yönet ve fethet 4 oyun cenneti / Sultan Alparslan Kimdir? Sultan Alparslan'ın Hayatı - TGRT Haber

Yönet Ve Fethet 4 Oyun Cenneti

yönet ve fethet 4 oyun cenneti

kaynağı değiştir]

Savaşan Devletler Çağı, Qin devletinin diğer altı krallığı fethedip ilk birleşik Çin devletini kurmasıyla MÖ 221'de sona erdi. Kral Çin Şi Huang, kendisini Çin Hanedanı'nın "İlk İmparator"u (Qín Shǐhuáng ya da Shǐ Huángdì) olarak ilan etti. Başta Çince karakterlerin, ölçü birimlerinin, yol genişliğinin (araba aksı uzunluğu kadar) ve para biriminin zorla standartlaştırılması olmak üzere Qin devletine ait legalist reformlar tüm Çin çapında uygulandı. Hanedan ayrıca Guangksi, Guangdong ve Vietnam'daki Yue kabilelerini fethetti.[50] Çin Hanedanı sadece 15 yıl sürdü; İlk İmparator'un sert, otoriter politikalarının yaygın isyanlara yol vermesi nedeniyle onun ölümünden kısa süre sonra Hanedan düştü.[51][52]

Xianyang'daki imparatorluk kütüphanesinin yakıldığı[e]yaygın bir iç savaş sonrasında Han Hanedanı, tüm Çin'i yöneten güç olarak ortaya çıktı. MÖ 206 - MS 220 arasında Çin'i yöneterek, kendi nüfusu arasında günümüzde yine Han Çinlisi etnik grubunun adlandırılmasıyla hatırlattırılan kültürel bir kimlik oluşturdu.[51][52] Hanlar; Orta Asya, Moğolistan, Güney Kore ve Yünnan'e kadar ulaşan askeri kampanyalarla ve Nanyue'den Guangdong ile kuzey Vietnam'ın geri kazanılmasıyla imparatorluğun topraklarını büyük oranda genişletti. Hanların Orta Asya ile Soğdiana'daki müdahaleleri, İpek Yolu'nun kara yolunun kurulmasına yardımcı oldu (bu, önceden Hindistan'a gitmek için Himalaya Dağları'ndan geçen yolunun yerini aldı). Han Hanedanı zamanla giderek Antik Dünya'nın en büyük ekonomisi oldu.[54] Hanların ilk baştaki desentralizasyonu ve Konfüçyüsçülüğün lehine Qin legalist felsefesinin uygulanmasına resmî olarak son verilmesine rağmen, Qin'in legalist kuruluşları ve politikaları Han hükûmeti ve bunun ardılları tarafından kullanılmaya devam etti.[55]

Han Hanedanı'nın sonunun ardından Üç İmparatorluk olarak bilinen, çekişmelerle dolu bir dönem başladı.[56] Bu dönemin merkezindeki şahıslar, Çin edebiyatınınDört Büyük Klasik Romanı'nın birinde ölümsüzleştirildi. Dönemin sonunda Wei, Jin Hanedanı tarafından hemen devrildi. Jin de gelişimsel olarak engelli olan İmparator Hui'nin tahta çıkmasıyla çıkan Sekiz Prens Savaşı'nda çöktü. Sonradan Beş Barbar, Çin'in kuzeyini ele geçirip bu toprakları 16 Krallık idaresi altında yönetti. Siyenpiler, bu krallıkları Kuzey Vey olarak birleştirdi. Bunun imparatoru Xiaowen, kendi öncelinin uyguladığı aparthayd politikalarını geri çevirdi ve kendi vatandaşları üzerine köklü bir Çinleştirme uygulayarak, bunları büyük oranda Çin kültürüne entegre ettirdi. Güneyde General Liu Yu, Liu Song'un lehine Jin'in geri çekilmesini sağladı. Bu devletlerin çeşitli ardılları sonradan Güney Kuzey Hanedanları olarak bilindi. Bu her iki alan, 581'de Sui Hanedanı tarafından en sonunda yeniden birleştirildi. Suiler, Han'ın Çin üzerindeki egemenliğini geri getirmenin yanı sıra Çin'in tarımını ve ekonomisini düzenledi, Büyük Çin Kanalı'nı inşa ettirdi ve Budizme mensup oldu. Buna rağmen Sui Hanedanı, hem kamu işlerin mecburi görev olarak yapılmasının hem de Kore'ye karşı savaş kaybetmenin patlak verdiği yaygın huzursuzluklar nedeniyle hızlı şekilde çöktü.[57][58]

Osmanlı Mimarisinin Şaheserler Yurdu Prizren Raif Vırmiça 5409 Osmanlı’nın Bosnası Friedrich-Karl Kıenit 5387 Türk’ün Büyük Çilesi Yavuz Bülent Bâkiler 5382 Batı Trakya'da Mahzun Türk Yurdu: İskeçe İrfan Özfatura 5310 Rumeli’nde İdealist Bir Türk Muallim: Abdülhakim Hikmet Prof. Dr. Hamdi Hasan 5137 TÜRK YURDU BALKANLAR Prof. Dr. Osman Kemal Kayra 5114 Balkanların Mâkus Talihi: Göç H. Yıldırım Ağanoğlu 5069 Balkan Savaşı’nda Son Şanlı Savunma Hattı: Çatalca Stephan Lauzan 5046 Balkanlardaki Anadolu: Kırçova İrfan Özfatura 5010 Balkan Savaşından Hazin Bir Hatıra Yüzbaşı Selahattin 5001 Tuna Vilayeti Rahim Er 4990 Türk'e Hasret Topraklar M. Ozan Semerci 4932 Osmanlının Dobrucası Nuredin İbram 4882 Osmanlı İdaresindeki Başarının Manevi Sebepleri Zekeriya Yıldız 4845 Osmanlılar Bosna’yı Nasıl Fethetti? Zekeriya Yıldız 4834 Suyun Öte Yanı Meryem Aybike Sinan 4765 Azmin Zaferi: Kanije Yavuz Bahadıroğlu 4760 Macaristan’da Türk İzleri Altan Araslı 4713 Rumeli Hasreti Hafız Hakkı Paşa 4670 Batı Trakya Nasıl Elden Çıktı? Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci 4660 Rumeli'deki Osmanlı Gâzileri: Evlâdı Fâtihân Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci 4639 Balkanlar'ın Üç Alaca Camii Rahim Er 4598 Üsküp Diyarbakır Hattı Rahim Er 4554 Dimetoka'dan Yanya'ya Taha Kılınç 4488 Fatih'in Mirası: Bosna Hersek Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil 4485 Türk Akıncıları Avrupa İçlerinde Yılmaz Öztuna 4371 Eski Vatan İbrahima Tenekeci 4329 Arnavut sadrazamlarımız Arnavut vatandaşlarımız Yavuz Bülent Bâkiler 4300 Bosna’ya Peyzaj Seyretmek, Fotoğraf Çektirmek İçin Gidilmez Ahmet Doğan İlbey 4288 Balkanlar Kuşatma Altında Prof. Dr. Ebubekir Sofuoğlu 4202 Taştan Dantel:"Poçitel" İrfan Özfatura 4144 Balkan Harbi'nde İsimsiz Bir Kahraman: Kırcaalili Murat Ağa Fuat Balkan 4133 Geçen Asrın Sonunda Bosna’da Neler Oldu? Prof. Dr. M. Şerefettin Canda 4127 Plevne Kahramanı Gazi Osman Paşa'nın Esareti Mahmud Talat Bey 4120 Unuttuğumuz Osmanlı Diyarı: Karadağ İrfan Özfatura 4067 Çıkayım Gideyim Urumeli’ne Prof. Dr. Haluk Dursun 4060 Balkanlardan 1879-1890 Göçleri Nedim İpek 4051 Rumelili Dostlarımızı Tanıyalım Ayhan Demir 4031 Rumeli’de Rus Mezalimi ve “Harmanlı Katliamı” Nedim İpek 4023 Yahya Kemal’in Kaleminden “Tarihçe-i Vak’a-i Zağra” Yahya Kemal Beyatlı 4004 Elveda Balkanlar İsmail Bilgin 3996 Bir Tabiat Ve Tarih Harikası: Mostar Zekeriya Yılmaz 3980 Unuttuğumuz Mora Türkleri Doç. Dr. Ali Fuat Örenç 3943 Yücel Şehitleri Unutulmamalı Ayhan Demir 3868 Kosova’da Türk Kültürü Prof.Dr. Ahmet Haluk Dursun 3864 Türk Çınarının Balkanlar’daki Yaprağı: Pomaklar Hakkı Dinç

Ş

u zümrüt ormanların örttüğü, berrak derelerin serinlettiği toprak parçasında kendine göre bir hayat tarzı kuran, bir kültür oluşturan bu insanlar, kimdi?Osmanlı’dan bir – bir buçuk asır önce buralara gelip yerleşmiş olan bu insanların geçmişine bir göz atalım:

Tarihçilere göre bunlar, Kıpçak (Kuman) Türkleridir. Kıpçak adı Oğuz Destanı’nda geçen “kapçak” tan gelmektedir. “Kapçak” “ağaç kabuğu” anlamındadır. Kıpçaklar, Batı Göktürklerin bir koludur. Asıl yurtları Orta Asya’daki Balkaş ile İrtiş arasındaki bölgeydi. Siyasi ve iktisadi sebeplerle batıya geç ettiler. Karadeniz’in kuzeyinde, geniş bir bölgeye hakim oldular. 1098 – 1241 yılları arasında hüküm süren Kıpçak Hanlığı’nı kurdular.

Sert mizaçlı, ciddi insanlardı. Ruslarla savaşarak Tuna ağzına kadar yayıldılar. Rusların Karadeniz kısına inmelerine mani oldular, soğuk Sibirya topraklarına adeta hapsettiler.Lehistan’a girdiler. Rus, Bizans ve Gürcistan topraklarına akınlar yaparlardı. Büyük Selçuklu ve Harzemşahlar ile münasebet kurmuşlardı.
 Kıpçak çocukları on üçüncü yüzyılda Mısır’a getirilip askeri kışlalarda yetiştirilerek Eyyübi ordusunda vazife aldılar. Ordu kumandanlığına kadar yükselenler oldu.Kıpçakların hakimiyetine, doğudan gelen Moğollar 1241 yılında son verdi.Karadeniz kıyıları, Macaristan ve Romanya’da yaşayan Kıpçakların dili Türkçe’dir. Kıpçak Türkçesi (Lehçesi) ile konuşurlardı. Kıpçakça çok yaygın bir dildi. Romen devletinin kurucusunun adı olan “Basar-aba” Kıpçakça’dan kalmadır.

İtalyan ve Alman misyonerlerin hazırladığı Codeş Cumanicus, Kıpçakça sözlük ve dilbilgisi kitabıdır. İçinde ilahiler de vardır. Kıpçak Türkçesinin çok kıymetli bir eseridir. Bu sözlük Venedik’te Saint Marcus Kütüphanesi’nde bulunmaktadır.Kıpçak, on birinci yüzyılda Müslüman olmuşlardı. Müslüman olmadan önce eski Türk inanışı olan Şamanizm’e inanıyorlardı. Şamanist idiler.

Kıpçaklar, aslında büyük bir Türk koludur. Tatarların bir kısmı, Kazaklar, Nogayar, Kırgızlar ve Özbekler, Kıpçak halkları olarak kabul edilmektedir. Özbekistan’ın doğusunda yer alan Fergana Vadisi’nde yaşayanlar, halen kendilerine “renkli, sarışın” anlamında “Kuman” demişlerdir.

Moğal baskısı ile hakimiyetini ve eski gücünü kaybeden Kumanlardan bir kol, Balkanlar’a, Rodop Dağları’nın güneyine gelip, orasını vatan edindi.Bizim konu ettiğimiz Drama civarındaki Leştan ve etrafındaki köylülerin Osmanlı’dan önceki hayat hikayesi kısaca böyledir. 

Orhan Bey zamanında Rumeli’ye ayak basan Osmanlı Devlet’inin, artık asırlar sürecek olan batı maratonu başlamış oldu. Aslında bütün Türk tarihinin özeti iki kelime ile ifade edilebilir:

I. Murat Han, Gazi Evrenos bey’i Gümülcine ve ona bağlı yerlerin zaptı için görevlendirdi. Gazi Evrenos Bey, buyruğu yerine getirdi. 1362 yılında Gümülcine ve Vardar’ı zaptetti. 

