arabam var roman havası indir / Arabam var kanatlı roman havası

Arabam Var Roman Havası Indir

arabam var roman havası indir

duyanlar duymayanlara anlatsın roman havasi mp3 indir

ARABAM VAR - İZMİRLİ ÖMER

Simge Erçakmak - Duyanlar Duymayanlara Anlatsın (Roman Havası)

ÖYLEDE GÜZELİM BÖYLEDE - KENDİME NAZAR DEYMESİN DİYE AYNAYA BAKAMIYORUM

Dj Yılmaz feat Dilşah Gücüm - Ne Yapsam Olay \\ Roman Havası

İzmirli Ömer bu kız harbi barbi

Kaşım Güzel Gözüm Güzel (Roman Havası)

İzmirli Necati & Aylin - Farkındayım

Simge Erçakmak - Duyanlar Duymayanlara Anlatsın (Roman Havası)

Kobra Show

O Şimdi Anne 🌹

Giriş: İlk Şok Aram’ı doğurduğum günün ertesi sabahı, aslında trafik kazası geçirip komaya girmişim ve uzun süre sonra ilk defa gözlerimi açıyormuşum hissiyle uyandım. Doğumun ertesi günü hissettiğin tükenmişlik hissi ve tüm vücudunu saran ağrı, doğurmak ve annelikle ilgili kimsenin kimseye söylemediği milyonlarca şeyden biri. Takip eden iki hafta boyunca, ki bu iki haftada bebeğin iki saatte bir emzirilmesi arası, iki saatlik döngülerde yemek yemeye, uyumaya, yıkanmaya ve sosyalleşmeye çalışıyordum—aynı koma sonrası hissiyle yüzlerce kez daha uyandım. Vücudum her köşesi acıyan ve rahatsız bir çuvaldı, uykusuzluktan ve kim bilir başka neden sürekli başım ağrıyordu, ruhumun nerede olduğunu bilmiyordum. “Bebeğinizin dünyadaki ilk günleri 🤗” diye pazarlanan, etrafımı saran tatlı olmaktan uzak sisin içinde, tanımadığım kendimi ve rahimdeki hayatını parlak ve yabancı dünyaya tercih ettiği her hâlinden belli olan bebeğimi odadan odaya taşıdım. Aram’ın babası beni biraz zorla hava almaya dışarı yolladığında hastaneden döneli dört-beş gün olmuştu. Haziranın sonunda, normalde bana çok sert gelen güneşin altında dünyayla yeniden buluşmak o kadar iyi geldi ki dışarıda olduğum bir saat boyunca renkleri daha iyi görebilmek için güneş gözlüklerimi çıkardım ve yeni doğan benmişim gibi etrafı izledim. Yeni anne olmuşken bebekten kısıtlı bir süreliğine ayrılmak deniz suyu içmek gibi, dışarıda geçirdiğin zaman asla yetmiyor, sınırlı sayıdaki aktiviteye yeten zaman sanki yapamadıklarını daha çok hatırlatıyor. Terazinin öteki yanındaysa insanın ruhunu ezen bir bebeği düşünme, o an sana ihtiyacı olduğuna inanma ve bundan suçluluk duyma hâli var. Aram doğalı bir yıl oldu, hâlâ onsuz her dışarı çıktığımda bu suçluluk hissiyle pazarlık masasına oturuyorum. Ve eskiden ne kadar çok zamanım olduğunu, bu zamanın hepsinin bana ait olduğunu hiç hatırlamamak bazen daha iyi geliyor. Burada önemli bir parantez açmakta fayda var: Anneler ne zaman kendi gerçeklerini anlatmaya başlasalar, dışarıdan gelen ilk refleks “öyleyse doğurmasaydın,” “senin tercihin” hatta Türkiye’de “çok şükür, bak ne güzel bebeğin sağlıklı,” tınısında oluyor. Bu aslında daha entelektüel bir düzeyde de böyle. Sevdiğim yazarlardan Rachel Cusk, kendi ilk annelik tecrübesini, edebiyattan örneklerle yan yana getirerek anlattığı “A Life’s Work”ten sonra, internet hater 'lığının şimdiki kadar yaygın olmadığı ’de bile o kadar yargılanmış ki, kitabın yeni baskısının önsözünde hâlâ bundan bahsediyor. Daha gündelik konuşmalarda ne kadar yorgun olduğundan ya da zorlandığından bahsettiğinde, özellikle bizden önceki