir. İki-üç bin sene zarfında milletimize tabiat olmuş bir şeyin aksine hareket etmek, hamiyyetsizlikten başka bir hal değildir. 

Eğer hiyeroglif maarif ve terakkiye mani ola idi, memleketimiz elli sene zarfında bu dereceyi bulamazdı. Ben ümit ederim Japonya daha elli sene sonra kürre-i arzda birinciliği elde edecektir…”

Profesör Takita dehşetli alkışlar içinde konuşmasına son verdi. Profesör Takita cenaplarının asıl konuşması gayet tafsilatlı idi. Fakat ben bu kadar zaptedebildim. 
Sonra ben bu hususta devlet adamlarından ve memleketin ileri gelenlerinden pek çok kimseyle hususi müzakerelerde bulundum. Anladığıma göre misyonerler bin sene daha çalışacak olsalar nafile ve boş yere çalışmış olurlar. Hatta hükümet adamlarından biri dedi ki: 

"Bugün devletimizin bütün sırları bu hiyeroglif ile zaptedilmiştir, hatta hiyeroglif devletimizin manevî bir kuvvetidir. Bugün farz-ı muhal millet hiyerogliften vazgeçse bile hükümet hiç bir vakit vazgeçemez. Aksine hükümetin bunu yaygınlaştıracağı kararlaştırmıştır.”