Osmanlı askeri, Balkanlar’da yayıldıkça eskiden beri orada yaşayan Türklerle (Kumanlarla) karşılaştılar. Bu buluşma, kurumuş toprak ile yağmurun kavuşup kaynaşması gibi teklifsiz, kendiliğinden ve bir o kadar da bereketli oldu. Oradaki Türkler, sanki yeniden can buldu. Bir sinerji oluştu.

Osmanlı ordusuna hiçbir yardımı esirgemeyen Müslüman Kuman Türkleri, daha sonraki yıllarda Türkiye’den buralara gelip iskân edilen Yörük Türklerine de çok yardımcı oldular.

Kumanlar, gerek Osmanlı askerine ve gerekse Yörüklere devamlı yardım ettikleri için Bulgarlar ve Sırplar bunlara “yardımcı” lakabını taktılar. Sırpça’da “pomaga” “yardımcı” demektir. “Pomaga” zamanla “Pomak” şeklinde söylendi.  Böylece, o bölgedeki Kuman Türklerinin adı “Pomak” oldu. 

Pomaklar, beş yüz elli yıldan çok süren Osmanlı döneminde, her hal ve durumda Osmanlı’ya sadıkane hizmet etmişlerdir. 
680 Rodos'da Namaz Prof. Dr.A. Halük Dursun Teknemiz tarihi limanından içeri girip demir atınca gözlerimle Rodos’un camilerini aradım, minarelerini bulmaya çalıştım. Ama hayret, Rodos’ta benim bildiğim çok cami olmasına  rağmen, şehrin siluetinde minare göze çarpmıyordu. Karaya çıkıp, öğle namazı vakti minaresiz bir caminin avlusuna girdim. Avluda turist  oldukları kıyafetlerinden belli olan insanlar dolaşıyor, resimler çekiyorlardı. Camiin açık  kapısı önünde bir adam oturmuş, gelenleri karşılıyordu. Ben de adama, yöneldim ve doğrudan,
-  ‘‘Selamün aleykum’’ dedim. Adam, hararetle selamımı aldı ve hemen arkasından  sordu:
- ‘‘Nerelisiniz?’’ İstanbul’dan geldiğimi duyar duymaz yüzündeki ifade yumuşadı ve kendini tanıttı: 
- ‘‘Ben de bu camiin imamıyım ve Gümülcineliyim.’’ Camiin ibadete açık ve cemaatin olup olmadığını, ezan okunup okunmadığını sordum. 
- ‘‘Cami, turistlerin ziyaretine  serbest, müezzin de ben de burada bekliyorum. Namaz kılacak cemaat bulursak, kılıyoruz.’’  dedi. 
Öğle namazı vaktinin geldiğini, büğün ne olacağını sorduğumda aslında sadece cuma namazlarını cemaatle kıldıklarını; ama bazen Türkiye’den ve Müslüman ülkelerden ziyarete  gelen türistlerin isteği olursa cemaatle vakit namazı da kılabileceklerini söyledi. Biz  konuşurken yeni abdest almış olduğu anlaşılan çok yaşlı bir kişi de yanımıza yaklaştı. O da  müezzin efendiymiş. Evet, artık imam, müezzin ve ben üç kişi olmuştuk. İstersek bir küçük  cemaat yapabilirdik. Bu teklifimi onlara aktardım. 
Müezzin efendi, 
- ‘‘Şimdi bir Arap geldi  abdest alıyor, belki o da kılmak ister.’’ dedi. O Arap kardeşimizi de bekledik. Sonra ben  müezzin efendiye çekinerek, 
- ‘‘Eğer mahzuru yoksa ezanı dışarıda yüksek sesle okuyup okuyamayacağını’’ sordum. Yüzüme bakıp, 
- ‘‘Müezzinin vazifesi ezan okumak, hazır cemaat  de bulduktan sonra okumaz mıyım?’’ dedi. Sonra da yaşından beklenmeyecek kadar gür bir  sesle ‘‘Ezan-ı Muhammedi’’yi Rodos semalarında yankılattı. 
Tüylerimiz diken diken olmuştu. Turistler şaşkınlıkla bizi izliyorlardı. Gümülcineli Türk bir  imam, Rodos’un yerlisi bir müezzin, İstanbul’dan gelme bir cemaat ve onlarla beraber bir  Arap. Hep birlikte namaza durduk. Arkamızdan flaşlar patlıyor, turistler geri planda bizi seyrediyordu. İmam efendi namazdan sonra uzunca bir süre Kur’an- ı Kerim okudu ve  sonunda Türkçe bir dua yaptı. Birbirimizi tebrik ederken, Arap kardeşimize,
- ‘‘Sen  nereliydin?’’ diye sorduk. 
- ‘‘Dimyatlıyım. Dimyat’ı bilir misiniz?’’ dedi. Aman Allah’ım,  Dimyat’ı bilmez miyiz?.. Hem de Rodos’ta, Dimyat’ı bilmez miyiz?..
Osmanlı, Rodos’a sefer yapacağı zaman donanmanın bir kısmı Mısır’ın Dimyat Limanı’ndan, diğer kısmı da İstanbul’dan sefere çıkardı. Aman ya Rabb’im şu işe bak! Aradan yüzlerce yıl geçmiş, şimdi Rodos Camii’nde iki Müslüman cemaat olmuş. Biri Dimyatlı biri de İstanbullu...
Ben ki, Kızıldeniz’den Adriyatik’e kadar Osmanlı coğrafyasını dolaşmış ecdad yadigarı nice  mabedde namaz kılmışım. Hatta sadece camide değil, Tuna kıyısında, Estergon Kal’asının  burcunda bile namaza durmuşum. Fakat şu Rodos’taki namaz var ya, Rodos’taki cemaatin  havası var ya bir tarihçi olarak bana neler yaşattı; beni nerelerden nerelere götürdü...679 Balkan Harbinde Bulgarların Türkleri Hıristiyanlaştırma Politikası Prof. Dr. Justin McCarthy Balkan savaşları boyunca Bulgarlar, zapt ettikleri bölgelerin halklarını zorla Bulgar Ortodoks Kilisesine bağlamak politikası güttüler. Müslümanlar için din değiştirmek çok daha zordu. Bir Türk Müslümanı dinini değiştirmekle atalarını reddetmiş oluyor, âdetlerinin birçoğundan vazgeçiyor, eski diniyle birlikte etnik kimliğini ve ailesini de inkâr etmiş oluyordu. Vaftiz edilmek, inançlı bir Müslümanın nazarında, sonsuza dek lanetlenmek demekti.  Bu sebeple Müslümanların din değiştirmesi tamamen zora dayanıyordu. Yahudi ve Müslümanların 15. yüzyılda İspanya'da başlarından geçtiği gibi, Balkan Müslümanları da zorla din değiştirmek ihtimalinden kurtulmak için ellerinden geleni yaptılar. Elbette en çok başvurdukları çare kaçmaktı, fakat Bulgar birliklerinin gerisine düşmüş olanlar, dinini değiştirmekle ölüm arasında seçim yapmaya zorlanıyorlardı. Bulgarlar birçok Türk'ü dinini değiştirmeye zorladılar. Mesela Eski Kavala'nın bazı yörelerindeki zorla din değiştirtmek gayretleri, Türklerin kitle halinde Kavala şehrine göçmesine sebep oldu. Osmaniye'de ise sadece dinini değiştiren Türkler ölümden kurtuldular. Bulgarların dinini değiştirmeye özel gayret gösterdiği topluluk ise Rodop Dağlarında yaşayan Pomaklar oldu. Pomaklar yüzlerce yıl önce İslamiyet'i kabul etmiş, Slav dili konuşan Müslümanlardı. Fakat Bulgar komşularıyla ortak olan âdetlerinin çoğunu muhafaza etmişlerdi. Onları, Bulgar kimliğinden ayıran sadece İslamiyet olduğuna göre, din değişimine zorlanmak için adaydılar. Pomak halkını Hristiyanlığı kucaklamaya teşvik etmek için" Pomak köylerine silahlı asker ve komitacılar eşliğinde Bulgar Ortodoks papazları yollandı. İşte din değiştirtmek için kullanılan yöntemlerden birisi: Maléche yaylasındaki Pechtchévo'da özel bir komite kuruldu. Bu komitenin başkanlığına Bulgar kaymakam yardımcısı Chatoyev getirildi. Üyeleri arasında Bulgar okulların müdürü John İngilisov ve kaymakam yardımcısının kardeşi olan Papaz Chatoyev bulunuyordu. Bu komite, Maléche'nin bütün Müslümanlarına Hristiyanlığı kabul ettirmekle görevlendirildi. Eski mavzerler ve sopalarla silahlandırılan yerli halktan 400 köylü, bu komitenin emriyle, komşu köylerdeki Türklere saldırıp onları zorla Verovo'daki kiliseye tıktılar. Bu insanların hepsi, hapsedildikleri kilisede vaftiz edildiler. İşte bir başka örnek: Müslümanlar gruplara ayrıldılar. Bu grupların her birine, genellikle Bulgar tarihinde veya kilisesinde önem arz eden değişik isimler, vaftiz isimleri olarak tahsis edildi. Sonra bir piskopos yardımcısı {exarchist} bu grupların birinden diğerine dolaşarak, eşi emsali görülmemiş biçimde Hıristiyanlığın temel ilkelerini henüz öğrenmekte olan öğrencilerini birer birer önüne çekerek, bir eliyle alınlarına kutsal sudan serpip onları diğer eliyle ağızlarına soktuğu sosisi ısırmaya zorladı. Kutsal su vaftiz olunduğunu işaret ediyordu, sosis ise bu insanların Müslümanlığı inkâr ettiğini; çünkü Kur'an domuz eti yemeyi yasaklar. Din değiştirme töreni, ellerine tutuşturulan bir belgeyle son buluyordu. Fiyatı 1-3 Frank arasında değişen bu belge, İsa'nın vaftiz oluşunun resmi ile süslenmişti. Bugün Trakya'dan gelen bir arkadaşım bana, Makedonya'da gördüklerimin aynısının orada da yapıldığını söyledi ve yanında getirdiği iki adet vaftiz belgesini gösterdi. Arkadaşım bana, dini değiştirilen erkeklerin fes takmayı bırakmaya ve kadınların da sokakta yüzü açık olarak dolaşmaya zorlandığını da ilave etti.[1] Pomaklar ve Türklerin kendi dinlerine bağlılığı devam ettiğine göre, bu zoraki din değiştirmelerin uzun vadede başarılı olduğu söylenemez.
[1] Times gazetesinin Atina muhabirinin, 21 Ağustos tarihli mesajı (Carnegie, s.155 ve 156’da yayınlanmıştır).  675 Osmanlılar Balkanlardan Çekilirken… Jerome ve Jean Tharaud Fransız gazeteci Jerome ve Jean Tharaud kardeşler, 1912 Balkan Savaşı sırasında, Aynaros Manastırlık Cumhuruyeti’nin başkenti Karyes’de idiler. Yunan ordusu bölgeye geliyor, Osmanlılar ise burayı terk ediyordu. Fransız gazeteciler burada yaşayan ortadoks Hristiyan ihtiyarları ve Osmanlı kaymakamından duyduklarını şöyle dile getiriyor:

“Bu akşam ihtiyarlar korosunu ateşli bir sabırsızlık sarmış. Yunan ordusu Selanik’e girdi! Donanma yakınlarda bir yerde! Yoksa gelirken Kunduriotis’in gemilerini mi gördüm? Yakında Aynaroz’a varacaklar mı? Esir dağ bugün mü yoksa yarın mı kurtarılacak? Birkaç gün içinde, birkaç saat içinde, beş yüz yıllık Türk egemenliği korkunç bir kabustan ibaret kalacak. ‘Beş asır!’ diye bağırıyor. Dini Meclis’in başkanı ve o esnada beni daha iyi ikna etmek için büyük değneğiyle yere vururken yüzü soluk pembe bir parıltıyla aydınlanıyor.