kuşaklardan “ama gözlerine bakınca tüm yorgunluğunu unutuyorsundur,” gibi bir şey duymak da çok kolay. Elbette çocuğumu herkesten ve her şeyden çok seviyorum, bunu deneyimleyene kadar böyle bir sevginin mümkün olduğunu bilmiyordum. Ama yazının geri kalanında her söylediğimi bu gerçekle asterisk lemeye çalışmayacağım, çünkü anneliği rahatça tartışamamamızın sebeplerinden birinin de bu içselleştirilmiş konuşturmama hâli olduğunu düşünüyorum. Ayrıca anne ya da ebeveyn olmak için doğurmak gerektiği gibi bir görüşü desteklemiyorum, kendi deneyimim biyolojik annelikten ebeveynliğe uzandığı için bugün, bununla ilgili yazıyorum. İllüstrasyon: Buse Kaçar Hamilelikten doğuma, doğumdan bebek ve çocuk yetiştirmeye insanı sıkıntıdan öldürmeye ant içmiş yüzlerce kitap var ve hemen hepsi aynı “ her şey her anne ve çocuk için farklıdır” laflarıyla başlıyor, ama bir konuyu açıklığa kavuşturmak isterim. İnsan ya da hayvan, her anne ve bebek/yavru için aynı olan en az bir şey var: Önce vücudunun içinde bir vücut daha büyütmek, sonra da onu dünyaya getirmek inanılmaz bir şey. Teoride zaten inanılmaz, pratikte ise dilini yutturup kelimeleri unutturuyor. Ve ilk doğum sancısından bebeğin dışarı çıktığı ana kadar yaşadığın beden deneyimi o kadar şiddetli ki, kıyaslanabileceği çok az “deneyim” var. Bunlar, belki ağır ameliyatlar geçirmek ve tedaviler görmek olabilir. Belki cinsiyet uyum ameliyatı olabilir. İnsanlık tarihi boyunca herkes böylesi şiddetli bir deneyimle doğarken ve dünya üzerindeki varlığımızın devamını kadınların bebek doğurmasına borçluyken, bu deneyimle ilgili konuşulduğunu hiç duymuyoruz. Doğumun aslında ne olduğunu doğurana kadar bilmiyoruz. Doğumun ve doğumhanenin “modern” insanın hayatında yeri olmayan bir kokusu var, biraz misk gibi, biraz kasabı andırıyor. Doğumun uhrevi bir tarafı var, hayatın sıfır noktasına o kadar yaklaşıyorsun ki öteki taraf, “Büyük Bilinmez”, “öncesi ve sonrası”nın il sınırında, ölüme çok yakın olduğunu hissediyorsun. Doğumun, doğurmaya başlayana kadar çok tekinsiz bir tarafı var, sanki konuştuğun herkes senden bir şey saklıyor. Danimarkalı şair Olga Ravn, “Dünyada savaşa dair ne kadar çok hikâye anlatıyorsak, bir o kadar da doğum hikâyesi anlatmalıyız,” diyor . Benimle aynı zamanlarda hamile olan kadınlarla iletişim kurarken, doğum yaklaşırken herkesin farklı bir yerde durduğunu fark ettim. Doğuma kadar hiçbir şey bilmek istemeyenler de vardı, yetişkin hayatları boyunca ciddi anksiyete ve panik atak yaşadığı için (ya da anne-bebek sağlığı bağlantılı başka konulardan) vajinal doğumu hiç düşünmeden sezeryanı seçenler de. Hayatta başıma gelecekleri bilmekten genel olarak hoşlanan ben, yaklaşımına yakın hissettiğim bir ebe, Arzu Çulha ’dan bir gün süren çevrimiçi bir “doğuma hazırlık” kursu aldım. Doğuma hazırlık kursunda teknik olarak her şey anlatılıyor ve soru sorabilmek güzel, gözlemlediğim kadarıyla vajinal doğumu seçen anne adayları arasında bu kurslara katılım daha çok. Ama gerektiğinde maketlerle görselleştirilerek, vücut deneyimleri dahil edilerek, aslında başarılı bir anlatıma sahip bu kursun anlattığı doğum, doğumun kendisine dair yüzde birlik bir fikri belki veriyor. Daha “hafif” sancılarla başlayıp sonlara yaklaşırken “keşke ölsem” dedirten doğumun hissi daha çok şöyle: Yani insanlık tarihi boyunca her kadın *bu* (BU. BU! BUUUUUU. Buuu.) acıyı çekti ve çekmemiş gibi mi yaptı? Tam olarak öyle olmuş. Ve bu sebeple, insan doğururken biraz da kandırılmış hissediyor. Bu kandırılmışlık hissi yetmezmiş gibi, bir bilinmeze giderken topladığın cesaret, içerideki gücün ve sabrın insanüstü boyutları doğumhane kapılarının dışına çıktığın anda görünmez oluyor ve hiçe sayılıyor. Doğumdan bir ay sonra bir arkadaşım masada karşılıklı otururken ayağıma basıp özür üzerine özür dileyince kendimi “ben neler yaşadım biliyor musun?” diye düşünürken buldum, sonra da nasıl anlatacağımı bilemediğim ve zaten anlatmaya hâlim olmadığı için “hiç merak etme, acımadı” dedim. Ve işte annelik, geniş özet. Doğum tecrübesiyle ilgili bu kadar az fikir sahibi olmamızda, doğumun medya temsillerinin, özellikle de Hollywood’un rolü büyük. Tamamen ticarî hikâyeleştirmelerin etrafında dönen hayatlarımızda, doğumun Hollywood anlatımı, suyu gelen ve sancı içinde hastaneye götürülen kadından, ışık hızıyla birkaç çığlık atılan doğum anı ve bebeğe bir camın arkasından bakmaya zıplıyor. Gerçekte ise tüm doğumlar suyun gelmesiyle başlamıyor ve bu üç sahnenin arasında milyon tane biri diğerinden meşâkkatli an var. Doğumdan saatlerce bahsedebilirim, belki şimdilik birkaç notla doğumhaneden çıkmakta fayda var, zira annelik doğurmakla (da) başlıyor, ama orada bitmiyor. Türkiye %30 sezeryan ile Avrupa’daki en yüksek sezeryan doğum oranına sahip, Hollanda ise %30 evde doğumla en yüksek evde doğum yüzdesine. Hollanda’da sağlıklı bir hamilelik geçiriyorsanız, hamileliğiniz boyunca üç defa ultrasona giriyorsunuz, rutin kontrollerinizi ebe Türkiye’de sadece sağlık ocaklarında gördüğüm Walkman gibi bir cihazla yapıyor, hatta anne ve bebeğin sağlığı tehlikeye girmedikçe doğumu da ebe gerçekleştiriyor. Aram’dan bir ay sonra kendi çocuğunu doğuran yeni arkadaşım Ailisha’nın Hollanda’da doğurmakla ilgili sözleriyle: “Erkekler doğursaydı kimse onlara tütsü ve mum yakıp, sakin bir müzik açıp havuza girmelerini ve 12 saat sancı çekmelerini söyleyemezdi.” Bence erkekler doğursaydı bir türlü doğum off’la sokakta ve kavga ederek doğururlardı, çünkü bu gücün görünmez olması fikrine dayanamazlardı, ya da çoktan bebekler kozalarda yetiştirilip zamanı gelince “toplanıyor” olurdu. Bu da başka bir bültenin konusu. Kimse bana doğumun aslında nasıl bir şey olduğunu anlatmadı diye bozulan ben, yakın zamanda ha bugün ha yarın doğuracak hamile arkadaşıma onu neyin beklediğini anlatamadım, çünkü önünde zaten zor bir şey varken, bir de mental bir yük eklemek istemedim. Hamile birine doğumun nasıl bir şey olduğundan bahsetmek zor, onun yerine herkese doğum boyunca yanlarında bir ebe ya da doula olmasını öneriyorum. Ben doğum boyunca ve bebeğin dünyadaki ilk haftalarında yanımda İpek Yenen olduğu için şanslıydım. İllüstrasyon: Buse Kaçar Gelişme: Artçı Şok Aslında yeni anneliğin bir bilinmezlik ve kutsallık kamuflajının içinde kaybolup gitmesi sadece doğuma özgü değil, çocuk yetiştirmeye ve annenin ömrünün geri kalanına da yansıyor , hatta annelikle gelen ekonomik, sosyal ve psikolojik adaletsizlikleri yok sayma suretiyle meşrulaştırıyor. Anneleri