Kaynak: Abdurreşîd İbrâhîm- Âlem-i İslâm
Arı T&#;rk&#;e Nedir? Yavuz B&#;lent Bakiler Şair ve yazar Yavuz Bülent Bakiler Sovyetler zamanında Rusya’da yaptığı bir seyahat esnasında, uçakta karşılaştığı Canbul şehrinde yaşayan Ahıska Türk'ü Cuma ile aralarında geçen konuşmanın bir bölümünü aşağıda sunuyoruz: - Bak dedim, biraz önce dildeki farklılıklardan bahsederken, “gırağıdan” diyordun! “gabağında” diyordun! “ayah geyimi”, “üst geyimi”, “çimerlik”, “bibi”, “emce”, “sümük”, diyordun! Gördün ki, söylediğim bu kelimelerin hepsini ben de biliyorum. Peki, şimdi ben sana bazı kelimeler soracağım, söyle bakalım: “gereksinim” nedir? “koşul” nedir? “olanak”, “imgesel”, “ussal”, “saptamak”, “içerik”, “devinim”, “koşuk” nedir_? Gözleri iri iri açıldı. Burun kanatları kabardı. Ah, onun o şaşkın hâlini ve söylediklerini ömrüm oldukça unutamayacağım. Artan bir hayretle yüzüme bakarak sordu: – Bunlar necedüüür? – Bunlar Arı Türkçedir! – Benim bildiğim ariler, vızzz vızzz diye ses çıharir. Bu sizin ariler ne biçim bir aridüüür? Diye tekrar sordu. Birden katıla katıla gülmeye başladım. Gözlerimden yaşlar boşandı. Cuma anlatılmaz bir şaşkınlık içinde yüzüme bakıyor, neden güldüğümü bir türlü anlayamıyordu. Merakını gidermek için açıklamak zorunda kaldım: – Hayır! Bu kelimeler arı vızıltısı değil “Arı Türkçe” yani “Öz Türkçe” kelimelerdir. Siz Canbul’da bu kelimeleri bilmiyor musunuz? Bu kelimelerle konuşmuyor musunuz? Cuma kucaklanacak, öpülecek bir çocuk safiyeti içerisindeydi. – Bu arı Türkçe, öz Türkçe dedügün kelimeleri hangi millet gullanuur? – Bizim bir kısım okumuş yazmışlarımız kullanır! – Yani onlar Türk midüüür? – Evet Türk’tür! Öfkelendi. Elini tersiyle, dizinin hizasından, başının üstüne kadar yarım bir daire çizdi: – Bırah Allah’ın seversen Yağuz Ağa. Bu ne biçim Türkçedüür? Ben öz be öz Türk oğlu Türk olduğum hâlde, böyle kelimeleri heç duymuşluğum yoktur! Sen beni gandırıyersin! Dışarıdaki yağmuru çoktan unutmuştum. Benim gülme krizlerime Cuma’nın yüksek sesle itirazlarına, birkaç sıra önümüzde oturan arkadaşlarım da başlarını çevirdiler. “Öz Türkçe” konusunda, Cuma’dan dinlediklerimi onlara da anlattım. Cuma; bir bana, bir onlara bakıyor, şaka yapıp yapmadığımı öğrenmeye çalışıyordu. Cuma, Stalin zamanında Ahıska’dan Canbul’a sürgün edilen bir Türk ailesine mensup. Kendi deyimiyle “Türk oğlu Türk”. 25 yıl çalıştıktan sonra emekliye ayrılan bir işçi. Canbul’da; Türk gibi yaşayan, Türk gibi düşünen, Türk gibi konuşan bir soydaşımız… Sovyet Hava yolları uçağına bindiğimde, Türkistan’da Canbul diye bir şehir bulunduğunu orada Cuma gibi binlerce Türk’ün yaşadığını doğrusu bilmiyordum. Şimdi Canbul denilince, aklıma, içinde o rengârenk evler, ağaçlar, çiçekler ve yıldızlar bulunan pırıl pırıl cam küreler geliyor. Canbul’u, artık İstanbul kadar seviyorum. Canbul’u ve Cuma’yı unutmayacağım. Benim dilimin konuşulduğu, benim kültürümün yaşadığı her yeri aziz vatanımdan bir parça gibi biliyorum. Ve beni sadece geçmiş nesillere değil sevgili Cuma’lara da bağlayan ve onun ifadesiyle “Bir türkü kadar güzel canlı Türkçeden koparmak isteyenleri, muhteşem Selimiye Camii’nin içinde, daha rahat dolaşabilmek için, kubbe sütunlarını yıkmaya çalışan insanlar”a benzetiyorum. Selâm sana güzel Türçe! Selâm sana Cuma kardeş! Merhaba sevgili Canbul, Sevgili Türkistan merhaba! Dilimiz İstilaya Uğradı Sevin&#; &#;okum D il, varlığını her yerde edebiyata ve sanatkâra borçlu Yunus Emre’nin kelime hazinesi, kullandığı kelime sayısı bakımından bir araştırma yapılmış mıdır bilemiyorum ama, dili güzeldir. Anadolu Türkçesi’dir ve bugün için de örnektir. Dilin tasfiyelere uğrayarak bugünlere geldiği bir vakıa. Fakat bünyesine girdiği küfürlerden etkileneceği de Nasıl ki, Türkçe’ye kültür alış verişleri neticesinde Farsça ve Arapça’dan pek çok kelime girmişse, bugün de dilimiz; İngiliz, Fransız dillerinin istilâsına uğramıştır Yani, yabancı kültür ister istemez kendi kavramlarını, kendi dilini de birlikte getiriyor. “Sandviçleriyle, McDonald’slarıyla, videolarıyla, tişörtleriyle, pub’larıyla” Bu cereyanın önlenmesi için hiçbir gayret sarf edilmeyen ülkede elbette dil bugün piyasa şarkılarında, öğrenci ağzında, hatta yazılıp çizilenlerde görüleceği üzre acınılacak durumdadır. Ne var ki, memlekette edebiyat yaşıyorsa ve dilin önemini kavramış usta yazarlar varsa o dil hayatiyetini devam ettirir Bugün Türk dünyasının uyanışı, Türk cumhuriyetleriyle kurulan yakınlıklar oralarda da lisanımızın yer yer cılızlaştığını, Rusça’dan azımsanamayacak ölçüde etkilendiği hakikatini ortaya koyuyor. Ancak onlar da edebiyat sayesinde dilin varlığını devam ettirmişler. Bu ilişkilerin geliştirilmesiyle, kültür alış verişleriyle, bir araya gelmeler sonucunda dilin zenginleşebileceğini düşünüyorum. Oralardaki halk birikimlerinden (masal, hikâye, bilmece, atasözü gibi) epeyce yararlanabiliriz. Dilcilerin, eğitim sisteminin, yayın organlarının bu işi dikkatle ele alması beklenir. Kapıcıların dahi “hadi bye bye, good bye” dediği bir ülkede; dil meselesinin, dilde yabancılaşmanın en sonuncu mesele olarak kaldığı aşikârdır. Dilde Tasfiye Hareketi T&#;rk D&#;nyasıyla M&#;nasebetlere Zarar Veriyor Prof. Dr. Ebubekir Sofuoğlu T ürk dilinde tasfiye, Türkiye’nin millî menfaatlerine de zarar verir. Burada Türkiye’nin zarar gören millî menfaatleri, özellikle milletlerarası münasebetleri ilgilendiren menfaatleridir. Dünyada çok az millete nasip olmuş hâliyle geniş ve uzun yaşayan bir devlet kurmakla dünya çapına yayılmış bir dil özelliği kazanan Türkçenin, Türkçedeki Arapça ve Farsça kelimelerin tasfiyesiyle kazandığı geniş coğrafyalarda konuşulma özelliği kaybolmaktadır. Buna bağlı olarak Türkiye’nin menfaatleri de bundan zarar görmektedir. Her devlet ve milletin hayallerinden birinin, kendi dillerinin dünyanın diğer coğrafyalarında da konuşulması isteği olduğu söylenebilir. Milletlerin ve devletlerin dillerinin dünyanın diğer coğrafyalarında konuşulan bir dil olmasını istemeleri, sadece herhangi bir sıkıntı çekmeden kendi dilini kullanarak seyahat etme gibi basit bir düşünceden kaynaklanmamaktadır. Milletlerin ve devletlerin, dillerinin yaygınlaşması niyetlerinin altında askerî, siyasî kültürel, ticari hatta emperyalist olmak üzere birçok sebep vardır. Milletler, kendi dillerinin konuşulduğu coğrafyalara daha kolay mal satar, daha kolay siyasî nüfuz ve daha kolay kültürel empozelerde bulunabilirler. Bu sebeplerle devletler ve milletler bu kaygılardan, kendi dillerinin konuşulduğu coğrafyaları alabildiğine genişletmek isterler. Bu gibi maksatlarla da umumiyetle I. ve II. Dünya Savaşları’nın galibi devletler, hakim oldukları coğrafyalarda dillerini, zorla yerleştirmeye çalışmışlardır. Arapça-Farsça kelimelerin tasfiyesine gidilmek suretiyle, Osmanlı döneminde, Arapça, Farsça ve Türkçeden müteşekkil Osmanlıca ile geniş coğrafyalarda konuşulan bir dil kazanılmış fakat bu tasfiye hareketleriyle, bu dilin yaygınlığı daraltılmaya çalışılmakta gibi bir görüntü verilmektedir. Türkçe olmadığı için Arapça ve Farsça kelimelerin tasfiye edilmesinin manası budur ve şekilde tutumların devamıyla Türkçe hem anlam zenginliğinden hem de geniş coğrafyalarda konuşulma özelliğinden mahrum kalma tehlikesiyle karşı karşıya kalabilecektir. Yaklaşık yıldır kullanılan ve Türk milletini Araplaştırmayan, Farslaştırmayan, asimile etmeyen bu kelimeler artık Türkçe kelimeler sayılmalıdır. Aksi takdirde, vaktiyle yapılan kemik ölçülerine göre milliyetlerin belirlendiği, ırkçı anlayışlara benzer bir dil ırkçılığı olacaktır. Yani bu çerçevede dünya üzerinde saf ve ilk hâliyle korunan ne kadar ırktan ve yine saf ve ilk hâliyle korunan ne kadar asli dilden söz edilebilir. Dünya üzerindeki dillerin neredeyse hiçbirinin saf dil olmadığı ve neredeyse her dilin diğer dillerle alış-veriş içinde bulunduğu malum iken Arapça ve Farsça kelimelerin tasfiyesi yoluyla Türkçenin yaygınlığının kısılması, Türkiye’nin önünü kesen adımlardır. Dünya’nın en yaygın ve hatta en zengin dili olarak ifade edilen İngilizcenin bile saf dil olmadığı, hatta yüzde doksanlara varan bir oranda kelimelerinin yabancı olduğu ortadayken, zengin kelime yapısı olan Türkçenin, zayıflaştırılmasının yanı sıra, burada bahsedilecek bir diğer tehlike, Türkiye’nin Türk dünyasıyla olan bağının koparılmasıdır. Çünkü Türk dünyası, bugünkü zorlama hatta uydurulan bazı yeni kelimeleriyle zayıflaştırılmış Türkçeyi değil Osmanlı Türkçesini konuşmaktadır.  Her uydurulan yeni kelimeyle ve her tasfiye edilen Arapça ve Farsça kelimeyle, kelime kelime Türk dünyasından uzaklaşılmaktadır. Aslında burada Türkiye’nin menfaatlerine, yeni Türkçe kelime uydurmaktan çok, planla bir şekilde hatta bazen inatla Arapça ve Farsça kelimelerin tasfiyesi zarar vermektedir.  Aslı Osmanlı Türkçesi ile Arap ülkelerinde bile belki konuşulamaz ancak konuşulan Arapça bile anlaşılabilirken bu tasfiye hareketiyle Türk dünyasında bile anlaşılamayan bir Türkçe ortaya çıkacaktır ve çıkmıştır da. Orta Asya, Orta Doğu ve Balkanlarda bulunan herkes bunu fark edebilecektir veya en basitiyle Azerbaycan televizyonunun seyredilmesiyle Türk dünyasının kullandığı ortak dil olan Osmanlıcadan kopulması anlamında nasıl vahim bir tasfiye hareketi içinde olunduğu görülebilecektir. Ödev – Vazife Bu duruma, şahit olduğum bir olayı örnek olarak vermek mümkündür: Kırım-Devlet Pedagoji üniversitesinde ders verdiğim eğitim döneminde, ders saatini odada beklerken bir şey sormak üzere yanıma Tatar bir öğrenci geldi. Öğrenci sorusunu sorduktan sonra dönmeye hazırlanırken ben de onlara verdiğim “ödevi” yapıp yapmadığını sordum. Bu sorum karşısında öğrenci şaşırdı. O şaşırınca tabii olarak ben de şaşırdım. Çünkü karşımdaki öğrenci çalışkan bir öğrenci idi ve verdiğim ödevi hatırlayamayacağını hiç düşünmüyordum. O hâlde yanlış soru sorduğumu düşünmeye başlamıştım ki “Geçen hafta size ödev vermiştim ya!” diyerek soruyu tekrarladım. Öğrenci aynı şaşırmışlık içinde “Hocam geçen hafta ev vazifesi vermiştiniz.” diyerek yine bana yanlış bir şey sormuş olabileceğimi hatırlatmaya çalıştı belki de. Ancak “ev vazifesi” deyince ben hadiseyi anlamıştım. Öğrenci, benim Türkçe olarak “ödev” dediğim kelimeyi, Osmanlı Türkçesi hâliyle “ev vazifesi” olarak biliyormuş. Bu hâliyle, bu öğrenci ile Türkiye arasındaki bağ, “ev vazifesi” veya “ödev” olarak biliyormuş. Bu hâliyle, bu öğrenci ile Türkiye arasındaki bağ, “ev vazifesi” veya “ödev” meyanında kopmuştu. Araplaşmayalım, Farslaşmayalım söylemleri bu durumda, Arapça, Farsça ve Türkçe karışımı olan imparatorluk lisanı olan Osmanlıcanın altını bu şekilde parça parça oymaktadır. Bu şekildeki örneklerle Araplaşmak, Farslaşmak bir yana, safha safha hâlen ağırlıklı olarak Osmanlıcayı kullanan Türk dünyasından da kopulmaktadır. T&#;rk&#;enin Sefaleti Prof Dr. Ahmet Bican Ercillisun D ili kullanış, bir milletin milli hassasiyetini gösteren ölçülerden biridir. Fakat dil söz konusu olunca, memleketimizde bir milli hassasiyetten dem vurmak imkânsızdır. Bu alandaki sefaletimiz, sokaklarda, dairelerde, evlerde boy boy teşhir edilmektedir. İstanbul caddelerini gezenler, Türkçe bakımından çok acıklı bir manzara ile karşılaşırlar. Yüz metrede bir dikilen dolmuş durakları, Türkçenin sefalet ilanlarıdır. Bu duraklardaki "Bekleme yapılmaz." ibaresi karşısında, hiçbir Türk'ün yüreğinin sızlamaması ayrı ve daha büyük bir faciadır. "Bekleme yapmak, konuşma yapmak, gecikme yapmak" diye diye Türkçede kendi başına çekilen fil kalmayacaktır. "Bekleme yapılmaz." cümlesi, iki Türkçe kelimeden meydana gelmesine rağmen, Türkçe değildir. Bunun Türkçesi, "Beklenmez." şeklinde olacaktır. Türkçede trenler, "Gecikme yapmaz.", "Gecikir." Son zamanlarda, her kelime ile beraber "yapmak" ve "almak" fiillerini kullanış, çirkin bir moda hâline geldi. Dolmuş şoförleri, artık "Taksim ve Beyazıt yapıyorlar." Çok daha işgüzarları, "Bebek yapıyor." Kibar bürokrasi, dairelerde "Çay ve kahve alıyor." Lokantada yemek için oturuyorsunuz. Garson geliyor ve soruyor: "Ne alırsınız efendim?" Siz, listeden "Alacağınız" (Her hâlde çantanıza koyacaksınız.) yemeği seçiyorsunuz; sonra da garson size "Servis yapıyor." "Banyo almak" başka bir kibarlık (!) örneğidir. Artık memleketimizde manavdan domates alınır gibi, "Banyo alınmaktadır." Dilimizin güzelim "Gerek" kelimesi de her kalıba giren bir ucube oldu. "lâzım" veya "lüzum" kelimelerini kullanmak istemeyenler, hemen "Gereğini yapıyorlar." . "Çalışmaya lazım yok." mu diyecekler; "Çalışmaya gerek yok" derlerse, Türkçe konuştuklarını sanıyorlar. Bu, sirk soytarılarına benzeyen bir Türkçedir. "lüzum"u kullanmak istemeyen "Çalışmak gerekmez." der. "Bundan dolayı, bundan ötürü, bu yüzden" gibi üç tane karşılığı bulunan, "Bu sebeple" yerine, "Bu nedenle" uydurmasını kullananlara inanmayınız. "Bütün insanlar" demek varken, "Tüm insanlar" diyenlere hiç aldanmayınız. Çünkü "bütün", soyu sopu bilinen Türkçe bir kelimedir. "siyasi" yerine, "siyasal"; "tarihi" yerine, "tarihsel" demenin Türkçecilikle ilgisi yoktur. Kökler, yine Arapçadır. Siz de, "Resmi vazife" yerine "Resimsel görev" derseniz, bu işin gülünçlüğü ortaya çıkar. Dilimizde, isim tamlamalarının bulunduğunu da neredeyse unutacağız. Bir gün çocuklarımız, "Kitap yaprağı" yerine, "Kitapsal yaprak", "Kalem ucu" yerine, "Kalemsel uç" derlerse hiç şaşmayınız. (Yazarın notu: Kırk yıllık "çöp" e de artık "evsel atık" diyorlar.) Zaten, şu isim tamlamalarının başına gelmedik kalmadı. Önce, "Sümerbank, Etibank, Raybank" diyerek, kolları bacakları kırıldı; sonra da "Restoran Yılmaz", "Otel Bonjur" diyerek tepe taklak edildi. şimdi sıra "sallı, selli" çıkıntılara gelmiştir. Türklerin sefaleti maddi yaramız ise, Türkçenin sefaleti de manevî yaramızdır. Bir millet iktisadi yoksulluktan ölmez, ama kültür yoksulluğundan ölür. Türkçe ölürse, Türk milleti de yok olur. O zaman, ortada iktisadi bakımdan kalkındıracak bir millet de kalmaz. Günümüzde, Türk aydınının zihni Türkiye'nin kalkınmasını ekonomik temele bağlamakla şartlanmıştır. Kültürsüz bir milletin yaşayamayacağı âdeta unutuldu. Kültürün kaynaklarının dilde olduğunu, bilen yok gibi. Dilimiz Haysiyetimizdir G&#;rb&#;z Azak G ençler kendi dillerini çok iyi öğrenmeli. Muhayyile, dil zenginliği ile sınırlıdır. Ne kadar dil, ne kadar kelime bilirsek, muhayyilemiz o kadar zengin olur. Şimdiki gençler kısa devre konuşuyor; çağrışımsız ve mesajsız. Bunlar çok iyi öğrenilmeli. Dilin musikisi ve şiiriyetinin farkına varmak lâzım. Lüzumlu ile elzem; nadir ile nadide veya yegâne arasındaki farkı bilmiyor insanlarımız. Gençler bundan nasipsiz… Hatalı, vurgusuz, musikîsiz konuşma dilimize musallattır. Dilimizi tasalluttan kurtarmak düşüyor. Uydurukça, karabasan gibi üzerimizde. Farkında olmak zorundayız. Muhteşem romanlar, dillerden düşmeyen şiirler, senaryolar yok artık. Dilimiz cılızlaşınca bu sanat dalları da cılızlaştı. Dil cılızlaşınca, tahayyül de cılızlaşıyor. Bizim dilimiz çok zengin. İçinde en çok vecize ve atasözü barındıran dillerden biridir Türkçe. Bu, bizim sıradan bir kültüre sahip, sıradan bir millet olmadığımızın göstergesidir. Dili sıradan bir haberleşme aracı olarak görmediğimizin göstergesidir. Biz; dili, bir vatan, bir millet bilmişiz. Yazarlarımız, şairlerimiz de Türkçe konusunda çok titiz değiller. Hâlbuki bir Fransız, bir İngiliz yazar ve şair namusu gibi sahip çıkar kullandığı dile. Ülkemizde yabancı dil bilen insanlar elbette bir yere geliyor; ama bu yer, yöneten veya yönlendiren bir makam olmuyor. Dikkat edilirse, iyi dil bilen insanlarımız iyi yerlere gelebiliyorlar. Türkçeyi bilmek, büyük sermayelerle süslenmek demektir. Türkçeyi iyi bilmek büyük adam olmak demektir. İngilizce, Arapça, Farsça veya başka dilleri de bilmek lâzım, ama önce kendi dilini bilmeli insan. Eğer kendi dilini iyi biliyorsa, bu dilleri öğrenmesi o kadar zor olmayacaktır. Dilimizi küçümsemeden ve güdükleştirmeden haysiyetini koruyarak öğrenmeli ve öğretmeliyiz. &#;l&#; Lisan T&#;rk&#;e Şevket Eygi Ah ne günlere kaldık!..  Türkiye ismini taşıyan şu memlekette Türkçe ölü bir dil haline geldi. Konuşulan kelimelik günlük iletişim Türkçesini kastetmiyorum; benim öldü dediğim  lisan yazılı edebî zengin Türkçedir. Türkiye’yi Türkiye yapan o dil öldü. Bu ne korkunç bir ölümdür.  Fuzulî’nin, Şeyh Galib’in, Ziya Paşa’nın Türkçesi öldü
İki yüz bin kelimeli, beş yüz bin kelimeli  kavramlı ıstılahlı o canım Türkçe öldü.
Efendimli nazik Türkçe öldü. Ahalı ohalı böğürtülü sesler aldı onun yerini.
Yâver-i fahri-i  Şehriyarî M. Kemal Paşa’nın Samsun’dan  Sultan Vahdettin’e  gönderdiği telgrafın başındaki “Atebe-i  ulya-i Hazret-i Hilafetpenahîye” Türkçesi kasıtlı olarak öldürüldü.
Mektuplardaki “ Filan tarihli lütufnâme-i  âlileri vâsıl-ı dest-i âcizânem olmuştur” Türkçesi katledildi.
Muhterem pederim Türkçesi gitti, baba  Türkçesi geldi; valideler, biraderler, hemşireler  nereye gitti?
Mekke-i mükerreme,  Medine-i münevvere, Şam-ı şerif, Kuds-i şerif, Haleb-i Şahba, Darüsselam Bağdad, hepsi hepsi gittiler.
Eyüb Sultan Eyüp oldu. Mektep okul, muallim öğretmen, imkan olanak, kitap betik oldu.
Beyefendiler herif, hanımefendiler karı…
Muhterem hâkimler yargıç… Garç gurç…
Eski  sultani ve idadilerde zengin yazılı Türkçe öğretilirmiş, şimdiki okullarda şifahî   sokak Türkçesi tâlim ve teallüm ediliyor. Bunun için okula ne lüzum var?
Bu üç yüz kelimelik adamlar bilmiyorlar mı ki, Türkçe olmazsa Türkiye de olmaz.
Shakespeare’siz İngiltere neyse, Fuzulîsiz Türkiye de odur.
Edebî lisan gidince millet sürüye dönüşür.
Efendimsiz, teşekkür  ederimsiz, estağfirullahsız, lütfensiz  Türkçe ölü bir Türkçedir.
Edebî lisan gitmiş, yazı gitmiş, geride kabalık ve kalabalık kalmış.
Hüsnühat ve kaligrafi gidince yerini kakagrafi alır.
Bundan yüz yirmi sene önce kibar bir zatın yazdığı hususî mektubu al  çerçevelet  duvara as,  ışıl ışıl sanat ve güzellik parlar onda. Bir de şimdiki  eciş bücüş mektuplara bak, gözlere ziyan.
Devlet eskiden Devlet-i aliyye imiş… Büyük zatlara hazret denilirmiş… Kibar erkekler beyefendi, kibar hanımlar  hanımefendiymiş… Eskiden paşalar varmış…
Yemeklerin yanına garnitür, üzerine sos, pilavın üzerine fasulya  dökülüyor da;   lisan niçin bu kadar sade arı duru tuzsuz tadsız… 
Bugün padişahlık olsaydı, sade vatandaş dilekçesinin başına “Padişah 10’uncu Memet, Dolmabahçe  Sarayı İstanbul” diye yazacaktı. Padişah da bu rezillik karşısında tahttan feragat edecekti.
Edebî ve yazılı Türkçesiz Türkiye ayakta duramaz.
Türkçe ölürse Türkiye de ölür.
Karacaoğlanla iş bitmez,  asıl Türkçe Fuzulî Türkçesidir.
’lerin İstanbul Türkçesi.
Zengin, kibar, güzel, derin, edebî, zarif,  latif, şirin lisan-ı  Türkî…
Bizi bırakıp nerelere gittin?
Ah, lisan öksüzü kaldık! T&#;rk Devletleri ve T&#;rk&#;e Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu İslâm çevresinde kurulan ve Türk-İslâm kültürünün gelişmesine büyük ölçüde hizmet eden devletlerde, İslâm amme hukukunda görülen değişiklik, tasavvufî mahiyetteki davranış ve inançların yayılmasında tesiri olan düşünce hürriyeti, felsefe ve dinî hukuk mevzuudan ziyade siyâsî ahlâk sahasında eserlerin yazılmasını sağlayan gerçekçi düşünüş eski Türk boy siyâsî teşkilâtının devamı durumunda olan “beylik” idareleri vb…’nin dışında diğer Türk kültür unsurlarının da yaşadığı şüphesizdir. Bu yönden anadil Türkçe başta gelir. Karahanlı’larda devlet, halk dili ve edebî dil Türkçe idi. Gazneli saraylarında Türkçe konuşuluyordu. Harezmşahlar’da saray’da ve ordu’da hâkim dil yine Türkçe idi. Sultan Alâ’üd-din Muhammed, halifenin elçisi ile konuşurken kendisinin Türk olduğunu ve Arapça bilmediğini söylemişti. Delhi sultanlığında idareci tabaka ve ordu mensupları tarafından Türkçe konuşulduğunu Fahr’üd-din Mübarekşah’a atfedilen eser ve Türkçe tâbirler göstermektedir. Selçuklu’larda da durum böyle idi. Sarayda ve her tarafa dağılmış, büyük yekûnlara yükselen Türk askerî kuvvetlerinin her yerde konuştukları dil Türkçe idi. Bu itibarla, bu devir İslâm-Türk devletlerinde “devlet dili”nin bazılarında Arapça, bazılarında Farsça olduğu hakkındaki iddialar fazla değer taşımaz. Zira ancak son asırlarda millî devletlerin teşekkülü ile ortaya çıkan “resmî dil” anlayışını Ortaçağlarda aramak doğru değildir. O devirlerde gerek yarışma, gerek konuşma dilinin tâyininde başlıca faktör halk kütlesi idi. İran sahasında ve Arap memleketlerinde idareyi Türkçe ile yürütmek mümkün olamazdı. Buna göre, Türkler’in daha önceleri gelişmiş edebî dili ve kendi yazıları olduğu hâlde o çağda İslam dinin tesiri ile, Kur’an dili olduğu için yaygın Arapça ve halk çoğunluğunun anadili olan Farsça yanında Türk dilinin devletler ölçüsünde umumileşmemiş olmasını tabiî karşılamak gerekir. Diğer taraftan, Büyük Selçuklu İmparatorluğu zamanında Türkçe’nin ehemmiyetini gösteren vesikaların başlıcası yılında Bağdat’ta Kâşgarlı Mahmud tarafından yazılan Dîvan-u Lûgat-it-Türk’dür ki, müellif bu kitabını Türk olmayanların Türkçe öğrenmek ihtiyaçlarını karşılamak üzere yazdığını kaydeder. Bu eserde işaret edilen “Türk dilini öğreniniz, çünkü Türkler’in saltanatı uzun sürecektir” mealindeki bir “hadîs” de devrin dikkate değer bir telâkkisini ifşa eder. Türk sözünün “olgunluk çağı” mânasına geldiğini söyleyen Kâşgarlı Mahmud’un ortaya koyduğu üstünlük hissi, İbn Hassûl gibi devlet adamları, Saa’lebî ve Gazzî gibi şâirler tarafından da ifade edildiğine göre, o zamanki Türk topluluğuna hâkim bulunan hamleci ruh iyice anlaşılır. Nitekim Türk nüfusun kesafet kazandığı Anadolu’da bu ruh büsbütün canlanmış, Yunus Emre başta olmak üzere birçok büyük şâirler ve edîbler yetişmişti. Konya’da Türkçe için ferman çıkaran () Karamanoğlu Mehmed Bey gibi siyâsî temsilciler de bulan anadil, yazı ve konuşma dili hâline gelmiştir. Dil Meselesi, Dil Yarası Prof. Dr. Atilla Yayla Türkçe diller arasında bir dil. Uzunca bir geçmişi ve kendine mahsus özellikleri var. Ne var ki, Türkçenin Yüzyıl’daki tarihi tam bir talihsizlik. Önce zora dayalı bir alfabe değişikliği ve ardından gelen yine zora dayalı ırkçı mantıklı sadeleştirme çabaları Türkçeyi erozyona uğrattı. Bu yüzden nesiller arasındaki kültürel süreklilik de önemli ölçüde kesildi. Türkçenin ifade kabiliyeti çok geriledi. Bugün ülkemizde şahit olunan fikir çoraklığının en önemli sebeplerinden biri bu. Bugün, meselâ, Öztürkçe denen ne olduğu belli olmayan dili esas alarak yazılan veya çevrilen bir felsefe kitabını okumak ve anlamak neredeyse imkânsız.  Çeviri yapmak meşgalelerim arasında olduğu için durumu yakından biliyorum. Bir örnekle anlatayım. Hayek birçok önemli esere imza atan büyük bir filozof. Kendimi onun öğrencisi addettiğim için eserlerini mümkün olduğunca Türkçeye aktarmaya ve aktartmaya çalışıyorum. Hayek eserlerini ortalama 15 bin kelime kullanarak yazıyor. Biz ise aynı eserleri yaklaşık kelimeyle çevirmeye çalışıyoruz. Olmak, yapmak gibi mastarlardan kelimeler uydurmaya çalışıyor veya daha önce uydurulmuş saçma sapan kelimeleri kullanıyoruz. Ancak, bu çeviri eserleri okuyanlar aynı eserlerin orijinalini okudukları zaman aldıkları bilginin ve hazzın yarısını bile alamıyor. Daha somut bir örnek vereyim. Hayek’in ’te yayımlanan “Kölelik Yolu” adlı ölümsüz eseri 15 bölümden oluşmakta. Kitabın ilk 8 bölümü ’te Turhan Feyzioğlu tarafından çevrildi ve Siyasal Bilgiler Okulu Dergisi’nde yayımlandı. Geri kalan 7 bölümü ise merhum Yıldıray Arsan ve bu fakir tarafından çevrildi. Bizim çevirimizin de ülkenin ortalama standartları açısından gayet başarılı olduğuna inanıyorum. Kitabı okuyanlar bunu teslim edeceklerdir. Ancak, itiraf etmek zorundayım ki, Feyzioğlu hocanın çevirdiği bölümler anlam ve ifade zenginliği bakımından bizimkinden çok daha başarılı. Diğer faktörleri sabit varsayarsak, bunun yegâne sebebi, ilk 8 bölümün çevirildiği ’lardaki Türkçe ile kalan 7 bölümün çevirildiği ’lardaki Türkçenin ifade kabiliyeti arasındaki farklılık. İşte bu gerçeklerin ışığında Osmanlıcanın daha fazla öğrenilmesi yolunda atılacak ama gönüllülüğe dayanacak ve öğrencilerin tercih yelpazesini daraltmayacak şekilde planlanacak adımları destekliyorum. Hatta daha fazlasının olmasını temenni ediyorum. Yeni bir harf değişikliğine gitmek ’lerdeki suçu ve cinayeti tekrarlamak olur. Ama mevcut alfabeyi kullanarak mümkün olduğu ölçüde ’ların diline dönmeye çalışmak lâzım. Elbette bu süreçte başı çekmesi gereken büyük yazarlar, şairler, akademisyenler olacaktır. Kamu tekelindeki bazı okullarda ciddî bir Osmanlı Türkçesi eğitimi vererek buna bir ölçüde yardımcı olabilir. Ancak, sonunda yapılması gerekeni gerçekleştirecek olan sivil toplumdur. İşin sahibi sivil toplum olmazsa, hem başarıya ulaşılamaz hem doğru istikametteki hiçbir kazanım kalıcı olamaz. Dil meselesini ciddiye alıp, dil yarasına çare bulmaya çalışmalıyız. Mecelle Ahmet Sağırlı Mecelle (*) üzerine yapılmış kaç tane doktora tezi var? Muhtevası kadar kodifikasyonu da yüzlerce doktora tezine konu olabilir. Tedvin (kodifiye) tekniği mükemmel. Kelimeler öyle yerleştirilmiş ki, hiçbirinin yerini değiştirmek, birini kaldırıp benzerini koymak mümkün değil. Bir hukuki terim olarak tedvin, tatbik edilen hukuk kurallarının bir sistem dahilinde düzenlenmesidir. Bugünün Türkçesi ile kanun yazılamıyor. Kurallar kodifiye edilemiyor. Nüansları ortaya çıkaracak kelime yok. Bir kanun metnini mahkeme farklı anlıyor. Yargıtay farklı anlıyor. İş hayatını düzenleyen kanunları mükellef farklı anlıyor. Vergi dairesi başka türlü anlıyor. Ardından onlarca tebliğle mükellefi ilgilendiren metinler şerh ediliyor, şerhler de farklı farklı anlaşılıyor. Umumi vekaletname metinlerini gördüyseniz fark etmişsinizdir. Oradaki bazı tabirleri uydurma Türkçe ile anlatmak kolay olmadığı için yıllarca aynı metni kullandık. İngiliz, müstemlekelerinde hep aynı sistemle İngilizce öğretmiş. Hindistan’daki bir adamla Nijerya’daki bir adamın yazdığı dilekçenin formatı aynı. Bir sistemi var. Bizim ülkemizde birbirine benzeyen iki aynı dilekçe bulamazsınız. Türkçeyi bilmiyoruz. Gramerini de bilmiyoruz. Derler ki, iyi yabancı dil öğrenmek için ana dilin gramerini iyi bilmek lazım. Ana dilini iyi bilmediği halde iyi yabancı dil öğrenenlerde benim fark ettiğim, öğrendikleri dilin gramerini iyi biliyorlar, sonra Türkçe gramer yanlışlarını yabancı metinlerdeki kurallara göre düzeltiyorlar. Mecelle’nin hiç olmazsa ilk yüz maddesinden haberdar olmak lazım. Ekrem Hoca (Ekinci)nın sitesinde şerh edilmiş hali var. Kopyalayın bir kenara koyun. Ara sıra bakarsınız. Her bir madde matematik formülü gibi. (*) Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye, maddeden oluşan Osmanlı medenî kanunudur. Büyük hukukçu, âlim ve devlet adamı Ahmed Cevdet Paşa başkanlığında zamanın en önde gelen hukukçularının teşkil ettiği bir encümen tarafından yılları arasında Hanefî mezhebine göre hazırlanmış ve Sultan Abdülaziz’in fermânıyla kanun olarak ilan edilmiştir. İçinde umumi prensiplerle ilgili yüz maddeye ilâveten, borçlar, ticaret, eşya ve muhakeme hukukuna dâir hükümler bulunan mükemmel bir eserdir. Mecelle, Osmanlı Devleti’nin sonuna kadar tatbik edildiği gibi; Osmanlı Devleti’nden ayrılan Suriye, Irak, Ürdün, Lübnan, Bosna, Arnavudluk gibi devletlerde uzun seneler mer’iyetini devam ettirmiştir. İsrail’de halen muteberdir. Tasfiyecilik, Yani Yeni Bir T&#;rk&#;e Uydurmak.. Hayati İnan&#; Sık sorulan sorulardan biri şudur: Alfabe değişikliği tahribat mı yaptı, yoksa hayatımızı mı kolaylaştırdı? Bir Türkçe cümleyi Latin harfleriyle ya da Arap harfleriyle yazmamız durumu çok değiştirmiyor. Aslında. Anlamıyoruz ki, neyle yazarsak yazalım!
Yahya Kemal’in şiirleri Latin harfleriyle yazılı ama günümüzde okumuşlarımız da dâhil olmak üzere,  toplumun nereden baksanız yüzde doksanı için bir yabancı dil kadar uzak!
Bizim asıl gözden kaçırdığımız ise tasfiyecilik, yani uydurma bir Türkçe ortaya konma keyfiyeti. Böyle  olunca da, maalesef işin özünden uzaklaşıyoruz. Misal olarak, diyoruz ya hani “Ketebe Arapça ama mektup benim.”
E iyi de, siz mektup yerine “betik” diyecek olursanız, mektep yerine “okul”, kâtip yerine “yazman”  diyecek olursanız, bunu hangi harfle yazarsanız yazınız gelecek nesillere aktaramıyorsunuz. Yani  ortada bir şey kalmıyor, ortak dili kaybediyoruz. 
İşte burası çok öneli… Burada Latin harfleri kabul edilmiş, Rusya topraklarında yaşayan Türkler ise Kiril alfabesine geçilmiş. E ne oldu? Yine ayrı düştünüz!.. Evet bu da önemli ama asıl mesele o değil. Düşünebiliyor musunuz şunu: “Her ne kadar, bin yıldır biz buna imkân diyorsak da bundan böyle  olanak diyeceğiz…”
Bu korkunç bir şeydir yahu canilik, cinayet gibi değil midir? Küstahlıktır bu, en azından saygısızlıktır. Kelimelerin bir tarihi var, kelimelerin bir misyonu var, siz bu işe nasıl cesaret ediyorsunuz?
Bir programda biri bana:
“Yeni kelimelerle konuşmanızı tercih ederdim” dedim.
“Stres kelimesini beğenir misiniz” dedim.
“Evet, yeni olduğu içi” dedi.
E tabi, haklısınız, dedim Türkçeye gireli otuz sene kırk sene olmadı, yeni. Fransızcadan ithal bir  kelime… Bunu kullanmayalım da demiyorum, lazımsa kullanırız. Önemli değil Türkçe’nin siyakına  sibakına sokarız yani Türkçeleştiririz gerektiği yerde kullanırız. Nasıl ki otomobil diyoruz, onu da deriz. Ama bu geldi diye, bakın;
Gam, gussâ, kasvet, keder, melâl, inkîsâr, ızdırp, hüzün, kahır, yeis, efkâr, tasa, dert, mihnet, elem…  gibi kelimeleri kullanmıyoruz artık. Ve hatta;
Üzüntü, sıkıntı, kaygı endûh, küdûret, dilhûn, falan da demiyorum, liste iyice şişmesin diye!..
Şimdi… on beş yirmi kelimelik böyle bir literatür elimin altında iken, dedim.. Sayın sunucu, dedim ona.  Beni sadece “stres” kelimesiyle mi kendimi ifadeye davet ediyorsunuz? Allah aşkına, niyetiniz beni  strese sokmak mı? Strese girmeye, yani her türlü olumsuz duygu biçimini hep aynı kelimeyle ifade etmek gibi bir  yoksullukta boğulmaya hiç niyetim yok!
Onur kelimesini çok kullanıyoruz, seviyoruz da. Fransızca kökenlidir malum. Fakat, onur; gurur mu, kibir mi, şeref mi, haysiyet mi, izzet-i nefis mi, namus mu, iftihar mı?.. Yedi  farklı kavramı tek kelimeyle… Bu ne demek biliyor musunuz? Bu şu demek: Zihin kapasitenizi, kendi elinizle bir bölü yediye  indirdiniz.
Ve bu gidiş, Allah saklasın üstü yok altı var, yokluğa gidiştir bu. Ve bunda hiçbir kâr yok.
“ Eyvah bu bâzîçede bizler yine yandık,   Zîrâ ki ziyân ortada, bilmem ne kazandık.”
Harf düzeninin şu veya bu olması ayrı bir mesele… Onun şöyle bir neticesi var: Kütüphanelerin içi Türkçe kitaplarla dolu, ama okuyamıyoruz. Bunu bile  telafi etmek mümkün. Ben çok zekiymişim, üç ayda öğrenmişim. Öbürü de beş, altı ayda öğrenir canım yani yıllarca değil. 
Onu aşmak mümkün… Hele hele gençlere hüsn-ü zannım da var Kur’an-ı Kerim’i yüzünden okumasını  bilen bir delikanlı, Osmanlıcayı öğrenmek isterse çok çok on beş T&#;rk&#;eden T&#;rk&#;eye Terc&#;me Etmek Halil &#;n&#;r Geçtiğimiz günlerde Türk Edebiyatı Vakfı’na gitmiştim. Değerli dostum Hayati İnanç’ın sohbet toplantısı vardı. Hayati İnanç, divan edebiyatı üzerine çalışmaları olan, divan şiiri için tarihin sayfalarını açtıkça, bize unutturulmuş dilimizin zengin ifade tarzını ve akıcılığını sunan müthiş bir hazine. Fakat bir o kadar da mütevâzı bir insan. Meşguliyetinin ne olduğunu soranlara “Ne yapalım? Türkçeden Türkçeye tercüme ediyoruz” diyerek o engin divan edebiyatı bilgisini bu mütevâzı cevabın ardına gizliyor. Evet, aslında aslımızdan o kadar uzaklaşmışız ki kendi dilimizi yeniden tercüme etmek ihtiyacı hissediyoruz. Bu gerçekten çok acı bir durum. İki nesil öncesini anlayabilmek için Türkçeyi yeniden tercüme etmek! Bunun dünyada başka bir örneği var mı acaba? Kendi diliyle yazılan kendi tarihini, kendi edebiyatını okuyamayan başka millet var mı? Kendi diliyle bu kadar oynanan bir millet!.. Sanmıyorum.
Meğer biz dilde neler kaybetmişiz?En başta Türkçeden Türkçeye tercüme edecek kadar dilimizi kaybetmişiz. Sonra, o zengin Osmanlı Türkçesinin mânâ ve ifade zenginliğini kaybetmişiz. Eskiden bir meseleyi 10 kelime ile ifade edebilirken, şimdi 10 meseleyi bir kelimeye sığdırıp ifade etmeye çalışıyoruz. Ardından acaba bu kelime hangi mânâda kullanıldı diye de düşünmeye başlıyoruz. Sonra, edebiyatımızı kaybetmişiz. Geçmişimizi kaybetmişiz. Tarihimizi kaybetmişiz. Geriye ne kaldı bilmiyorum ama, velhasıl kendimizi kaybetmişiz! Osmanlı Türkçesini öğrenerek bu değerlerimizi tekrar kazanabiliriz. Belki de içimizdeki ‘Brütüs’lerin Osmanlıcaya tepkilerinin ana sebebi, Türk toplumunun unutturulmak istenen değerlerine yeniden kavuşacağı korkusu olabilir. Osmanlı Türkçesinin değerini anlamak için, içinde zengin bir tarih ve kültür taşıyan divan edebiyatını iyi anlamak lazım olduğunu, Hayati İnanç’ı dinlediğinizde daha iyi farkına varacaksınız. Yazmış olduğu “Can Veren Pervaneler” isimli eserini de okumanızı tavsiye ederim. Divan edebiyatı, 7 asırlık bir mazisi olan; ilmi, edebi, tasavvufî derinliği olan bir yazı biçimi… Osmanlı Türkçesinin zenginliğini ortaya koyan ziyneti gibi… Hoca Dehhânî ile başlayan bu edebi şiir sanatı, Padişahlar da dâhil olmak üzere divan edebiyatının son ustası Şeyh Galip’e kadar devam etmiş. Sonraları devam etse de köşe taşları bunlar olmuş. Divan edebiyatının en büyük şairi ise Urfalı Nâbi’nin olduğu kabul edilmektedir. yüzyıl şairlerinden Nâbi’nin şiirlerinde Osmanlının köklü kültürünü, muhteşem zenginliğini, ilmini, edebini, ahlâkını kısacası her şeyini bulacaksınız. Tıpkı diğer divan şiirlerinde olduğu gibi  Nâbi’nin meşhur bir şiirini ve bunun hikâyesini aktarayım. Nabi, Medine-i Münevvere’ye Sevgili Peygamberimizi (sallallahü aleyhi ve sellem) ziyarete gider. Yaklaştığında, yol arkadaşının at üzerinde uyuduğunu görür. Onu uyarmak için irticalen okuduğu naattan birkaç beytini arz ediyorum. Dilimize, kültürümüze ne kadar yabancılaştığımızı daha iyi anlayacaksınız. Sakın terk-i edepten, kûy-i Mahbûb-i Hudâ'dır bu;
Nazargâh-ı ilâhîdir makam-ı Mustafâ'dır bu. Felekte mâh-ı nev Bâbu's-selâm'ın sîne-çâkidir;
Bunun kandîli, cevzâ matla-ı nûr-i ziyâdır bu.  Habîb-i Kibriyâ'nın, hâbgâhıdır fazîlette;
Tefevvuk kerde-i arş-ı Cenâb-ı Kibriyâ'dır bu. Bu hâkin pertevinden oldu, deycûr-i adem zâil;
Amâdan açtı mevcûdât, çeşmin tûtiyâdır bu.  Murââd-ı edeb şartıyla gir Nâbî bu dergâha;
Metâf-i kudsiyândır, bûsegâh-ı enbiyâdır bu. İnşallah, kendi dilimizi tercüme etmeden anlamak, yazmak ve tedris etmek imkânına tekrar kavuşuruz da kaybettiğimiz zenginliklerimize ulaşır, ecdadımızı daha iyi anlarız. Osmanlı T&#;rk&#;esi, T&#;rk&#;e'nin Zirvesidir Rahim Er Harf inkılabı, Mustafa Kemal'in bir sabah kalktığında zihninde şimşek çakarcasına bulduğu bir fikir değildir:  Ordu, II. Viyana Sefer-i Hümayunu'ndan mağlubiyetle döndükten sonra rüzgâr her cepheden ters esmeye başlamıştı. Cephede mağlup olan, kendisi borç almaya başlayan bir devlette her devrin münevveri nefs muhasebesi içindedir. Kendinden ve gidişattan şüphe başlamıştır. İzzetin yerini zillet alınca şaşkınlıklar da kaçınılmaz olur. Mithat Paşa, Rumeli'de bayrağımızda hilalin yanına haç konması teklifinde bulunur. Böyle yapılırsa güya Balkan kavimlerinin ayrılma isteğinin önüne geçilecektir. Bunu yapan şahsın Sadrazam olduğunu hatırlatmak isteriz. İttihad-u Terakki'nin kurucularından Dr. Abdullah Cevdet, "İmparatorluk hayatında kız alıp vermeler yüzünden Türk ırkı güzelliğini kaybetmiştir; bundan naşi Turanî bir kavim olan Macaristan'dan damızlık erkekler getirerek Türk kızlarıyla evlendirelim!" der. Bu kişi, Arapgirli bir Kürt'tür. Türkçülük ideoloğu ve Cumhuriyetin ideoloji rehberi Ziya Gökalp de Diyarbakırlı Zaza’dır. Gökalp, hastane odasında kafasını karyola demirine vura vura Allah'a küfrederek öbür dünyaya gitmiştir. Bunlardan evvel Ali Suavi de İslam harflerinin terk edilerek Latin harflerinin kabul edilmesini teklif eder. Suavi, Fatih Cami-i Şerifi vaizidir. Londra'ya giderek bir İngiliz kadınla evlenmiş, döndüğünde başına topladığı Rumeli muhacirleriyle Çırağan Sarayı'nı basarak V. Murad'ı dışarı çıkartıp Sultan Abdülhamid'e darbe yapmak isterken öldürülmüştür. İsmi geçen zevatın bazısı Tanzimat, bazısı Jön Türk, bazısı İttihat/meşrutiyet, bazısı Cumhuriyet münevveri ve fakat ekseriyeti masondur, Türk olanı ise nadirattandır. Eğer; devlet dünya liderliğini devam ettirebilse; hatta belki üçüncülükten aşağı düşmese, ordu cephelerde yenilmese, hazine dışarıya el uzatacak denli açık vermeseydi kendinden şüpheler yaşanmayacak, bu sarsıcı şüpheler giderek yabancı hayranlığına dönüşmeyecek ve  konakları "dadı" adı altında gelecek nesilleri Türkçe konuşan Fransız yapmayı hedef almış ajan olma ihtimali yüksek mürebbiyeler doldurmayacaktı. Bu bozulmadan Saray dahi kendini kurtaramadı.