‘– Beş asırdır acı çekiyoruz! Bu kutsal toprağın, Juda ile beraber dünyanın en kutsal toprağının bir Osmanlı memurunun idaresi altında olmasının ayıbını taşıdığı beş asır! Bu Kutsal Dağ’ın Muhammed’e  haraç ödediği beş asır!.. Ama Bakire Meryem bizi korudu. İmtihan olma vaktimiz sona erdi. İslam’ın hakimiyeti bitti. Hristos Kazandı! Böyle olması gerekiyordu beyler! Ve onun gücüne bakın: Beş yüz yıl süren köleliği silmeye bir saat yetti!’

Bu düşünceyle ihtiyar keşişin yüzü bir tür vecd ile aydınlanıyor. Divanda oturan diğer yaşlılar, tasdik etmek için başlıklarını sallıyorlar ve gözlerinde parıldayan ümit ışığı bütün o yüzlere bir sarhoşluk ifadesi ve ağarmış sakallara hafif bir ahiret mutluluğu veriyor.

Hür olacaklar, bundan sonra daima azat edilmiş olacaklar! Peki ama kimden, Tanrım! Kutsal Dağ’daki varlığının bile hakaret addedildiği ve benim gidip konseyin çıkışında göreceğim meşhur Osmanlı yöneticisinden!

Ve ben, geçen gün Dulcigno kumsalında müezzinin okuduğu ezanı dinlediğim gibi burada bu kaymakamı ve daha sıradan ama onun da kendince bir asaleti olan şikayetini dinliyorum…”

Konuşmasının anlamı aşağı yukarı şöyle:

“Bakın bana. Yeteri kadar sefil miyim! Sultan’ın hâkimiyeti bu yörelerde sadece benim gibi zavallı sefiller tarafından temsil edildi! Etrafınıza bir göz atın; şu binlerce dindarı görün; manastırlarını ziyaret edin, onları bizzat kendiniz sorgulayın. Gerçekten şikayet edecekleri ne var ki? Onların kurallarına dokunduk mu, topraklarına el koyduk mu, haç çıkarmalarını yasakladık mı? Yüzyıllardır sürüp giden anayasalarında herhangi bir değişiklik yaptık mı?.. 

Batı’da hep söylenir. Türkler çok aşırı fanatiklerdir diye! İyi de hangi halk, sorarım size, hangi fatih burada yaşayan zavallı insanlara daha çok insanlık, hoşgörü ve dini müsamaha gösterdi? Bizim hukukumuz altında, Bizans imparatorlarının hukuku altındaki kadar hür, hatta daha da hür yaşadılar. Daha uzağa gitmeyelim, bizim egemenliğimiz altındayken, sizin Fransa’daki keşişlerinize, Avusturya’daki Katolik keşişlere ve şu çok Hristiyan İspanya’nın keşişlerine verdiğiniz sıkıntıdan yüz kez daha az sıkıntı çektiler… Haydi oradan mösyö! Onlar bizi arayacaklar. Yunan, Rus, Sırıp, Romen, Bulgar bütün bu keşişler birbirlerinden ölümüne nefret ediyorlar. Onları birleştiren yegane bağ, islam’a duydukları nefrettir. Biz buradan gittikten sora, birbirlerini yiyecekler. Ve bu bizim intikamımız ve haklılığımızın teyidi olacaktır, şayet buna ihtiyaç duysaydık…”

Kaymakam işte böyle söylüyor. Ve acaba haklı mı? Ama sözleri o kadar boşuna ki! O konuşuyor, ama donanma da yaklaşıyor. Mesele bu, inkar etmek mümkün değil. Ve günün birinde bugün olanın olması gerekmiyor muydu? Ne cevap vereceğimi bilemiyorum. Ona, İslam’ın bu evladına, artık kabullenmek zorundasınız demek bana mı düşüyor? O ise bunu benden daha iyi biliyor. Giderken, eliyle yerden bir avuç toz alarak kalbinin üstüne götürmek tarzındaki hoş selamını veriyor.

– Elveda mösyü, gezintinizin sonunda tekrar Karyes’ten geçerken beni artık göremeyeceksiniz.

Altında bütün bir alemin sona erişinin titreşimleri duyulan bu son derece sade sözler şüphesiz insanoğlunun bu en zarif veda hareketi, yüreğimin derinine işliyor. Ve birden bu zavallı memur, mağlub olmuş, güçsüz ve boyun eğilmiş asil Türkiye’nin bir hayali gibi görünüyor gözüme…