Türkiye’dekinden daha aktif bir şekilde desteklediğini düşündüğüm Hollanda’da, yanımda çok aktif ve severek ebeveynlik yapan, ev içi emeği paylaşan bir babayla dahi bu adaletsizlik resimden çıkamıyor. Zira, kimse hamile kalmadan önce bundan sonraki hayatın boyunca sorumlu tutulacağın iş tanımını okuyup altına imza atmanı istemiyor. Tıpkı doğumun kendisi gibi, bu “kapsayıcı” iş tanımı da belirsiz, müzakereye kapalı ve olduğu gibi kabul edilmek zorunda. Anneliğin ilk yılında bebeğin hayatta kalmasından, hep tok ve altının temiz olmasına, çamaşırlarının günde en az bir kez yıkanmasına, sevilmesine ve saygıyla davranılmasına, evin az önce hırsız girmiş kadar dağınık olmamasına ve bundan sonraki tüm aile ziyaretleri/doğum günleri/özel günleri annenin planlayacağına uzanan ve Solitaire oyun sonu animasyonu şeklinde açılan bu liste, birkaç ayda bir, bebek (ve ileride çocuk) büyüdükçe sürekli güncellenip daha da uzuyor. Aynı listenin gölgesindeki ben, kâh bir gece önce, bebeğin ateşi varken saçıma yapışmış Calpol’ü emerek çıkarmaya çalışarak terapiye koşuyorum, kâh nasıl temizleyeceğimi Google’lamaya vakit bulamadığım için tezgâhın bir köşesinde bir aydır bekleyen termosuma acılı gözlerle bakıyorum. Bebek doğalı bir yıl geçti ama uykusuzluğumuz ve başımın ağrısı hâlâ geçmedi, kullandığım tüm çantaların içine Parol, tüm montlarımın cebine birer ruj koydum; solgun görünmekten bıktığım için bir elimle bebek arabasını sürerken diğeriyle de ruj sürüp inşallah daha iyi hissediyorum. Ve bir gün gündüzleri çoğu zaman sadece bebekten artan yemekleri yiyerek beslendiğimi fark edip kendimi “buraya nasıl geldim?” diye sorarken buluyorum. Anne olmadan önce, çevremdeki iki-üç yetenekli kadının annelikten sonra iyi hissetmemelerine, biraz dünyadan ellerini ayaklarını çekip sonra geri gelmelerine şaşırmıştım, çünkü benim gözümde son derece yetenekli arkadaşlarım büyük birer karar vermiş, sonra da zamanlarını yavrularını hayatta tutmaya adamışlardı (ve elbette onlardan bir yazı daha yazmalarını, bir başarılı marketing kampanyası daha yapmalarını, çok ışıltılı ve “görünür” olmalarını beklemiyordum.) Şimdiyse ne hissettiklerini anladığımı düşünüyorum. Aslında konu en az iki parçalı. Biri şu, insan çocuğuna ne kadar sonsuz bir sevgi hissederse hissetsin, anneliğin hademeliği andıran bir tarafı var. Bir bebeği beslemek, bakım vermek, parıltı ve yaratıcılıktan uzak, tekrar eden bir görevler listesi ve döngülerden oluşuyor. Çocuk bakımı ve ev içi emeğin sadece annenin alanı olarak görüldüğü mevcut şartlar altında bir çocuğun, özellikle bebeğin ihtiyaçlarına toplumdan soyutlanmadan yetebilmek imkânsız. Ancak her nasılsa insanlığın dünyadaki varlığının devamını sağlayan bu zaman ve emek, dış dünyada çoğu zaman yine görünmez, en iyi ihtimalle flu. İşleriyle görünür olmaya alışık bir anne, ucu bucağı olmayan annelik işini yaparken karşısında çoğu zaman ne yaşadığından bihaber bir kalabalık buluyor. Annelik işi taşere edildiğinde yine başka kadınlara, ya kendi annelerimize ya da göçmen kadınlara yükleniyor. Diğeri ise şu, doğurduktan sonra başka birisine dönüşüyorsun. Kendim anne olmadan önce, arkadaşlarımı bebekleri olduktan sonra ziyaret ettiğimde, sadece yorgun ya