Harf inkılabı başta olmak üzere bütün inkılapların hülasa olarak arka planında bu acı manzara vardır. Halbuki harf inkılabı yapıldığında buna ihtiyaç yoktu. Çünkü dönemin gazetelerine, kitaplarına, dükkân levhalarına ve içtimai hayata bakıldığında Osmanlı Türkçesinin yanında Latin harfiyle yazılan Fransızca her yerdedir. Harf inkılabı, münevver şaşkınlığı, sosyal panik, kendinden şüphe ve aşağılık duygusunun başını alıp gittiği bir asırlık bir çalkantının sahile vurmuş artığıdır. Harf inkılabı, vahim bir hata olmuştur. Bir kütüphane katliamı, hafıza cinayetidir. Bin yıllık bir tarihi, ilmi, irfanı ve medeniyeti diri diri mezara gömmektir. Ama ne çare ki olmuştur. Bu ağır kusur işleneli neredeyse bir asrı bulacaktır. Bu defa da bir asır diri diri gömülemez. Yapılacak olan nedir? Yapılacak olan, nice nesillerin nice vakitlerdir sür'atle yabancılaştığı tarih ve değerlerimizle yeniden köprüler kurmaktır. Nesiller onlara yabancılaşarak bu topraklara dair her şeye de yabancılaşmaktalar. Bugün bırakınız tahsildeki gençleri, aydın sanılan orta yaş neslin bir çoğu bile tefekkür melekesi, konuşma kabiliyeti ve görgü vasfından bir hayli ıraklardadır. Kalkınma, büyük devlet olma yalnızca yol, köprü, tünel gibi hizmetlerle olmaz. Bu altyapı bahsettiğimiz üstyapı faaliyetleriyle buluşamazsa alınan hedeflere varılması çok zorlu olur. İnsan, kelimelerle düşünür. Evvela harf inkılabı yapılmış sonra bir başka kültür kıyımıyla kelimeler tırpanlanarak Türkçe kabile dili hâline getirilmişti. Merhum Cemil Meriç, "kamus, namustur" der. Evet, kelime namustur, ilmin iffetidir. Latin harflerine geçilmesi ve dille oynaması kültürel ve edebi hayatta beyin dumuru ve ufuk körlüğüne yol açmıştır.