Ondan ayrılıyorum; O bu mavi odada daha kaç sigara içecek Yukarıda beş asırdır dalgalanan İslam’ın bayrağı daha kaç saniye akşam rüzgarında titreyecek?...
674 Rumeli'de İlk Türk Cumhuriyeti Ayhan Demir OBatı Trakya’nın yiğit evlatları, Karadağ, Bulgaristan, Sırbistan ve Yunanistan’ın hep birlikte Osmanlı Devleti’ne kefen biçtikleri, 1878-1920 yılları arasında dört Türk Hükûmeti kurdular.  Bu hükûmetlerin ilki, Rodop Türkleri Hükûmetiidi. 1878’de Çirmen Kasabası’nda kurulan bu hükûmet, 20 Nisan 1886’ya kadar yaşayabildi.  İkinci hükûmet, Batı Trakya Geçici Hükûmeti’nin (Garbî Trakya Hükûmet-i Muvakkatesi)idi. 31 Ağustos 1913’te kurulan bu hükûmetin ömrü, sadece 55 gün oldu. Fakat çok önemli işlere imza attı. 15 Ekim 1919’da Fransız himayesinde kurulan Batı Trakya Hükûmeti ise 23 Mayıs 1920’ye kadar devam etmişti. Yunanlıların idareyi ele almasından sonra Hemetli Köyü’nde kurulan dördüncü hükûmet dekısa ömürlü oldu. Fakat bu hükûmette Harbiye Vekili olarak görev alan Yüzbaşı Fuat Balkan, Yunanlıların başına olmadık işler açmıştı. Fuat Balkan’ın başarılı işlerini bir başka yazıya bırakıp, Batı Trakya Türk Cumhuriyeti’ne geri dönelim.   Osmanlı’nın Balkanlar’dan çekilmesi, diğer yerel Müslüman unsurlar gibi, Batı Trakya’daki ahaliyi de sahipsiz ve savunmasız bıraktı. Yunan ve Bulgar çeteleri, meydana gelen boşluğu yağma ve katliamlar eşliğinde, ‘fırsata’ dönüştürme gayretine girdiler. Bulgarlar, Birinci Balkan Harbi’nde, her ne kadar Çatalca önlerine kadar gelseler de, sonrasında işin şekli değişti. İkinci Balkan Harbi’nde, Balkan devletlerinin menfaat çatışmaları, Osmanlı birliklerine nefes aldırdı.  Edirne, Kırklareli ve Meriç Nehri’ne kadar olan topraklar, 23 Temmuz 1913’de geri alındı. Fakat Meriç’in batı yakasında kalan ve yüzde 85-90’ı Batı Trakya Türk’ü olan nüfusun durumu düşündürücüydü.  Yapılacak tek şey, bölgenin yönetimini yeniden ele almaktı.  Yeni hükûmetin temelleri, Koşukavak (16 Ağustos), Mestanlı (18 Ağustos) ve Kırcaali’nin (19 Ağustos) geri alınıp, yerel hükûmetler kurulmasıyla atıldı. Gümülcine de (31 Ağustos) geri alınınca, Batı Trakya Geçici Hükûmeti (Garbî Trakya Hükûmet-i Muvakkatesi)hayata geçirildi. Başkenti Gümülcine Başkenti Gümülcine olan Batı Trakya Türk Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı’na Hoca Salih Efendi ve Genelkurmay Başkanlığı’na Piyade Kurmay Binbaşı Süleyman Askeri getirildi. Yönetimde, 9 kişi daha yer alıyordu. Fakat asıl yetkili, Süleyman Askeri’de idi.  25 Eylül 1913’de tam bağımsızlığını ilan eden Batı Trakya Bağımsız Hükûmeti (Garbî Trakya Hükûmet-i Müstakilesi), Güneybatı Kafkas (Kars) Cumhuriyeti’nden 5 yıl ve Türkiye Cumhuriyeti’nden 10 yıl önce olmak üzere, tarihteki ilk ‘Türk Cumhuriyeti’ unvanına da sahip oldu.  Gelişmeleri yakından takip eden Atina yönetimi, Osmanlı’nın Bulgaristan ile yakınlaşmasını engellemek adına, 2 Ekim 1913’de Batı Trakya Türk Cumhuriyeti’ni tanıdı ve Dedeağaç’ı geri verdi.  Sofya yönetimi de, Batı Trakya Türk Cumhuriyeti’ni hızla tanıyarak Yunanistan’a cevap verdi. Ayrıca Sırbistan, Karadağ, Avusturya-Macaristan, Arnavutluk ve İtalya da bu hükûmeti tanıdı. Fakat Osmanlı Devleti, Batı Trakya Türk Cumhuriyeti’ni tanımadı. Hükûmet, ilk iş olarak devletin sınırlarını belirledi: Doğuda Meriç, Batıda Makedonya, Kuzeyde Bulgaristan ve Güneyde Ege Denizi olmak üzere bütün Batı Trakya… Böylece, bugün Yunanistan ile Bulgaristan sınırlarında kalan, Kırcaali, Ortaköy, Mestanlı, Gümülcine, İskeçe, Dedeağaç, Koşukavak ve Mestanlı yeniden Türk toprağı oldu. Bütün resmi binalara, yeşil-beyaz-siyah zemin üzerine hilal ve üç yıldızlı bayrak çekilmişti. Süleyman Askeri’nin kaleme aldığı bir milli marş da vardı: “Şanlı şehitlerin sarılmış kurtuluş bayrağına / Bu ne ulvi şereftir gömülmek ecdad toprağına / Yurtta hürriyetin, istiklalin rüzgarı esiyor / Kahraman mücahitler şu pis esareti deviriyor.” Devletin, 6 bini Osmanlı neferi olmak üzere, 30 bin askeri vardı. İstanbul’dan, 3 bin tüfek ve 500 sandık mermi de getirilmişti.  Ekim ayında devlet bütçesi hazırlandı, gümrük kapıları kuruldu, pasaport uygulamasına geçildi. Bağımsızlık nişanesi olarak basılan Cumhuriyet pulları sonrasında, Yunan ve Bulgar posta pulları tedavülden kaldırıldı. Ne var ki, bütün bunlar devletin devamlılığını sağlayamadı. Osmanlı Devleti ile Bulgaristan arasında imzalanan İstanbul Anlaşması (29 Eylül 1913), ilk Türk Cumhuriyeti’nin idam fermanı oldu. Batı Trakya Türk Cumhuriyeti, Edirne’nin Osmanlı’da kalması karşılında, 25 Ekim’de feshedildi. Müslüman Türk kuvvetleri, gözleri yaşlı, geri çekildiler. Sonrası, hepimizin malumu...   Bütün bunları neden anlattık?..  “Atalarımızın destanları, bebek uyutmak için değil, adam uyandırmak içindir!” 673 Balkanlar’da Sırp Zulmü Aziz Üstel Bize karşı uygulanan toplu katliamlar o kadar çoktur ki… Yıl 1804’tür. Başkaldıran Sırplar, Kara Yorgi diye birini reis seçer. Kara Yorgi’de Sırp Millet Meclisi (Skupçina) toplar. Meclis Kara Yorgi’ye, Sırp bağımsızlığını sağlayıncaya değin Osmanlıyla savaş yetkisi verir. Kara Yorgi, aslında bildiğiniz yol kesen, adam kaçırıp fidye isteyen, gözüne kestirdiği genç kızların ırzına geçen, Avusturya ordusunda da bir dönem askerlik yapmış bir eşkiyadır. Yeniçerilere karşı vur-kaç yöntemleri uygular, “Padişahın sadık bir kulu olduğunu” ilan ederek bir ara, yeniçeri dayılarından yaka silken Müslüman milletinin bile desteğini sağlar. Kara Yorgi ve tayfasının asıl marifeti Rus’un Eflak ve Boğdan’a girmesiyle başlar. Drimna’yı geçen Sırp eşkiya, Yadar, Rodiyavana derken Kuzey Bosna’daki Böğürtlen Kalesinde bulunan Müslümanların topunu hunharca öldürür,çoğunu kazığa oturtur. Bunların arasında kadınlar yaşlılar ve çocuklar da vardır. Bu sırada Karadağ ve Sırbistan’da yaşayan çok sayıda Müslüman Bosna’ya sığınır. İlk başlarda Kara Yorgi’yi dost sanan Müslümanlar, gaddarlığı görünce Bosna’da örgütlenip direnişe geçer. Travnik’te toplanarak Vali Mehmet Hüsrev Paşa’ya, Bosna’yı ve dinlerini sonuna kadar savunacakları konusunda yemin ederler. Bu yemine de bağlı kalırlar ama binlerce Müslüman öldürülmüş, binlercesi de topraklarından sökülüp göçe zorlanmıştır... Yunan mezalimine hiç girmiyorum sadece ünlü tarihçi W. Allison Phillips’in şu sözleri bile yeterlidir Yunan’ın Türk ve Müslümanlara uyguladığı katliamı anlatmak için: “Yunanistan’da Türk ve Müslümanları telef edilmesi savaş zamanının  olağan telefatı değildir. Müslüman Türklerin hepsi, kadınlarla çocuklar dahil, Yunan çetelerince dağa kaldırılıp öldürülüyordu. Sadece güzel genç kızlarla, parlak oğlanlar köleleştiriliyordu.” Onun için ikide bir kalkıp “Yahu biz de az çektirmedik onlara....Osmanlı dediğin habire zulmetmiş, talana soyunmuş... Başka ne yapmış ki!” cehaletini ve yobazlığını bir yana bırakın da Tahmiscizade Mehmed Macit’in “Girit Hatıraları” adlı kitabından şu satırı okuyun önce: “Türklere ait koyun sürülerinin yayıldığı yeşil otlakların arasında neşeyle akıp giden derelerin fısıltılarında, acımasız Girit palikaryalılarının öldürdüğü, diri diri yaktığı Türk kızlarının, beşikteki yavruların yürekleri dağlayan iniltileri bugün hala dağlarda, ormanlarda yankılanıyor...” Eğer bulursanız Şeyh Müşir Hüseyin Kaydavi’nin İslam’a Çekilen Kılıç (İstanbul Matbaası 1919)  adlı kitabını okuyun lütfen...672 Balkanlar'da Osmanlının Çekilişinden Katoliklerin Büyük Endişesi Jerome ve Jean Tharaud 1912 Balkan Savaşı sırasında, Fransız gazeteci Jerome ve Jean Tharaud kardeşler, Osmanlının bölgeden çekilmesiyle hakimiyetin Ortodokslara geçeceğini, her yerde kuralları Ortodoksların koyacağını, bundan dolayı Türklerin gittiğine pişman olacaklarını, çünkü Sultan'ın hakimiyeti altındayken sahib oldukları hoşgörüyü artık bulamayacaklarını ifade ederek günlüklerine şöyle devam ediyorlar: Doğu dünyasının bütün Katolikleri, Türklerin bozgununa üzüntüyle şahit oluyor. Sicilyalı cahil bir papazın cesaretli ve içten duyguları aslında gelecek korkusunun işareti; Ortodoksluğa karşı duyulan nefreti, bu derin endişeyi dile getiriyordu. İşte, size İstanbul'dan, bir Hristiyan okulundaki görevli papazdan o sırada gelen ve daha geniş ifadesini bulan mektubu hiç değiştirmeden aktarıyorum: “…Sevgili ebeveynlerim, sizler beni çok Türksever buluyorsunuz. Nasıl olmam ki! Türklerin arasında yirmi üç yıldır yaşıyorum, bu milletin ruhunu, yüreğinin vasıflarını, büyük hoşgörüsünü, Tanrı'ya büyük inancını, otorite ye saygısını, yiğitliğini, vatanseverliğini anlamaya başlıyorum. Fransa'daki bütün gazeteler haçın hilale karşı duruşundan bahsediyor olabilirler, ama o haçın ne kadar Yunan olduğunu söylemeyi unutuyorlar. Ve gerçekten de yıllardır Türklerin, din adamlarımıza Fransa'nın esirgediği ekmeği verdiğini ziyadesiyle unutuyorlar. Satılmış ya da yanlış bilgilendirilmiş basının yalanlan bunu asla değiştiremeyecektir. Türkler askerce savaşıyorlar, Balkanlılar haydutça... Gazeteler Türk zulmünden bahsediyor olabilirler ama Ortodoks devletlerin zulümlerinin yanında, Türklerinkinin esamesi bile okunmaz. Selanik'ten ve Sakız Adası'ndan kardeşlerimizin yazdığı ve ebeveynlerinin okullarımızda okuyan, çocuklarına gönderdikleri mektuplar, Hristiyan olduklarını iddia eden bu küçük ülkelerin sözde medeniyetine örnek teşkil edecektir. Türkiye'de yerleşik çok sayıda din adamı, Cizvit, Lazarist, Kapüsen, Fransisken, gazetelerimizin Türk karşıtı kampanyasını beğenmiyorlar ve ileride bu bölgelerde dinimizin gelişimine engel teşkil edeceğini görüyorlar. Slavizmin girdiği yerde Katolikliğe savaş açılıyor. Bulgarlar Tanrısız bir halktır, Yunanlar hırsız, baştan çıkmış, ikiyüzlüdürler ve dini inançları yüzeyseldir. Sırplara gelince, bizim kültürümüzü kendi ülkelerinde yasaklıyorlar. Bütün Sırp ülkesinde, biri Belgrad’taki Avusturya hastanesinde olmak üzere sadece iki Katolik papaz var. Sofya'da, din kardeşlerimiz gettolarda yaşayan Yahudiler gibi özel bir mahallede yerleşmişler. Yunanistan'da her türlü tacize tabi tutuluyorlar. Katolik ve Ortodoks ayrı ayrı olayların kurulduğu Karadağ'da da tedirginlik yaşanıyor. İşte size Balkan ittifakının meşhur kurtarıcı hap! Bütün bu dinden sapmalar Kutsal Ruh'a karşı işlenmiş günahlardır. Onlar annelerinden süt emerken Katoliklerden ve özellikle Latinlerden nefreti de emmişler...” Kaynak: İşkodra’da Savaş671 11 Temmuz.. İnsanlık Tarihinde Kara Bir Leke... Mehmet Koçak Kimileri aç ve susuz bırakılarak, kimileri öldürülüp Peruçats Gölü’ne ya da Drina Köprüsü’nden nehre atılarak, kimileri kendi evlerine hapsedilip topluca yakılarak, kimileri tecavüz edildikten sonra kurşunlanarak, kimileri...