da meşgul olduklarını düşünürdüm. Şimdi o yüzün arkasında artık başka birisinin olduğunu kendimden biliyorum. Bugün olduğum insanın eskisiyle ortak ilgi alanları, yetenekleri ve tercihleri var, ama artık o kişi değilim. En yabancılaştığım anlarda bana birinin vücudunu ele geçirmiş bir ruhmuşum gibi hissettiren bu hâlin, nörolojik bir sağlaması da var: Antropologların “matrescence” diye adlandırdığı süreç, çocukluktan ergenliğe geçiş kadar inkâr edilemez bir bilişsel gelişim süreci. Dünya bebeğe odaklansa da, anne aslında bir anneyi de doğuruyor ve anne olmayı öğreniyor. Ayrıca, kadınların beyinleri doğumdan altı yıl sonrasına kadar farklı şartlar altında hiç görülmeyen bir nöroplastisite gösteriyor ve tamamen yeniden şekilleniyor. Bu fiziksel şartlar, ilk yıllardaki hormon kokteyli ve acı bir zamansızlığın kesişiminde, kim olduğunu hatırlamak biraz zaman alıyor. İllüstrasyon: Buse Kaçar Doğuma hazırlanırken okuduğum iki-üç kitabı ve bebeğin ilk altı ayında gerçekten ihtiyaç duyacağı şeyleri bulduğum, gazeteci ve internet arkadaşım Nigâr Hacızade’nin hazırladığı bir Google Doc’ta şöyle bir satır vardı: “Artık bütün anneler sizin arkadaşınız sayılır. Komşunuz, eski ev arkadaşınız, sadece Instagram’dan tanıştığınız kadınlar da. ” Az önce bahsettiğim içe kapanma ve kendini tanıyamama haline en iyi gelen bu anneler arası dayanışma network ’ü: Hamileyken kendi küçük çocukları olmasına rağmen “bir şeye ihtiyacın olursa söyle” yazmalarına şaşırdığım, bir kısmını yalnızca internetten tanıdığım diğer annelerle konuşmadan da anlaşabiliyoruz. Ve ailemizdeki anneler gibi, her zaman yaslanabileceğim bir duvar gibi oradalar. Bir benzer desteği, kendileri bilmeseler de çocukları olduğunu öğrendikçe sevindiğim kadın yazarlarda buluyorum: Margaret Atwood, Clarice Lispector, Lucia Berlin, çocuklarının da olduğundan tesadüfen haberim oldukça kafamdaki “o da anne” listesine ekleniyor. Ursula Le Guin’in çocukları var, Toni Morrison’un da, dahi yazar Olga Tokarczuk’un bile . Kafamdaki erkek yazar arketipi kendisini dünyaya çok görüp dört duvar arasında işine, araştırmalarına sarılan biriyken ve bu tiplerin bir defa bile bebeğin altını değiştirmediğinden eminken, kadın yazarların bitmez bir yapılacaklar listesine rağmen masalarının başına oturduğunu biliyorum. (Şimdilik) Sonuç: Anne (Zaten) Yorgun Yazar demişken, iki yıl önce, çocuğum yokken annelikle ilgili gelgitli düşüncelerimi yazar (ve maumau ’nun direktörü) Sine Ergün’le paylaşıp, ona “sence gezegenin mevcut çevresel gerçeklerini bilerek çocuk sahibi olmak etik mi?” diye sorduğumda “bunlar birbiriyle alakalı olmayan konular,” demiş ve şöyle devam etmişti: “B ana ben çocuk yapmayarak dünyayı kurtaracağım demek çok büyük bir ego gibi geliyor . Yani, anne olmak tam bir tanrı rolüne soyunmak olduğu için zaten büyük bir ego. Birini yaratıyorsun. Ama bu senin önerdiğin daha da büyük. Dünyayla birbirimize faydalı ve zararlı olduğumuz farklı noktalar olabilir, fakat kusura bakma Dünya’cım, bir çocuğum var.” Bugün geldiğim yerde ben de bir benzerini hissediyorum. Ve annelerin yapılanlar ve yapılacaklar listesi zaten çok uzunken, buna bir de “belki doğurmasam gezegen kurtulurdu” nun ağırlığını karıştırmamayı öneriyorum.