İlmen fikren ve zihnen yeniden aydınlanıp zenginleşebilmek, mazimizi okuyabilmekle mümkün. Bu sebeple okullara Osmanlı Türkçesi Dersi konması fevkalade isabetli bir karardır. Ancak ilkokul 1'den itibaren her okul için mecburi ders olmalıdır. Bu topraklarda bir ses bayrağı hâlinde İstanbul Türkçesi'nin yeniden dalgalanabilmesi için her gencimizin Osmanlı Türkçesiyle buluşması şarttır. Çağatay, Azeri, Türkiye Türkçesi lehçelerinin zirvesi, hası İstanbul Türkçesi'dir. Vahiy Medeniyetimiz, İstanbul Hanımefendisini yetiştirmiş, o da  bu yerli irfandan beslenerek şiir gibi bir İstanbul Türkçesi'ni dillendirmiştir. T&#;rk&#;emiz Zenginleşmeli Ahmet Sağırlı Osmanlıca seçmeli ders olacak haberlerine sevinmemin tek sebebi Türkçemizin biraz zenginleşecek olması. kelime ile konuşur yazar hâle geldik. Yabancı dil bilenlerimiz derdini Türkçe anlatmakta zorlandığı için araya yabancı kelimeler sokuşturuyor. Tedavülden kalkan kelimelerin ekini, kökünü, failini mefulünü bilmiyoruz. Kulak aşinalığı olanlar doğru dürüst kullanamıyor. Katl ile katil farkını bilmediğimiz için katil zanlısını arıyoruz. Mütehassıs ile mütehassis arasındaki farkı bilenler azaldı. Mütevazı ile mütevaziyi karıştırır olduk. Öz Türkçe bizi kısırlaştırdı. “Takat, kudret, kuvvet, mecal” yerine “güç” deyip geçiyoruz.

Tahassüs kelimesini kullanan insan sayısı nüfusun yüzde yarımından azdır herhalde.
'lerde yazılan romanları okurken lügate bakma ihtiyacı hissettiğim kelime çıkıyor.
80'lerde yurt dışında yaşayan Türklerden ekrana çıkanlar olurdu. Adam 50'li yıllarda Amerika'ya yerleşmiş, Türkiye'den kopmuş, o gün konuşulan Türkçeyi muhafaza etmiş. 50'lerin Türkçesi ile konuştuğunu anlayamazdık. Hızlı etkileşim sayesinde yurt dışındakileri de kendimize benzettik, aramızda fark kalmadı.

Bizim yapımızda iyi niyetle dahi olsa bu dersi mecburi hâle getirince sulanır, öğrenmeye niyeti olanlar da dersten soğur. Faydası olmaz. En iyi yol teşvik etmektir ki kırk türlü yolu var.
Mesleği gereği çok iyi öğrenmek zorunda olanların dışında kalanlar için ölçü: 'lerde yazılan kitapları sözlüğe bakmadan anlayabilecek hâle gelmektir. O kadar geriye gitmeye gerek yok diyorsanız 'lerde yazılanları anlayabilecek hâle gelelim, yeter.

Azerbaycan'da sıradan insanlara mikrofon uzatıldığı zaman herhangi bir konuda hiç zorlanmadan dakika konuşabiliyorlar. Biz konuşamıyoruz. Bunun birçok sebebinden birincisi kelime kıtlığı.. kelime ile dön dur. İlkel kabile lisanı gibi. Geldim, gittim, acıktım, yoruldum, mutluyum, üzüldüm, uyudum, uyandım.. Duygularımızı anlatamıyoruz.

Türkçe, uzun müddet hukuk kitaplarında yaşadı. Mühendislik kitaplarında yaşadı. Onları da sığlaştırıp muradımıza erdik.

Türkçe'nin en iyi örneklerinden biri Mecelle metni.. Kuralar o günün Türkçesinin zenginliği sayesinde o kadar güzel kodifiye edilmiş ki, oturup uğraşsanız dahi herhangi bir maddedeki bir kelimeyi kaldırıp yerine başka bir şey yazamıyorsunuz. Yine herhangi bir maddeyi bugünkü insanların anlayabileceği hâle getirmek isteseniz bir tam sayfa tutar ve herkes farklı anlar. Her satırdan sonra yani, yani, yani demek zorundasınız.

Anayasası'nın Türkçesine dönelim yeter. Osmanlı kelimesi sizi rahatsız ediyorsa kutsadığınız cumhuriyetin ilk dönemlerindeki Türkçeyi arıyoruz diyelim.



Lordlar Kamarası'nda konuşulan İngilizcenin kalitesi ile sokaktaki İngilizce arasında devasa fark var. Bizim meclisteki Türkçe ile sokaktaki Türkçe arasında fark var mı?

Lise mezunu bir İngiliz, bilmem kaç asır öncesinin Magna Carta metnini yarım saatlik bir uğraşmanın sonunda rahatlıkla anlayabilir. Neden? Çünkü lisan canlı.. Hâlâ hayatta.. Bizde ise Osmanlı Türkçesi ölü bir dil ve tozlu arşivlerde. Dil ve antropoloji konusunda yetişmiş uzmanların iştigal sahasında.

İlber Hoca'nın dediği gibi bugün  Arapça bilen 12 yaşındaki çocuğu zaman makinası ile Harun Reşit dönemine ışınlasanız iletişim kurabilir.

Oysa aynı yaştaki bir Türk çocuğunu iki nesil öncesine gönderseniz uzaylı muamelesi görür.
Bağımsızlığı dilinden düşürmeyenler İngiliz sömürgelerindeki lisan katliamlarını incelemişler midir?

Anglo-Türklerin feryadı/alerjisi bu inceleme ile anlaşılabilir.