Kısacası akla hayale gelmeyecek kadar vahşi işkencelerle katledildiler.
İşte her 11 Temmuz’da değil, 11 Temmuz’u hatırladığım her zaman burnum sızlar, gözlerim yaşarır, acılarım depreşir, duygularım kin ve nefrete dönüşür.  İçime sığmaz olurum, dua ederim, lanet okurum.
Bu kinim ve nefretim; bu insanlık faciasını gerçekleştiren sadist ruhlu Sırp canilere olduğu kadar, buna zemin hazırlayan ve müsaade eden Birleşmiş Milletler-GK, NATO, AB gibi kuruluşlar ile ABD öncülüğündeki Batı emperyalizminin uygulayıcılarınadır.
Çünkü:
8372 Müslüman Boşnak’ın sistematik bir şekilde katledildiği Srebrenica, 16 Nisan 1993’te Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararıyla “güvenli bölge” ilan edilmişti. Bu kararlarına sahip çıkmadılar ve “küresel sistem”in Balkan politik çıkarları uğruna o kanlı cehenneme bilerek müsaade ettiler.
Kadın, yaşlı, hasta, çocuk, bebek demeden soykırım gizli değil, tüm dünyanın gözleri önünde gerçekleşti.
Her ne kadar egemen güçlerin güdümündeki “Lahey Savaş Suçluları Mahkemesi” bir tiyatro olsa da, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana, Avrupa’da gerçekleşmiş en büyük toplu insan kıyımı olan Srebrenica vahşetinin “SOYKIRIM” olarak kabul edilip hukuksal olarak tescil edilmiş olması bakımından önemlidir.
Fakat bütün bunlar içimizdeki acıyı dindirmeye yetmedi, yetmez...
Çünkü; yüreklerimizin parçalanmasını önleyemedi, kalplerimizdeki burukluğu gideremedi, zihnimizdeki fotoğrafı silemedi, zulmün dehşetini unutturamadı.
Bugün 20. yılında Srebrenitsa Soykırımında şehit düşenleri rahmetle, minnetle yâd ederken, bu vahşetin canilerini ve bu canilerin önünü açanları, onlara destek verenleri binlerce kere lanetliyorum.
Ey Srebrenitsa! Sen içimizdeki dinmeyen acının adısın. Seni unutmadık, unutmayız ve asla da unutmayacağız.
Rusya’nın vetosu ve Batılıların timsah göz yaşları..
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde (BMGK) bir kınama metni oylandı. Oylama sonucunda 15 Güvenlik Konseyi üyesinden 10’u Srebrenitsa katiamını soykırım olarak tanımlayan ve kınayan metni onayladı. Çin, Venezuela, Angola, Nijerya çekimser oy kullandı. Konseyin daimi üyesi Rusya ise metni veto etti.
Elbette Rusya vetosunu kınıyorum ama bu metni hazırlayıp sunan Batılı ülkelerini de aynı derecede kınıyorum. Çünkü asıl onlar bu vahşetin baş sorumlularıdır. Şimdi ise her zaman yaptıkları oyunu tekrarlayarak çirkin yüzlerini gizlemek için timsah gözyaşları döküyorlar.
Kınamak yetmez. “Küresel güçler” yaptıkları ihaneti kabul edip önce özür dilemeli sonra ailelerine tazminatlar ödenmeli ve daha sonra Bosna Hersek’teki kirli ve çıkarcı politikaları ile Müslümanları asimile etme girişimlerine son vermelidirler.
“Srebrenica Soykırımı” konusunda siyasilerimizin ortak tavrını kutluyorum.Başbakan Sayın Davutoğlu’nun 20 anma merasimine katılmak üzere Türkiye adına katılıyor olması takdire şayan bir olaydır. 
Başkanı İsmet Yılmaz’ın  yönettiği  TBMM’de mecliste 4 siyasi parti temsilcileri  söz alarak  Srebrenitsa Soykırımı’nı kınadı. Bu gün yapılacak anma törenine yine tüm partilerin katılma kararı almış olması çok anlamlıdır.
Böylece HDP ilk defa bir ortak tavra katılmış oldu. Dileriz bu olumlu tavrını sürdürerek terör örgütü ile de alınacak kararlara benzer yaklaşımın içinde olur.
Srebrenitsa’yı düşünürken bugüne bakıyorum...
“İnsanlık Tarihinde Kara Bir Leke Srebrenica Soykırımı” adlı kitabın o günleri düşünen yazarı olarak bu günlerde yaşananlara bakıyorum. Görüyorum ki; insanlığın unutulduğu bu tip facialardan ders çıkarılmadığı gibi gafletten kurtuluşa, uykudan uyanışa doğru bir yönelme de yoktur. En büyük dersi alması gereken İslam dünyası, beklenen uyanışı ve dirilişi gerçekleştiremediği gibi, etrafını kuşatan ihanet çemberini kıramamıştır. Maalesef kendi içinde Srebrenica’yı yaşayarak ibretlik durumlara düşmüştür.
Çünkü sığındığı kavramlarla kurtuluşa ereceğine inandığı gibi o beynelmilel kuruluşlara hâlâ güvenmeye devam ederken, gerçekte ise intihar ettiğinin farkında bile değiliz.
Bunca vahşet, bunca katliam, bunca zulüm, nasıl anlatılabilir bilemiyorum? Hâlâ Srebrenica ve Hocalı soykırımlarını anlayamamışız. Öyle acınası bir haldeyiz ki; Doğu Türkistan’da, Filistin’de, Keşmir’de, Suriye’de, Irak’ta tezgâhlanan emperyalist güçlerin oyununu göremiyoruz ya da görmek istemiyoruz.
Maalesef şer güçlerin entrikalarına oyuncak olduk, birbirimize düştük, yılgın, bitkin ve biçareyiz. Rabbim içinde bulunduğumuz şu mübarek günlerin hatırına bizi kurtuluşa erdirsin, ufkumuzu açsın, irademizi güçlendirsin, gafletten uyandırsın, aklımızı kullanmayı lütfetsin. Âmin...670 Yunan Mezalimi: Çamerya Soykırımı Ayhan Demir Osmanlı Devleti’nin Balkanlar’dan çekilmek zorunda kalması, Boşnaklar ve Arnavutlar için de göç, sürgün, tecavüz, katliam ve soykırım dolu yılların başlangıcı oldu.  Srebrenitsa Soykırımı, bu acıların en büyük ve en bilineni olsa da, ne ilk, ne de tektir. Sırp ve Karadağlı Çetniklerin Plav, Gusinye, Şahoviçi ve Syeniçe’deki diğer katliamları da hâlâ hafızalardaki yerini koruyor. Bir de Yunan mezalimi, Çamerya Soykırımı var.  Birçok kişinin adını bile bilmediği Çamerya’da, binlerce Arnavut kardeşimiz, sürgün, tecavüz, soykırım ve asimilasyona maruz bırakıldı, bırakılıyor. Arnavutluk’un güneyi ve Yunanistan’ın kuzey batısını kapsayan Çamerya’daki hızlı nüfus değişimi bile, olan ve bitmeyeni izah için yeterli.  Çamerya nüfusu, 1908’deki Osmanlı sayımına göre, 73 bin kişiydi. Nüfusun yüzde 92’si Arnavut, geri kalanı Yunan, Ulah ve Çingene idi. Birinci ve İkinci Dünya Savaşları öncesinde bu oran yüzde 84’e geriledi. (Çamerya Soykırımı, Berna Türkdoğan Uysal, Sayfa 74) Yunanistan, nüfus dengesini değiştirmek ve Arnavutları asimile etmek adına, birçok girişimde bulundu. Arnavutların yoğun olduğu bölgelere Yunan, Ulah ve Çingeneleri yerleştirdi. Arnavutça yasaklandı ve yerleşim yerlerinin adları Yunanca’ya çevrildi. Mülklere el konuldu, camiler kapatıldı. Keyfi tutuklama, sürgün ve sınırdışı etmeler gerçekleştirildi.  Baskılardan bunalan yaklaşık 85 bin Çameryalı Arnavut, 1923’teki Türk-Yunan Mübadelesi’nde, Anadolu’ya göç etti. (Çamerya Soykırımı, Sayfa 69) Buna rağmen istediğini elde edemeyen Yunan polisi, 1941’de Çamerya Arnavutlarının lideri Davut Hoca’yı şehit etti.  İkinci Dünya Savaşı ve İtalyan işgali öncesinde, Arnavutlar da Yunan Ordusuna dahil edildi. Fakat cepheye değil, amele taburlarına gönderildiler. İtalyan işgali esnasında, 14 yaşın üzerindeki erkekler, Midilli, Sakız ve Korint Toplama Kamplarına götürüldüler.  Yunanistan, Ortodoks Arnavutları da rahat bırakmadı. Onları da “Yunan kültürünün alt mensupları” olarak tanımlayıp, asimile etmeye çalıştı. Yunan İç Savaşı’nda anti-komünist cepheyi oluşturan ve önce cumhuriyetçi, sonra kralcı çizgide yer alan Yunan Demokratik Milli Birliği-EDES ve başındaki General Napoleon Zervas, Arnavutlara yönelik soykırım uyguladı. Çamerya Arnavutları, 27 Haziran 1944’ten itibaren, büyük bir soykırıma maruz bırakıldılar. Sadece Paramiti’de, bir günde 600’den fazla insan katledildi. Mart 1945’e kadar Filat’ta bin 286, Gümenice bölgesinde 192, Margelliç ve Parga’da ise 626 kişi katledildi. Haziran 1944’ten Mart 1945’e kadar 68 köyde, 5 bin 800 ev ve cami yakılıp, yıkıldı. 214’ü kadın ve 96’sı çocuk olmak üzere, toplam 3 bin 242 sivil katledildi.745 kadına tecavüz edildi, 76 kadın kaçırıldı ve üç yaşından küçük 32 bebek katledildi. (Balkanlar El Kitabı Cilt II, Murat Hatipoğlu, Sayfa 453)  20-26 Ocak 1995’deki, Lahey’de Temsil Edilmeyen Milletler ve Halklar Örgütü 4. Genel Kurulu’nda; “Çamerya halkına; vatanlarına dönme müsaadesi verilmesi ve vatandaşlık haklarının iade edilmesi, mülklerini geri alma hakkı verilmesi, uluslararası anlaşmalardan doğan haklarının tanınması, Yunanistan’ın; Çamerya sorununu kabul etmesi, haklar ve çözümler için ciddi adımlar atması” yönünde kararlar alındı. Yunanistan, üzerinden yıllar geçmesine rağmen, bu kararları ve Çamerya Soykırımı’nı kabule yanaşmıyor. Çamerya Arnavutlarının, yaklaşık 2,5 milyar dolar değerindeki mal varlığını da iade etmiyor. Yunan toplumundaki Arnavut düşmanlığı da, halen tazelediğini koruyor.  Bugün Yunanistan’da 400 bin Arnavut, zorlu şartlarda yaşam mücadelesi veriyor. Aslen Müslüman olan bu insanlar, baskı ve şantajla, Yunanca isimler almak ve kendilerini Ortodoks olarak tanıtmak mecburiyetinde bırakılıyorlar. BM Uluslararası Araştırma Komisyonu raporlarına göre, mal varlıklarına el konulan 35 bin Arnavut vatanına dönemezken, 150 bin Çameryalı Arnavut Arnavutluk’ta yaşıyor. ABD’de örgütlü Demokratik Çamerya Ligi, Yunanistan’da, 100 bin Çameryalı Arnavut bulunduğunu ifade ediyor. Tiran merkezli Çamerya Yurtsever-Siyasal Derneği de, Temmuz 1993 tarihli bildirisinde, 250-300 bin Arnavut’tan bahsediyor.  Arnavutluk Halk Meclisi, 30 Haziran 1994’de, 27 Haziran’ı “Çamerya Soykırımını Anma Günü” olarak kabul etti.  Arnavutluk’taki Çameryalılar, her 27 Haziran’da Yunanistan sınırına yürüyerek, bir gün ana vatanlarına dönüş umutlarını tazeliyorlar. Çamerya Arnavutları, intikam değil, adalet; kan değil, vatandaşlık hakkı; ırkçılık değil, ana vatanlarında özgürce yaşamak istiyorlar. Hal böyle iken bize düşen tek bir şey var: Kardeşlerimizin derdiyle dertlenmek!  