Tutto

nest...

çamaşır makinesi ses çıkarması topuz modelleri kapalı huawei hoparlör cızırtı hususi otomobil fiat doblo kurbağalıdere parkı ecele sitem melih gokcek jelibon 9 sınıf 2 dönem 2 yazılı almanca 150 rakı fiyatı 2020 parkour 2d en iyi uçlu kalem markası hangisi doğduğun gün ayın görüntüsü hey ram vasundhara das istanbul anadolu 20 icra dairesi iletişim silifke anamur otobüs grinin 50 tonu türkçe altyazılı bir peri masalı 6. bölüm izle sarayönü imsakiye hamile birinin ruyada bebek emzirdigini gormek eşkiya dünyaya hükümdar olmaz 29 bölüm atv emirgan sahili bordo bereli vs sat akbulut inşaat pendik satılık daire atlas park avm mağazalar bursa erenler hava durumu galleria avm kuaför bandırma edirne arası kaç km prof dr ali akyüz kimdir venom zehirli öfke türkçe dublaj izle 2018 indir a101 cafex kahve beyazlatıcı rize 3 asliye hukuk mahkemesi münazara hakkında bilgi 120 milyon doz diyanet mahrem açıklaması honda cr v modifiye aksesuarları ören örtur evleri iyi akşamlar elle abiye ayakkabı ekmek paparası nasıl yapılır tekirdağ çerkezköy 3 zırhlı tugay dört elle sarılmak anlamı sarayhan çiftehan otel bolu ocakbaşı iletişim kumaş ne ile yapışır başak kar maydonoz destesiyem mp3 indir eklips 3 in 1 fırça seti prof cüneyt özek istanbul kütahya yol güzergahı aski memnu soundtrack selçuk psikoloji taban puanları senfonilerle ilahiler adana mut otobüs gülben ergen hürrem rüyada sakız görmek diyanet pupui petek dinçöz mat ruj tenvin harfleri istanbul kocaeli haritası kolay starbucks kurabiyesi 10 sınıf polinom test pdf arçelik tezgah üstü su arıtma cihazı fiyatları şafi mezhebi cuma namazı nasıl kılınır ruhsal bozukluk için dua pvc iç kapı fiyatları işcep kartsız para çekme vga scart çevirici duyarsızlık sözleri samsung whatsapp konuşarak yazma palio şanzıman arızası

© 2024 Toko Cleax. Seluruh hak cipta.