Not: 
Devlet erkânı konuşmalarına unutulmuş (unutturulan) Türkçe kelimeleri serpiştirse örtülü bir teşvik olur. Hayat-Yaşam Yavuz B&#;lent Bakiler yılında, Azerbaycan’dan, Ankara’ya bir şair arkadaşım geldi. İsmi Memmed Aslan! Onu alıp Kültür Bakanlığımıza götürdüm. Bazı daire başkanlarımızla tanıştırdım. Aramızda güzel bir sohbet oldu bir ara söz, gelip Türkçeye dayandı. Azerbaycan Türkleri de bizim gibi Oğuz boyundan. Azerbaycan’da da Türkçe konuşuluyor. Memmed Aslan, bin yıldan beri konuşa konuşa Türkçeleştirdiğimiz, çobana-yabana bile öğrettiğimiz bazı kelimelerin “Arapça asıllıdır!” diyerek dilimizden sökülüp atılmasına şiddetle itiraz ediyordu. “Bu yanlıştır!” diyordu. Ve “Türk münevverlerinin maksadı, Türkiye’yi hem kendi edebiyatlarından hem de Türk dünyasından koparmak mıdır!” diye soruyordu. Diyordu ki: “Bir baba düşünelim. Bu babanın 6 evlâdı olsun. Baba çocuklarına 6 katlı bir apartman yaptırsın ve her katına oturan çocuk kendi dairesini yıkmaya başlasın. Kardeşlerinin ‘aman yapma! Etme!’ itirazlarına aldırmasın. Ve onlara ‘size ne!’ desin. ‘Ben sadece kendi dairemi söküp götürüyorum. Ben kendi mülküm üzerinde istediğim gibi hareket etme hakkına sahip değil miyim? Bu malzemeyle gidip başka bir yerde kendime tek katlı bir ev yapmak istiyorum.” Peki; o birinci kat sahibinin öyle davranmaya hakkı var mı? Memmed Aslan devamla dedi ki: “Siz Türkiye Türkleri olarak dilinizden ‘hayat’ gibi güzel bir kelimeyi atıyorsunuz. Yerine köksüz, ruhsuz, çıplak, bir ‘yaşam’ kelimesini getiriyorsunuz. Siz 6 katlı apartmanın birinci katında oturan ve oturduğu katı yıkmaya kalkışan o evlâda benziyorsunuz! Buna hakkınız var mı? Üst katlarda oturanları niçin düşünmüyorsunuz? Üst katlarda kimler var? Üst katlarda Azerbaycan Özbekistan, Uygur, Başkurt, Tatar, Irak, İran ve Balkan Türkleri var. Çünkü biz de, Özbekler de, Uygurlar da, Başkurtlar da, Tatarlar da sizin şimdi “yaşam” dediğinize, “hayat” diyoruz. Sizin Türk dünyasının “Dilde birlik” idealini yıkmaya hakkınız var mı? Hayat, şiirlerimize, türkülerimize, şarkılarımıza, ruhumuza, günlük konuşmamıza sinmiş bir kelime. Hayat kelimesini bilmeyen mi vardı? Ona neden kıydınız?” Memmed Aslan’ın sorusuna hiç kimse cevap veremedi. “Hayatım” diye hitap eden bir milletiz. Biz ki, “Hayata atılmak” için çalışırız. Biz ki, kendimize “hayat arkadaşı” seçeriz. Biz ki, “vatanımız için hayatımızı veririz.” Biz ki, hep “hayat-memat meselesi” olan kimseleriz. Hayat kelimesine kıymamak, ona yeniden hayat vermek lâzım. Ah keşke üzerinde tepindiğimiz, unutturmaya çalıştırdığımız kelime, sadece “hayat” olsaydı. Şimdi dikkatinizi çekmek istiyorum: Azerbaycan, Türkmenistan, Özbekistan, Kazakistan, Kırgızistan, Tataristan ve Uygur Türkleri, Kerkük’teki, İran’daki, Rumeli’deki soydaşlarımız: Akıl, can, cevap, delil, eser, faaliyet, hanım, hayat, hikâye, hürriyet, ihtimal, ihtiyaç, ilham, ilim, imkân, inşallah, ispat, kanaat, kanun, kitap, şart, bütün, medenî, mektep, meselâ, millî, millet, sebep… diyorlar. Bu kelimeleri seviyor, bu kelimelerle düşünüp konuşuyorlar. Beri yandan biz Türkiye Türkleri ise iki yüz elli milyonluk büyük Türk camiasını bir tarafa iterek ağzımızı us, tin, yanıt, kanıt, yapıt, etkinlik, bayan, yaşam, öykü, özgürlük, olasılık, esin, bilim, olanak, umarım, kanı, yasal, betik, koşul, tüm, uygar, okul, örneğin, ulusal, ulus, neden… diye açıyoruz! Gaspıralı İsmail Bey bütün Türk milletinin aynı dilde düşünmesini ve konuşmasını istemişti. Onun, “Dilde birlik, fikirde birlik, işte birlik” idealini biliyorsunuz. Şimdi biz, dilde ayrılık diye ortaya çıkıyoruz. Bu parçalanmanın kime ne faydası var? Düşündünüz mü hiç?   “Okuma” Halil &#;n&#;r

T

ÜİK’in rakamlarına göre, Avrupa'da yüzde 21'lerdeki okuma oranı Türkiye'de binde bir seviyesinde. 28 Avrupa Birliği üyesinin en gerisindeyiz. Günde 6 saat televizyon seyrediyor, 3 saat internete giriyor, sadece 1 dakika kitap okuyoruz.
7 milyon nüfuslu kardeş ülke Azerbaycan’da bir baskıda en az bin kitap basılıyorsa, 75 milyon nüfuslu bizde ise ortalama 3 bin adet basılıyorsa, varın kıyası siz yapın artık!
Peki Neden?Neden okuma özürlü bir millet olduk?Bunun cevabı aslında çok basit. 
Bize okutulan kitap evvelâ “Okuma” kitabı diye başlıyor. Biz ne ektiysek onu biçtik. Erkeklere top oynattık. Kızlara ip atlattık. “Uyu yat uyu” ile bol bol uyuttuk.
“Oku!” “adam okur, kazlar okumaz” demedik. “Yapma” “Etme” ile eğittiğimiz çocuklarımızın önüne “Okuma” kitabı koyduk. Onlar da okumuyorlar.
Orhun Kitabeleri'ne “yazıt” demişler de, neden okunacak kitaba “okut” kitabı değil de “okuma” kitabı demişler?
“İçme” suyu; işçi “bulma” kurumu; “çalışma” “konuşma”; “danışma”; “savunma” gibi örnekler saydıkça bitmez.
Türkçemiz kültürümüzün temel taşı. Zengin bir lisanımız var. Fakat bu “-ma” olumsuzluk eki, olumlu kelimelerde kullanılınca işler karışıyor.
Şuuraltında ters işlem yapıyor. Çünkü zihnimizin derinliklerine olumsuz manada yerleşen “-ma” eki, her ne kadar “olumlu” manadaki kelimelerde kullanılsa da, şuuraltı onu olumsuz olarak kabul etmiş bir kere. Nasıl kabul etmiş?
Çocuklarımıza ilk öğrettiğimiz “olumsuz ekli”, hem de emir kipindeki, dikte edici zorlayıcı “Yapma”; “Etme”; “Koşma”; “Gitme” gibi kelimelerle… Psikoloji uzmanları bu durumun kavram boyutunu, etkilerini daha iyi izah edeceklerdir.
Ufacık bir “ek”in başımıza açtıklarına bak!
Okuma-yazma ile frenlenmiş bir nesil değil; okuyan, yazan, okur-yazar (gerçi bunu da diplomasız-eğitimsiz insanlar için kullanıp, manayı tersine çevirmişler ya!) bir nesil yetişmesi isteniyorsa, bu karmaşayı dil bilimcilerin ciddi olarak ele alması, çözmesi gerekiyor Hesap mı? Matematik mi? Yavuz B&#;lent Bakiler Eskiden, mekteplerimizde hesap ve hendese dersleri okutulurdu. Sonra bir zaman geldi, ortaya birileri çıktı, “Ancak Lâtince-Yunanca Kelimelerle konuşursak, medenîleşiriz. Batı seviyesine ulaşırız!” iddiasında bulundu. Bunlara Nev Yunanîler denildi. Nev Yunânîler yâni Yeni Yunancılar “hesap” ve “hendese” kelimelerini dilimizden çıkarıp attılar. Yerine Yunancadan iki yeni kelime aldılar, “aritmetik” ve “geometri”! “Hesap” yerine “aritmetik”, “hendese” yerine “geometri” dediler. Halbuki “hesap-hendese” kelimeleri sâdece Türkiye Türkleri arasında değil bütün dünya Türkleri arasında konuşulan bilinen sevilen kelimelerdendi. Meselâ Azerbaycan Türkleri de Uygurlar da bizim gibi “hesap” diyorlardı. Şimdi de “hesap” diyorlar. Türkmenler “hesap” diyorlar. Tatarlar ve Özbekler ise “hisap” diyorlar. Kazakların ve Kırgızların hesabında “h” harfi düşmüştür. “Hesap”“esep” olmuştur. Türkçede (h) harfi ile başlayan kelime olmadığı için bazı Türk toplulukları hesaba esep demişlerdir. Bizde “hesap” kelimesinin hesabını görmek isteyenler, sâdece okul kitaplarında başarılı oldular. “Hesap” yerine matematik dersleri okuttular. Ama güzel Türkçe’mize deyimler hâlinde giren, veya atasözlerimize karışan o güzelim “hesap” kelimesinin yerine Yunanca’sını koyamadılar. Halk tutmadı! Meselâ halkımız milletimiz, “hesaplaşmak” yerine “aritmetikleşmek” demedi. “Hesap etmek, hesap vermek” yerine “aritmetik etmek, aritmetik vermek” denilir mi hiçi? “Hesapsız kitapsız” yaşayanlar, “hesap gününden” korkmayanlar boşuna yoruldular. “Hesap tutmayanların” hesapları boşa çıktı. Nev Yunânîlerin aretmetikleri iyi idi, ama onlar hesaplarının şaştığını gördüler. Onlar aritmetik günlerine sâdece okullarda katıldılar. “Ebcet hesabı” yerine, “ebcet aritmetiği”, “parmak hesabı” yerine “parmak aritmetiği” diyemediler. Onlar “hesapsız kitapsız” adamlardı. Milletimiz onlara “aritmetiksiz, betiksiz” adamlar nazarıyla bakmadı. Onlara yine “hesapsız, kitapsız” adamlar dedi. Onların “ince hesaplı” olduklarını çok iyi anladı. Türkçe’mizin inceliklerini bilenler, atasözlerimize kadar giren “hesap” kelimesinin “aritmetik” kelimesiyle değiştirilemeyeceğini onlara anlatmaya çalıştılar. Nev Yunânîler’in bulunduğu toplantılarda, şu atasözlerimizi yüksek sesle söyleyenler çok oldu. 