Mesela, TBMM Çamerya Soykırımı’nı tanısa, TRT canlı yayınlar ile sınıra yürüyüşü ve soykırımı ekrana taşısa, ne güzel olur değil mi?669 Çıkayım gideyim Urumeline Prof. Dr. Haluk Dursun "Çıkayım gideyim Urumeline” diye başladığımız bu kaçıncı sefer saymadım bilemem ki… Bu defa yolculuğumuz Osmanlı tarihindeki istikamet üzere oluyor. Aslında; orta kol adı verilen İstanbul’dan Edirne’ye, oradan Belgrad’a; Belgrad’dan Budin’e; Budin’den Viyana’ya uzanan çizgiyi, doğrudan takip etmiyoruz. Uçakla kolayca Üsküp’e iniverdik. Bizi oradan karşılayan Sırpça bilen dostlarımızla beraber bir otomobile binerek Kumanova yoluyla Makedonya’yı terkedip Sırbistan’a girdik. Üsküp-Belgrad arası 440 km, uzunca bir yol sayılır. Bizi ilk şaşırtan ama tatlı bir sürprizle karşılayan Preşova’nın o ince zarif minareli Müslüman köyleri oldu. Sırbistan’da Kosova ve Sancak dışında Müslümanların bulunduğunu ve bir bölgede yoğunlaştığını görmek şaşırtıcıydı. Arkamıza Makedonya’yı, solumuza Kosova’yı alarak kuzeye doğru çıkmaya başladık. Bir tarafımızda Güney Morova nehri bizi takip etti. Viranje’yi geçtik Leskofça’ya (Leskovaç) ulaştık ve oradan Niş’e doğru devam ettik. Niş Osmanlı – Edirne – Sofya – Belgrad yolu üzerinde çok önemli bir konaktır. Bir Sırbistan şehri olduğu halde Sofya’ya daha yakındır (163 Km). Şehir merkezinde sadece Cuma günleri açık olan Hicri 1287 tarihli bir camii var. Kare planlı, tek minareli, beyaz badanalı, minaresi sarı renk olan bir cami. Öyle yol kenarında kalakalmış garip. Niş’in esas görülecek yeri kalesi. Nişova Nehri’nin yanı başına kurulan Niş Kalesi’ne girer girmez, sağdan bir Osmanlı yapısının sergi olarak kullanıldığı görüyoruz. Biraz ilerleyince de çok şirin, çok mütevazı, çok tenasüplü bir cami karşımıza çıkıyor; Kale Meydan Camii. Üç sütunlu son cemaat yeri, kırık minaresi ve içeride mihrabı duvarlarla örülü bir cami. O da sergi alanı olmuş. Ama yeşil çimenlerin sarı sonbahar yaprakları altında öyle güzel, öyle mahzun bir duruşu var ki. Onu gerimize boynu bükük bırakıp yine Morova Nehri’ni takip ederek, Pasarofça’yı, Semendre’yi (Pozarevac, Smederova) hiç görmeden geçiyoruz. Çünkü hedefe kitlenmişiz. Önümüzde Tuna “Dar’ül Cihad” olan Belgrad var. Evliya Çelebi “Alman kâfirin Belgrad’a inmek haddi değildir” demiş o zamanlar. Şimdi biz Belgrad’a vardık, bırakın sahip olmayı, dünya gözüyle bir gördük diye, sevinçli bir telaş içindeyiz. Hani son zamanlarla Avrupa’da, indirimli satışlarda kapı açılır açılmaz içeriye seller gibi akan insanlar var ya aynı öyle. Hemen kaleyi sorup, kale kapısından hem de adı İstanbul olan kapısından ve Saat kapıdan fırtına gibi geçip kale Meydanı’na ulaşıp, hiç olmazsa orada Şehit Ali Paşa’ya bir Fatiha okumak için bile durmayıp, kalenin bedenlerinden aşağıya sarkıyoruz. Çünkü, “gözümüzde daim hayali Tuna ve dahi Sava”. İki sevgili kollarını açmışlar, birbirine kavuşmuşlar ve vuslatı orada yaşamışlar. Aşağıda Tuna’nın en büyük kollarından Sava Nehri Tuna’ya katılıyor. Sessizce, ama heyecanlı bakışıyoruz. Sonra 1716 yılında Alman kâfirinin Belgrad’a inmek densüzlüğünü göstermeye başladığı günlerde Petervaradin’de şehid olan Mora fatihi Ali Paşa’nın türbesine yöneliyoruz. Paşa yine Tuna kışında Voyvadina’da şehid olmuş, getirilip “Dar’ül Cihad” olan, “Dar’ül Eman” olan Belgrad’a yatırılmış. Amma Belgrad da iki sene sonra bir kere daha düşürüldüğü için orada garip kalmış. Sultan II. Murad “Belgrad; Üngürüz (Macar) vilayetinin kapısıdır” diyip yola çıktığında (1441) fetih nasip olmamıştı. 1459’da fatih karadan ve dahi denizden geldiğinde yine Belgrad düşmedi. Fatih’in yaralandığı bu seferden sonra üçüncü büyük seferde Belgrad’ın fethi müyesser olur Muhteşem Süleyman’a. Hem Ramazan, hem Cuma, hem de Kadir Gecesi’nde. Tabii bu arada kanuni Sultan Süleyman’ın Zigetvar seferinde 1566’da şehid olduktan sonra ikinci cenaze namazının Belgrad’da kılındığı ve oğlu II. Selim’e de orada biat edildiğini hatırlatalım. Bir başka padişah Avcı Mehmed de tam 163 gün Belgrad’da oturup Viyana muhasarasının sonucunu ve fetih haberini beklemiştir. Amma ne çare. 1688’de Belgrad ilk defa düşer. 1690’da Köprülüzade Fazıl Mustafa Paşa geri alır. 1718’de bir daha düşer, 1739’da da İvaz Mehmed Paşa ve Hekimoğlu ali Paşa tekrar bir daha geri alırlar. Sırp milliyetçilerinin Belgrad’da hâkimiyetleri 1804 yılında Kara Yorgi ile başlar ve Tanzimat döneminden sonra Belgrad tamamiyle elimizden çıkar. Şair Ziya Paşa Belgrad’ı teslim ettiği için Âli Paşa’yı tenkit ederken: “Belgrad Kal’asın ihsan ile Sırbistan’aDevletin kıldı tamamiyetini istikmal” der. Yani Belgrad Osmanlı için mütemmim cüzdür. Ana parçayı tamamlayan, olmazsa olmaz bir bölüm. Bütün bu tarihi bilgileri gözden geçirmek, hatırlamak bir yana eğer günümüze dönersek, kale dışında Belgrad’ın bayraklı Camii yerli yerinde duruyor. Sıkışıp kalmış apartmanların arasında. Yerinde bir Kur’an kursu, dini eğitim yapan bir medrese yeni inşa edilmiş. Kadrolu 4 tane imamı var. Bir tanesi Türkçe biliyor. Yatsı namazında ancak bir futbol takımı kadar cemaat çıkıyor. Tam 11 kişiydi, hepsi genç. İmam efendi namazdan sonra Kur’an-ı Kerim’in mealini Sırpça anlattı. Çünkü cemaat Türkçe bilmiyor.668 Saraybosna'dan Süleyman Doğan Saraybosna benim için hem hüzün hem de huzur şehridir. Bir taraftan Avrupalıların Müslüman Bosnalıları katlettikleri aklıma geldikçe hüzünlerinim. Diğer yandan Saraybosna’da başta Gazi Hüsrev Camii olmak üzere içinde huşu ile namaz kıldıkça huzur bulurum. İşte Saraybosna âdeta zıtlıkların şehridir.
1463 yılında Fatih Sultan Mehmet Han, bütün Bosna'yı fethetti. Türklerin Avrupa’da kurduğu en büyük şehir hâline gelen Saraybosna hâlâ bu özelliğini korur. 1878 yılına kadar Osmanlılara bağlı kalan şehir, daha sonra imzalanan Berlin Anlaşması’yla Avusturya-Macaristan yönetimine bırakılır. 1918’de Yugoslavya Krallığı’na, 1992’de de bir referandumla Yugoslavya’dan bağımsızlığını ilan eder.
Bosna Savaşı sırasında, 1992-1995 yılları arasında, dünya modern savaş tarihindeki en uzun kuşatmaya maruz kalmış ve çocuklar dahil on binlerce insan hayatından olmuş, çok daha fazlası da yaralanmış veya sakat kalmıştır. Kurşun izleriyle dolu binaları savaşın izlerini gösterir. Şehrin içindeki birçok parkta, bu şekilde beyaz mezar taşları göreceksiniz.
Şehirde birbirinden tamamen farklı üç mimari bölge var. Bir tarafı sosyalist dönemden izler taşır. Bazı yerlerde Türkiye’de bir kasabada, bazı yerlerde de bir an için kendinizi Balkanlar yerine Batı Avrupa’nın gelişmiş ülkelerinde hissedebilirsiniz. Kafanızı biraz kaldırıp şehri çevreleyen yemyeşil tepelere bakınca da, dik çatılı şirin evleriyle kendinizi Alpler’deki herhangi bir kasabada sanırsınız.
Saraybosna, birçok açıdan Türkiye'ye benzer. Türk kahvesi, börek, tarih, mimari, sosyal yapı gibi yönlerden Türkiye'ye yakınlığı belli olan bir şehirdir. Özellikle Başçarşı civarında, kendinizi Bursa veya Konya’da olduğunuzu sanırsınız. Şehrin nüfusu Boşnaklar (Bosnalı Müslümanlar), Sırplar (Ortodokslar) ve Hırvatlardan (Katolikler) oluşur. Kiliselerin önünden geçerken ezan sesi, camilerin önünden geçerken çan sesi duymak mümkündür. Zaten Saraybosna, bir zamanlar, Müslüman, Hıristiyan ve Yahudilerin birlikte uyum içinde yaşamasından dolayı, "Avrupa’nın Kudüs’ü" olarak görülürdür.
Arkadaşım Caner Taslaman, Ali Çaksu ve Metin Boşnak ile Osmanlı’dan kalan Başçarşı’yı gezerken bu şehrin manevi yönden ne kadar insana huzur verdiğini birlikte müşahede ettik. İnsanı sarıp sarmalıyor ve insanın tekrar gelmesi için bizden bir şehir olduğunu size fısıldıyor. Şehri yukarılardan seyretmekte bir başka güzellikte. Osmanlı’dan kalma birçok cami ve birbirinden güzel eserler var. Yerel lezzetlerin tadına bakabileceğiniz küçük, salaş lokantalar da var Başçarşı’da. Fatih Sultan Mehmet’e hediye olarak yapılan, Saraybosna’nın en eski camisi olan, Başçarşı’nın karşı tarafında, Miljacka Nehri’nin hemen kıyısında bulunan, Hünkar Camii, görülmeye değer enfes bir eser.
1914 yılında Avusturya Arşidükü Ferdinand’ın bir Sırp tarafından öldürüldüğü ve I. Dünya Savaşının başladığı yer Saraybosna’dır. Bu acı olay işte Saraybosna’da, Latin Köprüsü üzerinde gerçekleşmiş. Saraybosna’ya gelen Türkler öncelikle Başçarşı’yı görmeyi tercih etse de, Avrupalı turistler ilk olarak Osmanlı döneminden kalma Latin Köprüsü’nü görmeye gider.  
Osmanlı yapısı olan Saat Kulesi de şehrin sembollerinden. Başçarşı’da yer alan kule, Gazi Hüsrev Bey Vakfı tarafından 17. yy’da yaptırılmış. Farklı noktalardan görülen kuleyi, çarşıda kaybolmamak için işaret noktanız yapabilirsiniz. Hâsılı Saraybosna’yı yazmakla bitmez; gidip görmek lazım...667 Karadağ'ın Kara Günleri Jérome ve Jean Tharaud F ransız savaş müşahidleri rome ve Jean Tharaud kardeşlerin kaleminden, 1912 Balkan savaşı sırasında eski bir Osmanlı şehri ve bu günkü Karadağ Devleti’nin başkenti olan Podgoriça’daki Türklerin hazin hallerini ibretle okuyacaksınız: …Podgoriça’da bulunan bir handa, ilk muharebeler sırasında esir edilen üç bin Türk’ün geleceğini öğrendim ve onları görmek istiyorum. Kırk yıl ya var ya yok, bu şehir Sultan’a aitti ve bugün de yarı yarıya Müslüman. Geçen hafta Kral Nikola, Dieçiç, Çipçanik ve Tuzi kalelerine, dünyanın her yerinde bir dakika süreyle isimleri yankılanan sonra tamamen unutulan bu gözden ırak, bu biçare Türk kalelerine saldırmak üzere ordusunun başında buradan hareket etti. Oraya vardığımda neredeyse gece olmuştu ama, geçen akşam Cattaro’da olduğu gibi bütün şehir ışıklandırılmıştı. Neşeli bir kalabalık, yağmurlarla yükselmiş olan Ribiniça Nehri’nin sahilinde ağaçlara asılmış kâğıt fenerlerin altında geziniyordu. Nehrin diğer sahilinde sadece birbirinden uzağa yerleştirilmiş birkaç gaz lambası, oranın da bozkır olmadığına tanıklık ediyordu. Orası gölgeye ve sessizliğe gömülmüş eski Türk mahallesiydi. Gecenin bu ilerlemiş saatinde, mağlupların gelişini sabırsızlıkla bekleyen, bu şenlik içindeki şehrin coşkusuyla o sessiz mahalle tam bir tezat teşkil ediyordu. İşte oradalar! Karanlık kırsalın dibinden üç gün süren muharebenin heyecanıyla geliyorlar. Uzun, kasvetli erat sıraları gezi yerine varıyor. Önde, elinde beyaz zemin üstünde kırmızı kartal resimli Karadağ bayrağıyla bir süvari ilerliyor. Arkasından koşumlarının üzerine eğilmiş, dizginleri serbest bırakmış, elleri eyerin topuzunda, altı Türk subayı geliyor. Sonra ağır hareketli bir kalabalık; kırmızı, sarı ve yeşil ışıklı fenerlerin üzerlerine tuhaf ışıklarını yansıttığı ve gecenin karanlığında siyahımsı görünen uzun sarımtırak üniformalı asker sürüsü. Hepsi silahsız, firar ederken götürülen, onlar için hazine değerinde olan adı bilinmeyen âlet ve edevatla yüklü. Her sınıftan, her ırktan, her ülkeden askerler var aralarında: sarı benizli, genellikle tüyü bitmemiş nizamîler; 30-40 yaşlarında redifler; Anadolu, Suriye Arap, hatta Sudan zencisi askerler çocuksu bir bakışla onları seyredenlere bakıyor, gülümsüyorlar; yanlarında taşıdıkları demir eşyaların takırtısından başka gürültü çıkarmadan sessizce yürüyorlar. Bu güruhun içinde, eşek üstünde giden ve kürk kaftanları altında kaybolan, rehine olarak alınmış civar kasaba eşrafı ve sakallı müezzinler var. Onları, çağların gerisinden geliyor sanılan uzun bir araba kuyruğu, şu çok yüksek, çok geniş ve devasa göbekli tekerlekleri olan, uzun boynuzlu öküzlerin çektiği, Balkanlardan İstanbul’a kadar her yerde görülen arabalar takip ediyor. Bunların üstüne bir kadın yığını oturmuş. Peçeleri çok kapalı olan bazıları insandan ziyade arabaların üstüne atılmış balyalara benziyor; ama aralarından biri ara sıra