– Hesap bilmeyen kasap, elinde ne satır kalır ne masat.
– Hesap ettim kitap ettim, alt çenesi eksik geldi.
– Hesabı pak olanın yüzü ak olur.
– Hesabın büyüğü küçüğü olmaz.
– Yanlış hesap Bağdat’tan geri döner.
– Evdeki hesap çarşıya uymaz. Milletimiz Türkçe’miz üzerinde hadsiz hesapsız kötülükleri olanların hesabını hesap gününden önce gördü.  Yunanca hayranları “Yanlış matematik Bağdat’tan geri döner” diyemediler. “Evdeki matematik çarşıya uymadı”, sâdece hesap derslerinin adını değiştirmede başarılı oldular. Daha da ileri gidemediler. Türkçe hesabımız pak olduğu müddetçe yüzümüz hep ak olacaktır. Eczacının S&#;zl&#;ğ&#; Mehmet Doğan Türk Dil Kurumu, yeni bir sözlük yayınlamış. Eczacılık terimleri ile ilgili sözlüğü göremedik ama, basına yansıyan bilgilere vakıf olduk. 
Tam da Türkiye’nin “dil devrimi”nden geçirildiği yazının yıldönümüne rastlıyor, bu yayın. 80 yıl önce şu sıralarda 2. Türk Dil Kurultayı’nın hazırlık çalışmaları yapılıyordu. İşte bu yıl Türkçeden Osmanlıcaya Cep Kılavuzu yayınlandı. Küçücük bir kitapçık, en küçük cebe bile sığar. O kılavuzda şimdi de kullandığımız “eczacı” ve “eczahane” kelimelerine nasıl karşılık verilmişti biliyor musunuz? 
Bilen beri gelsin!Bugün bir tek eczacı biliyorsa, o madalyayı, ödülü, hak etmiş demektir. Emgen eczacı, emget eczahane!Em, eski Türkçemizde ilaç, deva, ecza demek
Buyurun Yunus Emre’den: 
Rabbim sana sundum elimSenden artık yoktur emim
Yunus’un derdine Rabbinden başka ilaç, deva, ecza yoktur!
Bu kelimeyi günümüzde yaşatan deyim, “bir eme yaramamak” olmalıdır. Tabii adı geçen sözlükte “emlemek” de var. Yani “tedavi etmek.
Bu sırada bir taraftan öztürkçecilik adına “dil devrimi” yapılırken, öte yandan gerçek devlet siyaseti olduğunu bugün daha ciddi olarak düşündüğümüz, Osmanlıca tıp öğretimi yerine, Latince terimlerin kullanıldığı tıp öğretimine geçilmektedir!
Osmanlılar yüzyılda modern tıp öğretimini Fransızca-Latince olarak başlattılar ve bir süre sonra Türkçe öğretime geçtiler. Osmanlıca çok zengin bir tıp terimleri sözlüğü oluşturdular. Bu sözlük daha önceki tıp terimlerini de kapsıyordu ve kök dil olarak batıda nasıl kutsal kitabın dili latince esas alınıyorsa, Arapçayı esas alıyordu. 
Bugün bu terimlerden çok azı günlük hayatta kullanılıyor. Dahiliye ve cildiye mesela. Nisaiye, bevliye, intaniye vb. günlük hayata mal olmuş kelimeler ise Latinceleri ile değiştirildi. 
Peki, Dil Kurumu Türkçeden Osmanlıcaya Cep Kılavuzu’nu yayınladı da ne oldu? 
Türkiye’de eczacılıkla ilgili devlet metni, yani kanun “İspençiyarî ve tıbbî müstahzarlar kanunu”dur. TBMM yılında bu kanunu kabul etmiştir. Bu kanunun ’te değiştirilmesini bekliyorsunuz değil mi? 
Boşuna beklersiniz! Günümüzde de yürürlükte olan bu kanundur. Tabiî zaman zaman bazı maddeleri değişmektedir.
Kafanız karıştı her halde. Eczacılıktan “ispençiyari” diye bugün hiçbir eczacının bilmediği bir kelimeye geldik. 
Ferit Devellioğlu meşhur Lügat’inde, Eczacı’yı “ecza, ilaç yapan ve satan kimse” olarak açıkladıktan sonra,  (bkz. İspençiyari) kaydını koyuyor. 
Koca lügatte ara ki bulasın!
Kelime İtalyanca. İspençiyar “eczacı” demek. İspençiyari “eczacılık”.
Peki, bir taraftan öztürkçe, diğer taraftan Osmanlıca kanun, ya öte yandan? “Farmasi, farmakoloji, farmakolog, farmakolik, farmasötik
Bu kelimelerin mânaları eczacıların malûmudur!
Halk ise bildiğimiz kelimeleri kullanır. 
Burada devletin tavrı esastır. Devlet dili Türkçedir ama, ’te öztürkçeye geçiyor gibi yapılmış, Latinceye geçilmiştir. Biz vakti zamanında yukarıda zikri geçen kanuna dayanarak hazırlanan “Beşerî tıbbî ürünler ruhsatlandırma yönetmeliği”nde kullanılan kelimelere dikkat çekmiştik. İsteyenler yazının tamamı için Devlet Sözlük Yazar mı kitabımıza bakabilirler. İşte o yönetmelikten kelimeler: Allerjen, analitik prosedür, elüsyon, farmakope, farmosotik, form, immünolajik, impurite, kombinasyon, majistiral, ofisinal, radyofarmasotik, radyonüklid, spesifik, primer ambalaj, proses validasyonu, spesifikasyon, validasyon
Netice: Devletin, Başbakanlığa bağlı bir kurumu var, Türk Dil Kurumu. Avarakasnak gibi döndürülüp duruyor. Bir de devletin Latinceye ayarlı dili var, o ise hükmünü yürütüyor.  T&#;rk Dili Nereye? Beşir Ayvazoğlu Devlet Plânlama Teşkilâtı’nın ilk defa bindiğim asansöründe, insanları İngilizce olarak günaydın, iyi akşamlar gibi sözlerle karşılayarak yine aynı dilde ayı, günü ve saati bildiren elektronik düzeneği görünce hayretler içinde kalmıştım. Ülkenin geleceğini plânlayan bir kuruluşun ana dil üzerinde göstermediği hassasiyeti kimden bekleyebiliriz? Türk Hava Yolları dergisinin adı bile İngilizce: “Skylife”. Yoksa bir süreden beri devletin resmî dili Türkçe değil de, bizim mi haberimiz yok?
Türkçe’yi “klas”larına yakıştıramayan tuhaf insanların sayısı büyük bir hızla artıyor. İki futbolcu; Ortaköy’de açtıkları bara, bu semtin eski adını vermişler: “Arkeon”. Güneye doğru inerseniz, eski Roma ve Yunan adlarının birer birer hortlatıldığını göreceksiniz. Özellikle turistik bölgelerde Türkçe konuşmak ve işyerlerine Türkçe adlar vermek âdeta ayıp karşılanır oldu. Bu ne şaşkınlıktır, bu ne gaflettir! 
Eskiden “entel” taifesi çağdaşlığını “öztürkçe” kullanarak “kanıt”lardı. Şimdilerde çağdaşlığın göstergesi İngilizce. Meselâ adamlar tiyatro kurarlar, adı “Tiyatroskop”. Son zamanlarda “happening”ler, “workshop”lar gırla gidiyor. Düşünün bir kere, gözlerini Galleria’da açıp Fame City’de Pin Bowling, Skee Ball, Boom Ball, Whac-a -Mole, Hoop Shot, Galaksie, Beat the Clock ve benzeri oyunlarla vakit geçiren ve McDonald’s’ta yahut Kentucky Fried Chicken’da karınlarını doyuran bacaksızlar büyüdüklerinde hâlimiz ne olacak? 
Peki suçlu kim? Yeni nesillere ana dil şuurunun kazandırılmasında ihmali olan herkes suçludur. Özellikle, Türkçe’nin eski kültürle bütün bağlantılarını keserek Greko-Lâtin temeline dayalı Batı kültürünün ve dünya görüşünün yüklenebileceği “nötr” bir dil meydana getirmek isteyen, dolayısıyla kelimelerin geçmişten bugüne taşıdığı kültürü ve ifade inceliklerini de satırdan geçiren aydınların günahı büyüktür. 
Devletin bütün imkânlarını kullanarak, insanlara uydurma kelimelerle konuşmanın “çağdaşlık”, “ilericilik” olduğunu telkin etmişlerdir. Bu yüzden, zamanla, sadece kelimeler değil, deyim ve atasözleri bile yeni nesillere bayat gelmeye başlamıştır. Hâlbuki dilin asıl zenginlikleri deyimler ve kelimelerin ardındaki tıpkı buz dağlarının görünmeyen tecrübe birikimidir. Öztürkçe yazdıklarını zanneden yazarlar şöyle bir gözden geçirilirse; Türkçe’nin deyimsiz, nüansları ifade etmekten âciz bir dil hâline geldiği görülecektir. 
İşin gerçeği şudur: Birtakım aydınlar, Türkçe’yi zenginleştirmek, Türkçe’de bulunmayan kavramlara, terimlere karşılıklar aramak yerine; yediden yetmişe herkesin anladığı ve kullandığı kelimelere yeni karşılıklar uydurmuşlardır. İmkân’ı, ihtimal’i, şart’ı, sebep’i ve daha yüzlercesini kitle iletişim vasıtalarını da arkalarına alarak dilden kovmuşlar. Atılan her kelime ile birlikte nüansları gösteren kelimeler, deyimler ve atasözleri de çöp sepetine gitmiştir. 
Şu anda çocuklarımıza verebildiğimiz Türkçe, Esperanto gibi sun’î, mekanik, ifade gücü alabildiğine kısır, dudaklarımıza iğreti tutuşturulmuş, güç belâ konuştuğumuz bir dildir. Böylesine yetersizleştirilen bir Türkçe’nin, yabancı bir dili çok iyi öğrenmiş olanlara yetmemesi, yani yabancı kelimeleri davet etmesi tabiîdir. Bu bakımdan, düşüncelerini daha iyi ifade etmek için yabancı kelimelere ihtiyaç duyanlar olabilir. Ancak, Türk aydınlarının eski hastalıklarından birinin “Bihruz Bey”lik, yani yabancı kelimeler kullanarak üstünlük taslamak olduğunu unutmamak gerekir. 
Son on yılda, bazı insanlar, telaffuzuna özen göstererek söz aralarına sıkıştırdıkları İngilizce kelimelerle ne kadar önemli ve ne kadar çağdaş olduklarını “kanıt”lamaya çalışıyorlar. Türkçe’yi Amerikan aksanıyla konuşanların sayısında da hatırı sayılır bir artış var. Yerden mantar gibi biten özel radyo ve televizyonlar, bu hastalığı bir salgına dönüştürmek üzeredir.
Hatırlanacağı üzere, yabancı adlar önce dergilerde boy gösterdi: Argos, Rapsodi, Strech, Hey Girl vb. Daha sonraları yabancı adlı televizyonlar peydahlandı: Magic Box, Show TV, İnter Star, Flash TV vb. Yüksek tirajlı gazetelerde Film Guide, TV Guide, Pozitif, Star, Teleskop gibi adlarla ekler vermeye başladılar. 
Bu televizyonları seyredip bu gazeteleri okuyanlar, eğer Türkçe üzerine titremiyorlarsa, eğer Millî Eğitim’in okullarında tarih şuuru ve ana dil sevgisi edinmemişlerse ne yaparlar? Çocuklarına Melisa, Sem gibi isimler verirler. O çocuklar da büyüyünce şimdi bazı özel radyolarda konuşan ağabey ve ablaları gibi, kadük edilmiş bir Türkçe’yi üstelik Amerikan aksanıyla konuşurlar. Geçmiş ola! 
Bir Anlambilimi Meselesi: Eğitim funduszeue.info Doğan Mektepler kapanalı bir hayli sene oldu, bugün okullar açılıyor! Semantik Türkçede “anlambilimi” olarak karşılanıyor. Osmanlıcası: İlm-i maani, yani manalar ilmi Zihnimiz kelimeler ve onların anlamları üzerinden akıl yürütür. Kelimeler değişirse, anlam yerine konulan kelimeye geçer mi? Bunun her zaman mümkün olmadığının çok sayıda örneği var. “Ben bu kelimeye bu anlamı verdim” diyebilirsiniz. Fakat dil şahsî değil, umumîdir, kelime kullanıldıkça anlamı farklılaşabilir, hatta değişebilir. Dille, kelimelerle oynamak, Türkiye’de bir zamanlar olağan bir iş olarak görülmekle kalınmamış, gerekli bir şey olarak kabul edilmiştir. Yüzlerce yıl içinde anlamları teşekkül etmiş, kavram çerçeveleri oluşmuş kelimeler yerine anlam alanları belirsiz yeni kelimeler konularak dil öztürkçeleştirilmeye çalışılmıştır. Dile müdahale anlama müdahaledir. Her kelime bir veya daha çok anlama işaret eder. İşaret ortadan kaldırılırsa, işaret edilen de ortadan kalkar. İşaret değiştirilirse, işaret edilen de değişir. Yeni işaret bizi her zaman işaret edilmek istenene götürmez/götürmeyebilir. Bugün bu kabul edilemez durumun sıkıntılarını her alanda çekiyoruz. Fakat en bariz olarak eğitim ve öğretim alanında hissediyoruz. “Eğitim ve öğretim” dedik. Bu kelimelerin konuyu ne kadar anlattığını ölçecek durumda değiliz. Bugünün kelimeleri ile konuştuk. Bir zamanlar “maarif” vardı. İlgili bakanlık da bu isimle anılırdı. Sonra ne oldu da maarif “eğitim” oldu? Şimdi “maarif”i kaç kişi anlar? Hatta “maarifçiler” bu kelimeyi bilir mi? Artık bilinmezler arasına katılan bu kelimenin anlamı üzerinde düşünmek zorundayız. Maarif kelimesi dolaşımdayken, terbiye, tahsil, talim, tedris, tedrisat gibi kelimeler de kullanımdaydı. Bu kavramla ilgili artık eski sayılan, kullanımdan düşmeye başlayan kelimeler ne âlemde? En önemlisi “eğitim” bunlardan hangisinin karşılığıdır? “Maarif”in olmadığı kesin! “Tahsil”in değil, o “öğretim”le karşılanıyor. Geriye kalan kelimelere bakalım. Ya “tedris”? Bu kelime de “öğretim”le karşılanıyor, kelime kıtlığında! Ne güzel, iki farklı anlama tek kelime! Kelimeleri yok et, zihnini daralt! Buna rağmen “terbiye” kelimesi unutulmadı, unutturulamadı. Onun yerine uydurulan kelime “eğitim”di. Sokakta “eğitim-li” fakat “terbiye-siz” çok sayıda insanın varlığı bu kelimeyi yaşatıyor! Şimdi maarif yerine de “eğitim” kullanılıyor! Çünkü “Maarif Vekaleti” oldu “Eğitim Bakanlığı” hem de “millî”! Derin Türkçeden sığ öztürkçeye zorunlu “anayasal” geçiş! Doğrusu “maarif”i ne “eğitim”, ne de “öğretim” karşılıyor. Maarif esasen, “marifetler, bilgiler” demek. Anlam, tahsisî olarak kullanılırsa, “tahsille elde edilen bilgi” oluyor. Fakat maarif aynı zamanda kültür kelimesini karşılayan bir anlam taşır. Türkiye “maarif”den eğitime geçti. Fakat “Talim ve Terbiye Hey’eti” ne oldu? “Talim ve Terbiye Kurulu!” İşte bir kelime daha: Tâlim (taalim)! Esasına bakarsanız, “öğretim ve eğitim kurulu” denilmesi gerekiyor. Çünkü kelimeler arkaplandaki anlam zenginliği dikkate alınmadan böyle basitçe (ve hoyratça) değiştirilebilir. “Talim” gerçekten zengin anlamlı bir kelime… Bir işi öğrenmek veya alışmak için yapılan çalışma, yani “meşk” demektir talim. Bunun yanında Öğretme, belletme anlamı var. Yetiştirme, ders verme, tedris, öğretim anlamına da geliyor. Hat talebesinin öğrenmek maksadıyla yazdığı yazı da “talim”. Talimin eskiden halk arasında en yaygın anlamı, “askerî birliklere, harbde vazifelerini yerine getirebilmeleri için tâlimname maddelerinden kendilerine lüzumlu olan şeylerin kısmen nazarî, kısmen tatbikî sûrette öğretme”, yani şimdiki tabirle “askerî eğitim”di. Eğil dağlar eğil, üstünden aşam
Yeni talim çıkmış, varam alışam!

Bütün bunlar kafa karıştırıcı! Talim “ilim”le aynı kökten! Ya eğitim? O da “eğmek” masdarından! Ağaç yaşken eğilir, insan çocukken eğilip bükülür! “Terbiye” kelimesinin “Rab”la ilişkisini bilen var mı peki? İlimle aynı kökten “muallim”e hiç girmeyelim. “Öğretmen”leri öğretim döneminin başladığı günlerde üzmeyelim! Fakat günümüzde öğretmenle eğitimcinin eş anlamlı olarak kullanıldığını, mürebbî karşılığı eğitimcinin anlamsızlaştığını unutmayalım. Kelime çok, hepsini ele almaya bir yazı yetmez. Bir kelimeden de söz etmeden geçemeyeceğiz: Tedris/tedrisat! Ya o ne? “Ders”le aynı kökten. Ders verme, öğretme demek… Tedrisat ise öğretim! Hepsi bir tarafa, “eğitim” bir tarafa! Bu kadar farklı anlam nasıl fukara bir kelimeye yüklenebilir? Yüklense de o kelime bunu taşıyabilir mi? Türkiye’de eğitim sorunu, bir “anlambilimi” meselesidir!   “Keyifli” Bir Yazı Beşir Ayvazoğlu Sorun, neden, yaşam, olay, yoğun gibi, dilden üçer beşer kelimeyi kovdukları için ister istemez çok kullanılan, bu yüzden kulakları tırmalamaya başlayan maymuncuk kelimelerden söz etmiştim. Hepsi uydurma.. Ancak uydurma olmayan maymuncuk kelimeler de var. Mesela “süper”, güzel, büyük, şâhâne, hârika, hârikulâde, benzersiz, eşsiz vb. gibi sıfatların yerine kullanılan bu kelime “gâvurca”dır. Son günlerde “mega” diye bir de arkadaş edindi. Ama ben bu yazımda, uydurukça ve “gâvurca” olmadığı halde herkesin dilinde gezinen yeni bir maymuncuk kelimeden bahsetmek istiyorum: “Keyifli”. Entellerden özel televizyon kanallarının yeniyetme sunucularına kadar, önüne gelen bir keyifli tutturmuş gidiyor. Keyifli aşağı, keyifli yukarı. “Geçenlerde bir film seyrettim, çok keyifliydi”, “Keyifli bir kitap”, “Söyleşiyi dinlemeliydin, çok keyiflenirdin!” vb. Neden herhangi bir kelime birden herkesin kullanmak için hususi gayret sarfettiği gözde bir kelime haline gelir? Bazı insanlar niçin bazı kelimeleri statü sembolü olarak görürler? Başka ülkelerde de böyle tuhaflıklar yaşanır mı? Doğrusu cevaplandırmakta zorlandığım sorulardır bunlar. Adam keyifli dediği zaman kendisini daha imtiyazlı bir konumda hissediyor olmalı. Üstelik ağızlarını açtılar mı “yaşam”ların, “sorun”ların, “olanak”ların döküldüğü adamlar, beğendikleri, hoşlandıkları, sevdikleri, takdir ettikleri her şeyi keyifli buluyorlar. “Keyifli”nin “keyfi yerinde” demek olduğu halde, “keyif verici” mânâsında kullanılması ise ayrı bir konu. Efendim, bu keyif dedikleri Arapça bir kelimedir ve aslı “keyf”tir; sağlık, canlılık, iç rahatlığı, hoşça vakit geçirme gibi mânâlara gelir. “Bugün keyfim yok” derseniz, kendinizi iyi hissetmediğinizi söylemiş olursunuz. “Keyfimi bozmayın”, “dokunmayın keyfime” gibi sözler, “rahatımı kaçırmayın” demeye gelir. Keyfine düşkün adamlar, dünya yıkılsa hoşça vakit geçirmenin yolunu bulanlardır. “Keyif sürmek”, “keyif çatmak”, “keyfine bakmak”, “keyif kekâ” gibi deyimler ise, bu kelimenin Türkçe’de daha çok zevk-perestliği, hazcı, hedonist dünya görüşünü ifade ettiğini göstermektedir. Keyif’in argoda esrar mânâsına gelmesi, ayrıca alkollü içkiler ve esrar gibi “keyif verici” maddeler(yani mükeyyifât) kullanıldığında yaşanan durumun aynı kelimeyle ifade edilmiş olması bu görüşümüzü doğrulamaktadır. Çakırkeyif ise yarı sarhoşluk halini anlatır. Anadolu’da “keyif eşekte olur” diye bir sözün bulunduğunu ve hâlâ kullanıldığını geçenlerde bir dostum söyledi. “Ehl-i keyfe keyf verir kahvenin kaynaması” mısraıyla başlayan meşhur beytin ikinci mısraında da eşekten söz edildiği herkesin malumudur. Dahası var: “Keyif benim, köy Mehmet Ağa’nın”, “Keyfi çatmış, masurayı atmış”, “Keyfin nasıl? Adamına göre!”, “Keyfine danış!” gibi atasözleri ve deyimler, bir çeşit sorumsuzluğu, kural dışılığı, toplum karşısında umursamazlığı ifade etmektedir. Görüldüğü gibi, önüne gelenin bilir bilmez kullandığı keyif kelimesinin son derece geniş bir semantik alanı vardır. Peki dillerinden keyifli’yi düşürmeyen statü avcıları bu zenginliği farkında mıdırlar dersiniz? Hiç sanmıyorum. Fakat keyif’in bütün mânâ katmanları, onlar farkında olmasalar da keyifli’de mündemiştir. Eğer dikkat edilirse, keyifli kelimesini bugünkü mânâsında ilk kullananlar, bütün sosyal iddialarından vazgeçmiş, inandıkları her şeyin yerle bir olduğunu gördükleri için “boşvermiş” eski solcu, yeni “seçkinci” aydınlardır. Artık peşinde koşacakları bir dâvâ kalmadığına göre, yapacakları en iyi iş, dünyanın keyfini çıkarmak, her şeyden bir çeşit “esrar keyfi” alıp hoşça vakit geçirmek, bu arada keyiflerini kaçıran bütün değerleri büyük bir keyifle dinamitlemektir. Bakalım, ne kadar sürecek bu keyif? T&#;rk&#;e’yi Doğru Kullanma Sanatı Abd&#;lkadir Akg&#;nd&#;z Geçenlerde umumi bir durum değerlendirmesi yaparak kendi kendime sordum: Bâbıâlî’de on yıla yaklaşan dergicilik, neşriyat ve yazı işleri faaliyetlerim, Türk dili ve edebiyatı sahasındaki akademik çalışmalarımla beraber bana neler kazandırdı?