peçesini aralıyor ve meraklı gözlerini kocaman açarak ışıklandırmalara dikiyor. Heyecanlı, saygılı kalabalık hiçbir şey söylemeden önünden geçen bu uzun kafileyi seyrediyor. Basit görünüşlü kalabalık, yol boyunca karşılaştığım penceresiz, bacasız köy evlerinden daha hüzünlü, tuğladan yapılmış tek katlı modern ama sefil banliyö evlerinin bulunduğu dar sokaklara dağılıyor. Gezi yerinde kâğıt fener ışık saçmaya devam ediyor ya da sönerek hayata veda ediyor. Ve şimdi, birkaç kamp ateşi olmasa üç bin Türk askerinin orada yattığına ve ağaçların onların hapishanesi olduğuna inanmak mümkün değil. Türk mahallesi, nehrin diğer tarafında Avrupa tarzında inşa edilmiş olan Podgoriça kadar basit görünüşlü. Ama tarzı çekici! Orada, büyük mülk sahipleri ya da İşkodra paşasının eski teğmenlerinin eşraf evleriyle daha fakir halkınkiler karmakarışık. Ama gene Şark’ta olduğu gibi saraylar ve viraneler uyum içinde: aynı ağırbaşlılık, aynı kucaklayıcı, rüstik ve samimi hava ve aynı harabe, dar sokaklarında, sivri taşlarla döşeli çıkmazlarda, ne bir ışık, ne bir ses, ne de bir köpek havlaması var. Bu kapalı evlerde, hiçbir ışığın sızmadığı bütün bu duvarların ardında var olan, ama şüphesiz Ribiniça’nın öteki yakasına, çok renkli fenerlere kafeslerin arasından bakmakta olan birçok göz akıllarından neler geçiriyorlar? Çok yükseklerde, bulutların arasında hilal parıldıyor. Gururlu Sultan Murad’ın bayrağındaki hilalin yanına işlettiği söz geliyor aklıma: “Donec impleatur” (Dolunay olmasını beklerken). Bu rüyâ tamamen sona erdi. İslamîn hilali asla dolunay olmayacak…Ölü Şehir Burada her şey yıkıma doğru gidiyor. Bu toprak parçasının Türklerin elinden alınmasından itibaren, bahçelerdeki çökmüş evlerin sayısının da gösterdiği gibi, birçok Müslüman aile buraları terk etti. Geri kalanlar da neredeyse ölü gibi. Birkaç yıl sonra bu tepenin üstünde, Podgoriçalı duvarcıların, taşlarını almak için gelecekleri harabeden başka bir şey kalmayacak. Eski Müslüman hayatı her taraftaki şehirlerden işte böyle kaybolup gitti. Geçen gün Karadağlıların hücum ettikleri yamaçlara, bugün, taşların hareketsizliği ve çöken akşamın sükûneti hâkim. Daha bir haftadan az zaman önce birbirlerinin boğazlarına sarılmış, ölümde buluşmuş cesetlerle dolu olan çukurların yer aldığı bu huzur dolu tepeden gözlerimi ayıramıyorum. Orada 300 Türk katledildi; geri kalanlar kayaların arasından ve yarıklardan kaçtılar. Canlı renkli giysileriyle küçük bir çocuk grubu, taşların arasında galip tarafın tüfek ateşi altında, Türklerin Tuzi istikametinde kaçarken terk ettiği mühimmat ve silahları arıyor. Küçük çocuklardan biri birçok şey arasında neye benzediği belli olmayan bir şey getiriyor. Bana sunuyor. Tamamen kan ve çamura bulanmış bir Kur’an. Refakatçim olan Karadağlı bana “Bırakın o pisliği!” diyor. Gene de onu birkaç kuruşa satın alıyorum. Çocuk sefil kalıntıyı bana verince elimde yaralı bir hayvan, hâlâ sıcaklığını koruyan bir kuş, az önce ölümcül bir yara almış canlı bir düşünce tuttuğum duygusuna kapılıyorum… Arabalar sessizce çamurlu yolda ilerliyorlar. Sona ermekte olan günde uzun katır, koyun, araba ve kadın kervanı geri çekilen bir ordu kadar, bir bozgun kadar hüzün verici. Hiç ilginç bir yanı olmayan bu kasabada sonsuza dek benimle dolaşmaktan sıkılmış olacak ki refakatçi subayım nihayet bir an için benden ayrılıyor. Tarlalar ve bahçeler arasından, gecenin içinde pencereleri kasvetli biçimde ışık saçan yeni binaya koşuyorum. Orada, Dieçiç ve Tuzi’de yaralanmış yüz kadar Osmanlı askeri, beş ya da altı hemşire ve beni milletinin asil nezaketiyle karşılayan yaşlı bir binbaşıya rastlıyorum. Beni odadan odaya, salondan salona gezdiriyor, hatta aralarında on beş yaşında birçok bulunan, on yaralının ayakta veya çömelmiş hâlde durduğu küçük bir odaya götürüyor. Yüzlerinde çarpı işareti şeklinde pansuman var; vücutlarında başka hiçbir yara izi yok ama hepsinin burunları ve kulakları kesilmiş. Korkunç, ama geleneklere uygun! Karadağlı, askerî değerini daima savaştan dönerken getirdiği kesilmiş başlarla ölçmüştür. Her kesik Türk kafası için prensinden prim alır, tıpkı bizim köylümüzün idareye getirdiği her yılan ve kurt başı için ödül alması gibi ve bu onuru gözler önüne serilsin diye piskopos, savaşçının takkesine bir tüy takar. Altmış yıl kadar önce II. Pierre tüy âdetini kaldırdı; ama otuz küsur yıl önce 77 Harbi’nde, rütbeler, kesilip getirilmiş burun ve kulak adedine göre verilmişti. Bugün de, zengin bir tacın süsleri gibi Osmanlı kafataslarının dikildiği Çetine kulesinin etrafında aralıksız kargaların uçuştuğunu görüyorum. Günümüzde askerî yönetmelik kesindir: Düşmanı sakatlamayacaksın ve yaralı da olsa canlı da olsa kafasını kesmeyeceksin… Ama böyle geleneksel antrenmana nasıl hayır denebilir? Alışkanlıklar daima galebe çalar! Geçen gün Podgoriça’da Tuzi’nin alınmasını müteakip ellerinde iki sepet taşıyan iki jandarmanın geldi görüldü; bütün halk çevrelerinde toplandı. Sepetlerde elli kadar burun, birkaç düzine kadar da şekli az çok bozulmuş kulak vardı. Karadağ’da medeniyet işte böyle ilerliyor: Daha dün, şehir meydanında sepetlerin içinde halkın görmesi için bırakılmış olurdu bu uzuvlar. Mahzun Ezanlar…Şimdi kargaların, güneş batarken sahildeki burunlardan ayrılarak minarenin çevresinde çığlık çığlığa tur attıkları saattir. Buraya yüzlercesi geliyor. Akşam ezanı için minareye çıkan müezzin hepsini kovuyor. Zayıf sesi kumsalda kırılan dalgaların sesine ve dönerek uçuşan kargaların çığlıklarına karışıyor. Bu saatte, kırlaşmış sakalından çıkıyormuş gibi okunan bu zarif ezanın tabiatın gürültülerine karışması ne kadar duygulandırıcı! Sona eren günde mağrur ve mütevekkil İslam’ın serzenişini ne kadar da güzel anlatıyor! Diyor ki: “Ben istirahatim, rüyayım, derin düşünceyim, alçak gönüllülüğüm, bilgeliğim; ben geniş alanlarım, İran’ın gülleriyim, kumdaki bahçelerim, avlulardaki selvilerim. Ben ölümdeki hayatım. Beni yok etmek için ölüm makineleri icat edin! Dünyanın size ait küçük köşesinde yenildiysem de başka yerde çiçek açarım, kalabalık Çin’de, alev alev yanan Hindistan’da ve kara Afrika’da. Sizin dinleriniz ancak sislerin içinde serpilir. Benim yaşadığım yer güneşin var olduğu yerdir ve siz ne suyu, ne palmiyeleri, ne gül ağacının çiçeğini ne de servinin gölgesini yok edebilirsiniz...”Birden ses kesiliyor, ihtiyar kayboluyor, minareden iniyor ve sanki bütün bir Doğu onunla beraber ortadan kayboluyor. Denizin gürültüsü, ihtiyarın şikayetini ya da dinlerden, insanlardan sonra da yaşayacak başka bir ebedi şikayeti sonsuza dek uzatarak devam ediyor. Karga sürüsünün uçuşu sona eriyor ve şimdi devasa bir güvercinlik, büyük bir kuş yuvasına dönüşen minareye konuyor.Bu arada, mor cübbesi içinde çok gururlu, kar beyazı sarığının altındaki yüzü çok zarif olan müezzin camiden ayrılıyor! Ah! Bu Karadağ denilen yerde, bu güçlü adamlar ormanında, böylesine ince bir dal yetiştirmek için asırlar geçmesi gerekir!..  Kaynak: İşkodra'da Savaş - Jérome ve Jean Tharaud665 Balkanlar'dan Kaçış İsmail Bilgin B alkanlar, bir dağ silsilesi, bir dağ yumağıdır. Omuz omuza vermiş her bir dağ, başka bir dağın dizine koyar dumanlı başını. Balkanlar’ın geçitleri zordur, aşılmaz. Dereleri coşkulu, kayaları sert ve keskindir. Korku bu dağlarda bütün heybetiyle gezer. Bir zirveden diğer bir zirveye atlayarak daima büyür. İnsanların yüreğine zehirli yılan misali çöreklenir ve artarak insanı esir alır. Korku, burada her ıssız taşın altına, dikenli çam yapraklarına, derin uçurumlara siner. Güneş nazlı bir şekilde Balkan Dağlarının göğsüne yaslanarak altın sarısı rengine bürünür. Gün, dağların ve nice korkunun üzerine buralarda hep telâşla doğar. Gece, Balkanlar’da daha karanlıktır. Zulme isyan edercesine başını kaldırmış zirvelerin üzerine bir perde misali iner. Dağların eteklerine yayılır, derelere çöker. Korku, karanlıkla daha da büyür. Çiçeklerin en yabanisi Balkanlar’da ayrı bir güzel açar. Er çiçeğin vahşi bir cezbesi, dağların sırtlarını kaplayan çimenlerin bir başka yeşili, gülün ayrı bir rengi ve kokusu, papatyaların ayrı bir sarısı ve beyazı vardır. Dağların bir kuşak boyunca çarpışıp yükselmesiyle oluşan o müthiş kırılganlık her yerde kendini kolayca belli eder. Bu kırılganlık insanlarda da gözle görülür. 1877 yılında, işte bu dağlarda başlayan kavga artık bir saldırıya dönüşmüş, Osmanlı’nın Plavne önlerinden çekilmesiyle artmış; 1912 yılına gelindiğinde bu dağlarda her Türk’ün endişesini mayalayarak büyümüş, o dağ silsilelerinde kin, bir kasırga olmuştur. Köknarların âdeta gizlediği küçük bir köyün bacalarından yükselen dumanlar, gamsız bir şekilde geceye karışırken, sert esen rüzgârın uğultusu camları sarsıyor, tahta kapıları gıcırdatıyordu. Uzakta havlayan köpekler, çöken bu kasvetli havayı dağıtmak istercesine gecenin sırrını ısırıyordu. Köylüler kapılarına sürgü üstüne sürgü vurmuş, kepenkleri sıkıca kapatmış, yüreklerindeki heyecan ve endişe her dem giderek büyümüştü. Yastık altındaki altıpatlarlar, piştovlar yağlanmıştı. Duvarlarda asılı tüfeklerin bakımı yapılmış, iğneleri gözden geçirilmiş, fişekleri doldurulmuş ve hepsi er an kullanıma hazır hale getirilmişti. Dışarıda bırakılan bazı eşyalar rüzgârla birlikte kâh taş avlulara, kâh ahşap evlerin duvarlarına çarpıyor, bu gürültüden dolayı köylülerin yürekleri ağızlarına geliyordu. Bir süre soluksuz kalarak, ne olup bittiğini anlamaya çalışan köylüler, neden sonra rüzgârın ve köpeklerin sesini duyunca yatışır gibi oluyorlardı. Ancak içlerinde yer eden endişe bir türlü yakalarını bırakmıyordu. Çakan şimşekler köyün girişindeki taş köprünün kemerlerini teşhir ediyordu. Türk köylüleri, Bulgar çetecilerini takip etmek üzere gönderilen Osmanlı askerlerinin geçişinden ne kadar güven duyuyorlarsa, Bulgar askerlerinin, bugünlerde sınıra doğru ilerleyip kendi köylerine varmalarından da o kadar korkuyorlardı. Onlar her şeye rağmen Osmanlı askerine güveniyorlardı. Son zamanlarda, Bulgaristan’a yakın Türk köylerine, Bulgar askerlerinin ve çetelerinin saldırısı başlamış, özellikle Türklere yapılan zulümler gittikçe artmış, iki devletin savaşa tutuştuğu yönünde haberler dört bir yana hızla yayılmıştı. Köylüler bu haberleri ilk önce önemsememiş, Bulgarların nasıl olsa yenileceğini düşündükleri için endişe etmemişlerdi. Zamanla çetelerin artan baskınları karşısında büyük bir korku duşmuşlar, çok sevdikleri ormana ne odun kesmeye ne de mantar toplamaya gidebilmişlerdi. Sınırdaki ve sınıra