Koliler dolusu arşiv (kitap, dergi, küpür vb.), araştırma dosyaları, mülâkatlar, görüş almalar, kapak konusu yazıları, makaleler, denemeler, tenkitler, tahliller, mektuplar, şiirler…Yüzlerce yazarla, kültür adamıyla, şâirle, sanatkârla, araştırmacıyla tanışmalar, görüşmeler…Bütün bunlar bana neler öğretmişti, ne gibi faydalar sağlamıştı?

Objektif sayılabilecek bir tefekkür ve muhâsebe neticesinde tesbit ettiğim maddelerin üçüncüsü şöyleydi:

Bir nesri veya şiiri, Türkçe’yi kullanma, imlâ, kompozisyon, orijinalite, sanatkârlık gibi iç ve dış özellikleriyle tanıyabilmek… Yâni nesirde ve nazımda kalite seviyesini kendi çapımda fark edebilmek, eksiklikleri ya da güzellikleri görebilmek… Kısaca, Türkçe’yi doğru ve güzel kullanma yöntemleri üzerinde en azından kafa yorabilmek…

Bu münasebetledir ki, yazılı ve görüntülü medyada, okuduğum kitaplarda karşılaştığım imlâ kusurlarını, telâfuz yanlışlıklarını, bilgi noksanlıklarını, mânâ bozukluklarını vb. mümkün mertebe not alırım. Sözkonusu dikkat beni araştırmaya iter, eğitir, yetiştirir, geliştirir. Kaynaklara müracaat ederek işin dorusunu ortaya koymak bana büyük zevk verir. Lokman Hekim’in “Edebi, edepsizlerden öğrendim!” demesi gibi, nesirde ve nazımda kötü örnekleri dikkatli bir nazarla inceleyerek mükemmeli kavramak mümkün…

Asrın başlarına, hatta 25 – 30 yıl öncesine kadar – veya Peyami Safa, Necip Fâzıl, Cemil Meriç gibi bâzı kabiliyetler – kelime hazinesiyle yazarlarken, bugün – kelimenin dışına çıkılamıyor maalesef… Güzel Türkçe’mizi lâl olmuş bir kimsenin geveleme çalıştığı dil durumuna düşüren “uydurmacılık”, Batı dillerinden dilimize sokulan yabancı kelimelerle omuz omuza verince vaziyet işte böylesine vahim boyutlara ulaştı. Güyâ uydurma kelimelerle Türkçe’miz zenginleşecekti. Halbuki tam tersi oldu.

Eskisi gibi zengin bir tenkit zemini de yok. Esâsen günümüzde kültür birikimi, Türkçe’yi doğru ve güzel kullanmak, nesirde ve nazımda gerçek sanatkârlık seviyesi, mükemmel söyleyişi yakalama teknikleri kabilinden “ciddî” konularla ilgilenmek mâlâyâniyat kabul ediliyor.

Televizyonda “bomba gibi” bir program yapan, “reyting” savaşından gâlip çıkan kişi, soluğu bir gazete köşesinde alıyor. İşte size son model köşe yazarı! O yazsın, siz okuyun da ilim ve irfan sahibi olun! Maalesef manzara-i umumiye bu…

Peki, kendilerinden seviyeli yazılar beklenen, birçoğu yarım asırlık yazarlar ve şâirler neredeler? Onların da kısım-ı ekserisi gidişata ayak uydurmayı Mârifet kabul ederek koyuveriyorlar kendilerini… “Merhaba!” demiyorlar artık, “Meraba!”yı tercih ediyorlar. “Selâmün aleyküm!”ü çok uzun bularak “Selâm!” diye kestirip atıyorlar. “Fesübhânallah!”ı rafa kaldırıp keskin bir “Hayret bi şey yav!” çekiyorlar. “Saat beş civarında bekliyorum sizi!” cümlesi onlara çok “demode” geliyor, “Beş gibi gel!” demek ihtiyacı hissediyorlar… Tabiî, gün geçtikçe yazılarında da konuştukları dil hâkim oluyor.

İşin hakikaten mütehassısı sayılmasalar bile, Türkçe’nin doğru ve güzel kullanılması konusunda dikkatli davranan, tenkit yazıları kaleme alanların son birkaç yılda artması memnuniyet verici… Böylelikle yazarlar ve şâirler, yazdıklarını hiç değilse birkaç defâ gözden geçirip hatalarını düzeltme ihtiyacı hissediyorlar. Mâlumdur ki, tenkit tekâmülü netice verir. 
T&#;rk&#;e Sevdamız Şakir Tuncay Uyaroğlu Tarih tekerrürden ibaret derler, ancak ibret alınsaydı tarih tekerrür eder miydi? Tanzimat döneminde Fransızcadan Türkçeye geçen kelime sayısı , ’lerden sonra da olmak üzere toplam Görünen o ki, Batı dillerine olan ilgimiz ve tutkunluğumuz hâlâ devam ediyor. Oysa, ihtiyacımıza cevap verecek kavramların tek kaynağı Türkçe. Muazzam bir kültüre rağmen, varlık içinde yokluk çekiyoruz. Özellikle gençlerimiz, en fazla kelimeyle dertlerini anlatıyorlar.  İnsanımızda okuma hevesi ve heyecanı yok. Kitap fuarlarına ilgi yüz güldürüyor, ama elbette yeterli değil. Bu konuda yerel yönetimlere büyük görev düşüyor. Eğitimciler, idareciler, aileler… Hepimiz taşın altına elimizi koymalıyız. Türkçe… Bir türlü yüzünü güldüremediğimiz dilimiz… Devasa bir hazineye sahibiz, ama bunun ne kadar farkındayız? Bir avuç Türkçe sevdalısının gayretleri de olmasa… Belki, çok iddialı bir söz olacak ama bugün; toplumun bütün kademelerinde -Türkçe sevdalıları ile bu konuda duyarlılık gösterenler hariç- dilimizin imlası ve telaffuzu hesaba alınmamakta ve tam anlamıyla bir Türkçe konuşulup yazılmamaktadır. Özel radyo ve televizyon yayıncılığının Türkiye sathına yayılmasıyla birlikte, Türkçe özürlülerin sayısı daha da artmıştır. Özel radyolarda ve televizyonlarda sunuculuk yapanların dehşetengiz Türkçeleri, TRT çalışanlarının doyumsuz Türkçeleriyle kıyaslanamayacak duruma gelmiştir. Özellikle, fen bilimleri yahut sayısal alanda eğitim gören kişiler, konu dilimiz olduğu zaman kolayca sıyrılıveriyorlar; biz fenciyiz, biz sayısalcıyız diye. Böyle zamanlarda, aklımıza şu soru geliyor: Acaba, fencilerin yahut sayısalcıların ana dili Papuaca mı? Türkçeyi, herkesin; en az bir Türk Dili ve Edebiyatı uzmanı kadar öğrenmek ve kullanmak zorunda olduğunu asla unutmamak gerektiği kanaatindeyiz. Türkçe, sıradan bir ders ya da konu yığını değildir. Türkçe, bu coğrafyada yaşayan bütün insanların ortak paydalarından biridir. Bu nedenledir ki, dilimizi en güzel ve en kusursuz biçimde kullanmak hepimizin başlıca görevidir. Bunun için de, sürekli olarak Türkçe Sözlük ve İmla Kılavuzu’ndan yararlanmalıyız. Ancak; her iki eser de,Türk Dil Kurumu yayını ve mutlaka son baskı olmalıdır.(Şu anda piyasada baskı İmla Kılavuzu ve Türkçe Sözlük bulunmaktadır. Temmuz ) Türkçenin inceliklerini, güzelliklerini ve imla kurallarını, öncelikle ve özellikle; giyim firmaları başta olmak üzere bütün işletme sahiplerine, bu kuruluşların reklam ve iletişim uzmanlarına, matbaacılara ve bağımsız olarak çalışan bütün reklamcılara öğrettiğimiz takdirde, dilimizdeki yozlaşmanın ve kirlenmenin önüne daha çabuk geçilmesi mümkün olacaktır. Bir zamanlar, Reklam Verenler Derneği’nce hazırlanan ve uzun bir süre televizyonda yayımlanan güzel bir reklam filmi vardı. Bu reklam filminde, dili yanlış kullananlardan örnekler veriliyor ve “Üşenme İmla Kılavuzu’na Bak.” tavsiyesinde bulunuluyordu. Ben de, Reklam Verenler Derneği mensuplarına teşekkür ediyor ve aynı tavsiyeyi tekrarlıyorum. Değerli okuyucularım, bu köşede Türkçenin incelikleri ve güzellikleri ile dilimizle ilgili olarak üzerimize düşen görevleri ve yapmamamız gerekenleri size sunmaya çalışacağız. Ta ki; devlet dilimiz, kara sevdamız, varlık sebebimiz Türkçemizin kusursuz bir şekilde ifade edilmesini sağlayıncaya kadar… "Hava meydanı" U&#;ak nasıl u&#;tu? D. Mehmet Doğan 80 sene önce gazetelerde şöyle bir haber: “Cumhurreisi Gazi Hazretleri dün Ankara uçağında bindiği uçku ile 2 saatlik bir yolculuk yapmış ve İstanbul uçağına salimen inmiştir. Uçkudan indikten sonra genç uçmanı tebrik eden Gazi daha sonra otomobille Dolmabahçe Sarayı’na intikal etmiştir.” Haber doğru olabilir mi? Doğru olmayacağını dönemin tarihi üzerine çalışanlar kulağınıza fısıldayacaklardır: Atatürk hiç uçağa binmedi! “İstikbâl göklerde” değil miydi hani? Hemen itiraz: “Efendim uçakta çekilmiş resimleri var…” Evet var. Bu anlamda uçağa binmiştir. ’de resim de çektirmiştir, ama uçak, tayyare havalanmamış, seyahat etmemiştir. Onun uçağa binmeme sebebini ’da Fransa’da katıldığı Picardia manevraları sırasında son anda binmekten vazgeçtiği uçağın düşmesine bağlarlar. Fakat “asıl mesele bu değil” diyeceksiniz. “Cümlede bozukluk var!” “Ankara uçağında” değil, “Ankara uçağı” olmalıydı. Bir de Ankara uçağına biniyor, İstanbul uçağından iniyor… Bu da mantıken olamaz! Havada uçak mı değiştirdi yani? Okuyucularımızın kafasını daha fazla karıştırmayalım. Yıl , bundan tam 80 sene önce… Dil Devrimi’nin gitti gitti zamanı. “Osmanlıcadan Türkçeye Cep Kılavuzu yayınlanmış.Devir Tek Parti devri herkes bu kılavuza göre yazacak! İşte bu kılavuzda havacılıkla ilgili bazı “Osmanlıca” kelimelerin karşılıkları: Tayyare: Uçku. Tayyareci: Uçman. Tayyare meydanı: Uçak. Yok, bir yanlışlık yok! Uçak kelimesi o zaman hava meydanı (aerodrom), karşılığı ihdas edilmiş. Türkçede benzeri var: Durak, koyak. Durak “durulan yer”se, koyak “koyluk yer”se, uçak neden “uçulan yer” olmasın? “Olur olur bal gibi olur” diyemiyoruz maalesef! Olmamış işte… Tayyare karşılığı yapılan “uçku” da Türkçede benzeri olan bir kelime. Açkı, askı, bıçkı, dergi, süngü vb. Hepsi –gı, -gi, -gu, -gü, -kı, -ki, -ku, -kü fiil ekiyle oluşmuş eşya isimleri. Neden olmamış? Bunun izahı zor. Uçmak masdarının köküne –ak eki getirilerek yapılan kelime aynı zamanda akmak fiiliyle yapılmış birleşik bir kelimeye benzediğinden midir nedir, tayyarenin yerine yerleşmiş. Uçuyor ve akıyor veya akarak uçuyor! Uçak kelimesi tayyareliğe özenip uçunca, yerine kelime bulmak hayli zor olmuş. “Hava meydanı” denilmiş uzun süre. (Hâlâ devletin bu isimde bir genel müdürlüğü var.) Sonra “hava”ya bir şey yapamadık, hiç olmazsa meydanı öztürkçeleştirelim denilmiş, ortaya “hava alanı” çıkmış… Şimdi “havalimanı” deniliyor. Neden otobüs durağı gibi, uçak durağı veya tren istasyonu gibi tayyare istasyonu değil? Dil bu… Kelimeyi siz uyduruyorsunuz, bazı ahvalde manayı halk veriyor. Burada belki de Batı dillerindeki karşılıkları etkili olmuştur. Galiba ismiyle ilk “Türkçe Sözlük” Mim Baha’nın, yani Mehmed Mahaeddin’in yani B. Toven’indir. İlk baskı ’de Türkçe Lügat, ikinci baskı Yeni Türkçe Lügat. İkinci baskı ’te yapılmıştır. İşte bu sözlükte iki kelimenin Fransızca veya Batı dillerindeki asılları madde olarak var: “Aeroplan” ve “aerodrom”. Demek o sıralar kullanılıyor bu kelimeler. Aeroplan:

latife erarslan mp3 indir

Latife Erarslan - Di Gel Yarim

Latife Erarslan - Allı Turnam

Latife Erarslan - Gönül

Latife Erarslan - Ali'nin Türküsü

Latife Erarslan - Mihribanım Senden

Latife Eraslan Ölmem

Latife Erarslan - Kaleden Kaleye

Latife Erarslan - Di gel yarim

Latife Erarslan - Karlı Dağlar (UH)

Latife Eraslan Allı Turnam

latife eraslan şaşkın funduszeue.info4

Latife erarslan - Di Gel Yarim

Latife Eraslan - Gönül

Latife Eraslan-Yükseklerde Durma Gönül

Latife ERARSLAN/Bu dünyanın devranına

Latife ERARSLAN /Dağ Başında/ Söz-Müzik: Meçhuli

[ ALLI TURNAM ] Latife Erarslan - Turkish & Kurdish Remix

Latife Eraslan - Türkmen Güzeli

Latife Erarslan - Karadır Bu Bahtım Kara

Latife Erarslan - Ötme Turnam

Video kaynak: Youtube
Audio kaynak: Vkontakte

Kullanım Şartları: funduszeue.info sitesinde bulunan tüm içerikler tanıtım amacı ile gösterilen kaynaklardan götürülmüştür.
Her hangi bir arama sonuçu zamanı bulunan müzik parçasını mp3 formatında indirmek için şarkı adının karşısında görünen download butonuna tıklayın ve ya onlayn dinlemek için play düymesine tıklayınız.

ADKÖKENCİNSİYETANLAMSÖYLEYİŞAbaT.Kız1. Abla. <br>2. Anne. AbaçT.KızAnnesine benzeyen.AbacaT.KızAbla veya anneye benzeyen.AbacanT.+Far.Kız“Canım anneciğim, sevgili anneciğim ” anlamında kullanılan bir ad.AbayT.Erkek1. Beceri. <br>2. Seziş, anlayış. <br>3. Büyük erkek kardeş.Abayhan.ErkekAbay+han.AbazaT.Kız1. Kuzeybatı Kafkasya’da yaşayan bir halk.<br>2. Bu halka mensup olan kimse.AbbasAr.Erkek1. Aslan. <br>2. Sert, çatık kaşlı kimse.AbdalAr.Erkek1. Gezgin derviş.<br>2. Dilenci kılıklı, üstü başı perişan kimse. AbdiAr.ErkekKullukla, kölelikle ilgili.AbdülâlimAr.ErkekEn iyi bilen Tanrı'nın kulu.(abdüla:lim)AbdülazimAr.ErkekBüyük, ulu olan Tanrı'nın kuluAbdülazizAr.ErkekEn yüce, en değerli olan Allah'ın kulu.AbdülbakiAr.ErkekHer zaman var olan Tanrı'nın kulu(abdülba:ki:)AbdülbariAr.ErkekYaratan, yaratıcı olan Tanrı'nın kulu.(abdülba:ri:)AbdülbasirAr.ErkekHer şeyi görüp anlayan Tanrı'nın kulu.(abdülbasi:r)AbdülbasitAr.ErkekRızkı yayıp bollaştıran Tanrı'nın kulu.(abdülba:sit)AbdülcabbarAr.Erkekbk. AbdülcebbarAbdülcebbarAr.ErkekZorlayıcı güce sahip olan Tanrı'nın kulu.AbdülcelilAr.ErkekEn yüce olan Tanrı'nın kuluAbdülcemalAr.ErkekGüzellikleri kendinde toplayan Tanrı'nın kulu.AbdülcevatAr.ErkekCömert olan Tanrı'nın kulu.AbdülezelAr.ErkekEzelden beri var olan Tanrı'nın kulu.AbdülferitAr.ErkekTek, eşsiz olan Tanrı'nın kulu.AbdülfettahAr.ErkekGizli şeyleri açığa çıkaran Tanrı'nın kulu.AbdülgaffarAr.ErkekKullarının günahlarını bağışlayan Tanrı'nın kulu.AbdülgaffurAr.Erkekbk. AbdülgafurAbdülgafurAr.ErkekSuç bağışlayan, merhamet eden Tanrı'nın kulu.AbdülganiAr.ErkekVarlıklı, cömert olan Tanrı'nın kulu.(abdülgani:)AbdülhadiAr.ErkekDoğru yolu gösteren Tanrı'nın kulu.(abdülha:di:)AbdülhakAr.ErkekTanrı'nın kulu.AbdülhakimAr.ErkekHer şeyi bilen Tanrı'nın kulu.AbdülhalikAr.ErkekYaratan, yoktan var eden Tanrı'nın kulu.(abdülha:lik)AbdülhalimAr.Erkekİyi ve yumuşak huylu Tanrı'nın kulu.AbdülhamitAr.ErkekHerkesçe övülen Tanrı'nın kulu.AbdülkadirAr.ErkekKudretli ve güçlü olan Tanrı'nın kulu.AbdülkahharAr.ErkekKahredici, yok edici gücü olan Tanrı'nın kulu.abdülkahha:rAbdülkerimAr.ErkekKerem sahibi, cömert, ulu olan Tanrı'nın kulu.AbdullahAr.ErkekTanrı’nın kulu.AbdüllâtifAr.ErkekBağışta bulunan Tanrı'nın kuluAbdülmecitAr.ErkekŞan ve şeref sahibi, ulu olan Tanrı'nın kulu.AbdülmelikAr.ErkekEvrene hükümdar olan Tanrı'nın kuluAbdülmennanAr.ErkekLütuf ve ihsan sahibi olan Tanrı'nını kuluAbdülmetinAr.ErkekSonsuz sağlamlığa, dayanıklılığa, güce sahip olan Tanrı'nın kuluAbdülnasırAr.ErkekYardımcı olan, yardım eden Tanrı'nın kulu(abdülna:sır)AbdülvahapAr.Erkekİhsanı bol olan Tanrı'nın kulu.AbdülvahitAr.ErkekTek ve eşsiz olan Tanrı'nın kulu.(abdülva:hit)AbdürrahimAr.ErkekMerhametli, esirgeyen, koruyan Tanrı'nın kulu.AbdurrahmanAr.ErkekRahmet sahibi olan Tanrı'nın kulu.Abdürrahman.Erkekbk. AbdurrahmanAbdürraufAr.ErkekÇok merhamet eden, esirgeyen Tanrı'nın kulu.AbdürreşitAr.ErkekDoğru yolu gösteren Tanrı'nın kulu.AbdürrezzakAr.ErkekTüm yaratıklara rızkını veren Tanrı'nın kulu.AbdüssametAr.ErkekKimseye ve hiçbir şeye ihtiyacı olmayan Tanrı'nın kulu.AbdüssamiAr.ErkekHer şeyi duyan, yüce Tanrı'nın kulu.AbdüsselâmAr.ErkekBarışçı olan Tanrı'nın kulu.AbdüssemiAr.ErkekHer şeyi işiten, duyan Tanrı'nın kulu.AbdüssettarAr.ErkekGünahları örten, gizleyen Tanrı'nın kulu.AbdüzzekiAr.ErkekAnlayışlı, zeki olan Tanrı'nın kulu.AbgülFar.KızSu gibi berrak ve duru olan gül.(a:bgül)AbherAr.Kız1. Nergis çiçeği. <br>2. Yasemin. <br>3. Dolu kap.AbidAr.Erkekbk. abit(a:bid)AbideAr.Kız1. Anıt. <br>2. Önemi ve değeri çok olan yapıt.<br>3. İbadet eden, tapan kul.(a:bide)AbidinAr.Erkekİbadet eden, tapan kullar.(a:bidin)Abıhayatfunduszeue.info+funduszeue.infoKızHayat suyu, içene sonsuz yaşam sağlayan efsanevi su.(a:bıhayat)AbilAr.ErkekKoyun, at ve deve gibi hayvanlara iyi bakan kimse.(a:bil)AbirAr.ErkekGüzel koku, misk.(abi:r)AbırT.Erkek1. Namus, şeref, haysiyet. <br>2. Utanma, hicap, hayâ.AbıruFar.Kız1. Yüz suyu. <br>2. Irz, namus, şeref, haysiyet.(a:bıru:)AbitAr.Erkekİbadet eden, tapan kul.(a:bit)AbiyeAr.Kız1. Güzel, zarif, ince. <br>2. Yüzünü örtü ile örten utangaç kadın.(a:biye)AblakT.Erkek1. Yüzü güzel, parlak, yakışıklı. <br>2. Sevimli. <br>3. Yayvan ve toplu yüz. <br>4. Çok beyaz. <br>5. Siyahlı beyazlı. <br>6. Geniş, enli. <br>7. Ceviz ağacının mobilya yapmaya yarar iç kısmı. <br>8. Ağaçların dayanıklı kısmı. <br>9. Yaban armudu, ahlat. <br> İyice olgunlaşmamış üzüm.AbraşAr.Erkek1. Çilli, çopur yüzlü, sarı saçlı, açık renkli gözlü adam. <br>2. Doru at. <br>3. Alaca bulaca, karışık renkli. <br>4. Tedirgin edici, obur. <br>5. Çarpık, eğri.AbruyFar.Kız1. Yüz suyu. <br>2. Irz, namus, şeref, haysiyet.(a:bru:y)AbuşkaT.Erkek1. Kadının kocası, eş. <br>2. Yaşlı, sözü dinlenen kimse.AbuzerAr.+Far.ErkekAltın suyu.AbuzettinAr.Erkekİzzettin'in babası.AcaT.Erkek1. Amca. <br>2. Abla. <br>3. Anneanne, nine. <br>4. Güçlü kuvvetli, başladığı işi bitiren. <br>5. Büyük. <br>6. Derelerin içinde yetişen, basit yapraklı, kırmızı çiçekli, güzel kokulu bir çalı.AçaT.KızAnne, anne yerinde olan yaşlı kadın.AcabayT.ErkekAca ve bay sözlerinden oluşan bir ad.AcabeyT.ErkekAca ve bey sözlerinden oluşan bir ad.AcahanT.ErkekAca ve han sözlerinden oluşan bir ad.AçalyaYun.KızFundagillerden, güzel, renkli, kokusuz çiçekler açan bir bitki.AçangülT.KızAçmış gül.AcarT.Erkek1. Kuvvetli, güçlü, dinç. <br>2. Çevik, atılgan, kabına sığmaz. <br>3. Gözü pek, yiğit, cesur, kabadayı, yılmaz, <br>4. Hoş, sevimli yüzlü (kimse). <br>5. Yeni. <br>6. Taze. <br>7. Şişman, etli, semiz. <br>8. Çalışkan, becerikli. <br>9. Açıkgöz, zeki. <br> Çapkın. <br> Bir çeşit zehirli ot.AcarT.Kız1. Kuvvetli, güçlü, dinç. <br>2. Çevik, atılgan, kabına sığmaz. <br>3. Gözü pek, yiğit, cesur, kabadayı, yılmaz, <br>4. Hoş, sevimli yüzlü (kimse). <br>5. Yeni. <br>6. Taze. <br>7. Şişman, etli, semiz. <br>8. Çalışkan, becerikli. <br>9. Açıkgöz, zeki. <br> Çapkın. <br> Bir çeşit zehirli ot.AcaralpT.ErkekYiğit, becerikli, cesur kişi.AcarbegümT.KızGüzel yüzlü hanımefendi, sevimli hanımefendi.AcarbeyT.ErkekGüçlü, cesur, atılgan, becerikli kimse.AcarbikeT.Kızfunduszeue.infoükeAcarbükeT.KızGüzel yüzlü hanım, sevimli hanım.AcarerT.ErkekGüçlü, becerikli, gözü pek kimse.AcarhatunT.KızGüzel yüzlü hatun, sevimli hatun.AcarkanT.ErkekGözü pek, atılgan, cesur, nitelikli kimse.AcarkanT.KızGüzel soylu, soyu sopu güzel, sevimli.AcarkatunT.Kızbk. Acarhatun.AcarmanT.ErkekÇevik, becerikli, girişken insan.AcarözT.ErkekÖzünde yiğitlik, cesaret, doğruluk, beceriklilik nitelikleri taşıyan kimse.AcarsoyT.ErkekYiğit, güçlü bir soydan gelen kimse.

nest...

çamaşır makinesi ses çıkarması topuz modelleri kapalı huawei hoparlör cızırtı hususi otomobil fiat doblo kurbağalıdere parkı ecele sitem melih gokcek jelibon 9 sınıf 2 dönem 2 yazılı almanca 150 rakı fiyatı 2020 parkour 2d en iyi uçlu kalem markası hangisi doğduğun gün ayın görüntüsü hey ram vasundhara das istanbul anadolu 20 icra dairesi iletişim silifke anamur otobüs grinin 50 tonu türkçe altyazılı bir peri masalı 6. bölüm izle sarayönü imsakiye hamile birinin ruyada bebek emzirdigini gormek eşkiya dünyaya hükümdar olmaz 29 bölüm atv emirgan sahili bordo bereli vs sat akbulut inşaat pendik satılık daire atlas park avm mağazalar bursa erenler hava durumu galleria avm kuaför bandırma edirne arası kaç km prof dr ali akyüz kimdir venom zehirli öfke türkçe dublaj izle 2018 indir a101 cafex kahve beyazlatıcı rize 3 asliye hukuk mahkemesi münazara hakkında bilgi 120 milyon doz diyanet mahrem açıklaması honda cr v modifiye aksesuarları ören örtur evleri iyi akşamlar elle abiye ayakkabı ekmek paparası nasıl yapılır tekirdağ çerkezköy 3 zırhlı tugay dört elle sarılmak anlamı sarayhan çiftehan otel bolu ocakbaşı iletişim kumaş ne ile yapışır başak kar maydonoz destesiyem mp3 indir eklips 3 in 1 fırça seti prof cüneyt özek istanbul kütahya yol güzergahı aski memnu soundtrack selçuk psikoloji taban puanları senfonilerle ilahiler adana mut otobüs gülben ergen hürrem rüyada sakız görmek diyanet pupui petek dinçöz mat ruj tenvin harfleri istanbul kocaeli haritası kolay starbucks kurabiyesi 10 sınıf polinom test pdf arçelik tezgah üstü su arıtma cihazı fiyatları şafi mezhebi cuma namazı nasıl kılınır ruhsal bozukluk için dua pvc iç kapı fiyatları işcep kartsız para çekme vga scart çevirici duyarsızlık sözleri samsung whatsapp konuşarak yazma palio şanzıman arızası