yakın köylüler evlerinden dışarı çıkamıyorlardı. Duyulan nal sesleri, atılan bir el silah, acı acı yankılanan bir çığlık tedirgin olmalarına yetip artıyordu. Artık bıçak sırtında yaşayan köylüler bir şey yapamamanın şaşkınlığı ve sıkıntısı içindeydiler. Köyün ileri gelenlerinden bazıları, yıllardır beraber yaşadıkları Bulgar komşularına mallarını ucuz, pahalı demeden satıyor ve köyü terk etmek için hazırlık yapıyorlardı. Türklerin tarlalarını ve evlerini çok ucuza alan Bulgarlar ise binbir şayia çıkararak Türkleri korkutuyor, mallarını daha da ucuza almanın hesabını yapıyorlardı. Halen Türk, Bulgar, Rum ve Ermeni halklarının birlikte yaşadığı köylerdeki papazlar ise Türk ahaliye gitmelerinin çok yanlış olacağını söylemelerine ve kalmaları için kendilerine güvence vermelerine karşın çok sayıda zulüm haberini işitenler kalıp kalmamak konusunda büyük kararsızlık yaşıyorlardı. Bir yangının rüzgârla yayılması gibi Bulgar çetelerinin yaptığı zulümler de sınırdaki köylere bir bir sıçramaya başlamıştı. Bu sıçrayış bazen o kadar hızlı oluyordu ki bir gecede beş on köyün yakıldığı, talan edildiği haberleri duyuluyordu. Köylerdeki Türk ahali Bulgaristan’ın kedi cürmüne aldırmadan Osmanlı Devleti’ne savaş açmasını hayretle karşılıyordu. Bugüne dek balkan içlerine doğru giden Osmanlı askerlerinden haber alınamamıştı. Üstelik Bulgarların; Yunanlar, Karadağlılar ve Sırplarla birleştiği yönündeki haberler her yerde dalga dalga yayılıyordu. Çetecilerin bıçakla ağaçlara astıkları bildirilerde “İstanbul’a kadar sizi kovalayacağız! İstanbul’u ele geçireceğiz!” şeklindeki tehditler okunuyordu. Köylüler ne yapacaklarını bilemiyor, bir süre daha beklemeyi düşünüyorlardı. Nasıl olsa Osmanlı askerlerinin zafer haberlerini yakında alacaklardı. Daha düne kadar, büyük bir devletin tebaası durumunda olan Bulgarlara koskoca Osmanlı yenilecek değildi ya! Daha düne kadar Yunanistan, Sırbistan, Karadağ birer Osmanlı eyaleti değil miydi? Ancak son yıllarda dağdan yuvarlanan kayalar misali bu eyaletler bir bir Osmanlı’dan kopmuş, Osmanlı’yı yenme hülyaları görür hale gelmişti. Bu olacak bir iş miydi? Beyhude bir heves, ham hayal ürünü işlerdi işte…664 Makedonya'da Türk Varlığı Dr. Ali Dikici 1 9. asrın ikinci yarısında birçok Makedon şehrinde nüfus olarak çoğunluk Türklerden oluşmaktaydı. Ancak Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı yıllarında Türklere yapılan baskılar sonucunda söz konusu yerlerde Türklerin nüfusu iyice azalarak bazı yerlerde azınlık durumuna düştüler. Birinci Dünya Savaşı’nın neticesinde kurulan Sırp-Hırvat-Sloven Krallığı'nın 1921 'de yaptığı nüfus sayımında Makedonya'da 150.000, Yugoslavya'da ise 430.000 Türkün yaşadığı tespit edilmiştir. 1918-1941 yılları arasında Türkler, Yugoslavya'dan özellikle Vardar Banlığı adı verilen Makedonya'dan Türkiye'ye göç ettiler. İkinci Dünya Savaşı yıllarında İtalyanlar tarafından işgal edilen Batı Makedonya, Arnavutluk'a devredildi. Arnavut idarecilerin buralarda yaşayan Türklere eğitim, kültür, ekonomik ve benzeri alanlarda uyguladıkları haksızlık ve baskıların neticesinde Türklerin bir kısmı Arnavutlaştırıldı. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonraki yıllarda Yugoslavya idarecileri Türklere dil, din, eğitim, kültür, sosyo-ekonomik ve siyasi baskılar yaptılar. Bu baskıların neticesinde onbinlerce Türk, Türkiye ye göç etti. Komünist bir Balkan federasyonu kurma hayaline kapılan Tito ve yandaşları, Arnavutluk'u yanlarına çekmek için Makedonya'nın Batı kesiminde yaşayan Türkleri Arnavutların ellerine teslim ettiler. Bu fırsattan yararlanan Arnavut idarecileri, 1941-1944 yılları arasında Türkleri tamamen eritme politikası gütmeye başladılar. Bütün bu baskı ve eritme haksızlıklara maruz kalan Türklerin bir kısmı 1948 nüfus sayımında kendini Arnavut göstermek mecburiyetinde kaldı. Bu nüfus sayımında Makedonya'da toplam 95.940 Türkün yaşadığı tespit edildi. Bu sayıma göre Türklerin çoğu Üsküp’te ve Makedonya’nın Doğu kesiminde yaşıyordu. Ancak bu tespit doğru değildi, çünkü Makedonya’nın batı kesimindeki birçok şehir, kasaba ve köylerin nüfusunun büyük bir çoğunluğu Türkler oluşturuyordu. Batı Makedonya Türklerinin azınlık durumuna düşürülmesine Makedonya hükümeti tepki göstermeyerek seyirci kaldı. Ancak, Yugoslavya’nın Mart 1948’de Sovyetler Birliği’yle arası açılınca devlet, Arnavutluk’a ve Makendonya Arnavutlarına karşı tavrını değiştirdi. Bu sırada Türkler biraz rahatladı. 1950-51 ders yılından itibaren birçok Batı Makedonya şehrinde Türk ilköğretim okulları açılmaya başlandı. Böylece o güne kadar çeşitli sebeplerden dolayı kendilerini Arnavut olarak gösteren Türkler yeniden kimliklerine sahip çıkmaya başladılar. 1951 nüfus sayımında, Makedonya’da 203.398 Türk’ün yaşadığı ve bu sayının Makedonya nüfusunun %15,6’lık önemli bir kısmını oluşturduğu görülmektedir. 1950’lerin başında Makedonya Türlüğü büyük bir tehlikeyi atlatmak üzereyken Türkiye Cumhuriyeti ve Yugoslavya arasında “Serbest Göç Anlaşması” imzalandı. Buradaki Türk varlığına büyük darbe indiren bu anlaşmanın imzalanmasıyla Makedonya Türklüğü çözüldü. 1952-1959/60 yılları arasında Makedonya’dan Türkiye’ye onbinlerce Türk göç etti. Birçok aile parçalandı, kalanlar ise perişan oldular. Balkan savaşları kadar feci sonuçlar doğuran bu göç yüzünden Makedonya Türkleri geleceklerine ait tüm umutlarını kaybederek, bir ölüm kalım savaşı vermeye başladı. 1961 nüfus sayımında Batı Makedonya’da yaşayan Türklerin sayısında bir artış kaydedildi. Ancak bu artış, Makedonya’nın bu kesiminde yaşayan bazı Arnavutların Türkiye’ye göç etmek için kendilerini Türk olarak göstermelerinden kaynaklanıyordu. Bu nüfus sayımı Makedonya’da 131.481 Türkün yaşadığını ve bunun Makedonya nüfusunun %9,4’ünü oluşturduğunu gösterdi. 1968 yılında Makedonya’da hızlanmaya başlayan Arnavut milliyetçiliğinden Türkler de nasibini aldı. Bu olaylardan sonra bazı Arnavut aydınları “Makedonya’da Türk yoktur. Türkçe konuşan veya Türkleşmiş Arnavutlar vardır” tezini öne sürmeye başladılar ve dil, eğitim, kültür, sosyo-ekonomik ve siyasî haksızlıklar yaparak Türkleri eritmeye çalıştılar. Bunun neticesinde Türk nüfusunun, 1971 nüfus sayımında 22.932 kişilik bir azalmayla 108.552’ye düştüğü görüldü. Bu göçler olmamış olsaydı, şu anda Makedonya’daki Türk nüfusunun sayısı 380.000-450.000 veya toplam sayının %19-%22’si olacağı tahmin edilmektedir. Makedon Komünist idarecileri söz konusu yıllarda bazen Türkleri, çoğu zamanda ise Arnavutları destekleyerek, bu iki Müslüman unsuru birbirine kırdırma siyaseti uyguladılar. Aslında Makedonların gözünde Arnavutlarla Türklerin çok fark yoktu. Tarih boyunca Arnavutlarla beraber “ortak düşmanları” Türklere karşı savaştıkları tezini öne sürerek, Arnavutları kendilerine bağlamaya çalıştılar. Ancak uygulanan politikalardan en büyük zararı gören sadece Türkler oldu. Nitekim 1981 nüfus sayımında Türklerin sayısı 86.591’e düştü. 1981-1990 yılları arasında son günlerini yaşayan Makedon totaliter rejimi Türklere ve Arnavutlara her zamandan daha çok baskı yaptı. Makedon idarecileri bu yıllarda Müslüman olan herkese kuşkuyla baktılar. Devlet dairelerinde, eğitimde ve bilim alanında Türk ve Arnavutlara birçok kısıtlamalar getirdiler. Başta Türkler olmak üzere Makedon olmayanların temel hak ve hürriyetlerini esirgeyerek onlara yabancı muamelesi yaptılar. Bu etnik unsurların sayılarını olduğundan çok daha az ve istedikleri kadar gösterdiler. Günümüzde Türklerin Durumu 2002 yılında gerçekleştirilen nüfus sayımına göre Makedonya’da 77.959 Türk yaşamaktadır. Ancak bu resmî rakamlara karşılık Türk topluluğu önderleri bu rakamın 150-200 bin dolayında olduğuna inanmaktadır. Üsküp, Manastır, Gostivar, Kalkandelen, Ohri, Resne gibi şehirlerde yoğun olarak yaşayan Türkler genellikle tarım, hayvancılık ve ticaretle uğraşmaktadırlar. Türklerin kurduğu birçok siyasi partinin yanı sıra Türkçe yayın yapan radyolar da mevcuttur. Makedonya’da Türkler arasında eğitim Türkçedir. Türklerin yoğun olarak yaşadığı bazı şehirlerde Türkçe eğitim verilen ilkokul ve liseler mevcuttur. Ancak Makedon Üniversitelerinde Türklere çok az bir kontenjan ayrılmıştır. Buralarda eğitim gören Türk öğrencilere zorluk çıkartılmakta, özellikle Türk toplumun geleceğini ilgilendiren ekonomi, tıp, mimarlık, siyaset gibi bölümlerde okuyan öğrenciler bir elin parmaklarıyla sayılacak kadar az bir yekün teşkil etmektedir. Binbir zorluğa rağmen, mezun olmayı başaran öğrenciler de iş bulma konusunda zorluklar yaşamaktadırlar. Makedonya’yı bugün Makedon ve Arnavut partilerinden oluşan bir koalisyon hükümeti idare etmektedir. Hükümete bağlı bakanlıklarda veya müesseselerde çalışan Türk bulmak neredeyse imkansızdır. Her alanda Türkleri dışlayan Makedon-Arnavut Hükümeti ülkede Türkler yokmuş gibi hareket etmektedir.  663 Deliorman Hatıraları Ahmet Davutoğlu Deliorman, Bulgaristan'ın kuzeydoğu kesiminde Rusçuk ile Varna arasında bir bölgedir. Kuzeyinde Tuna nehri, batısında Razgırad, güneyinde Şumnu, Yenipazar ve Pravadi kasabalar'ı, doğusunda Dobruca havalisi bulunmaktadır. Toprağının mahsuldarlığı ile meşhurdur. Vaktiyle burada balta girmedik ormanlar varmış. Bölge ismini bunlardan almıştır. Hâlen yer yer semaya yükselen ormanları mevcuttur. Eskiden suyu yoktu. Halk günlük su ihtiyaçlarını köyce kazdıkları gölcüklerden görürlerdi ki, bu hâl görülmeye değerdi. Gölcüklerde bir taraftan kaz, ördek sürüleri yüzer, bir taraftan iri ufak bütün ev hayvanları sulanır; bir taraftan da içilecek su alınırdı. İmkânı olanlar bir iki saatlik mesafelere giderek arabalarla temiz çeşme veya dere suyu getirirlerdi. Bu hâl senelerce böyle devam etmiştir. Nihayet 1928 yılından itibaren Bulgar Kralı Boris'in gayretiyle bölgeye yetecek kadar içme suyu getirildi. Deliorman'ın ahalisi hemen hemen kâmilen Türk`tür. Bulgar ve diğer unsurlar pek azdır. Bizim küçüklüğümüzde birçok köylerde yalnız birer hane Bulgar dükkâncı bulunurdu. Çünkü Türkler dükkancılık yapmaz "Sen terazi tutma da kim tutarsa tutsun!" derlerdi. Türkler vaktiyle Anadolu'nun muhtelif yerlerinden hicret ettirilerek buralara yerleştirilmiş tır. Onun için birbirine komşu köylerin, hatta bir köyün mahallelerinin konuşmalarında ufak tefek telaffuz farkları hâlâ göze çarpar. Meşhur Pehlivanlar Deliorman Türkü sağlam yapılı, dinç, kuvvetli ve mert insandır. Merhum Koca Yusuf; Yörük Ali, Hergeleci, Filiz Nurullah ve Kızılcıklı Mahmud gibi nice meşhur pehlivanlar Deliorman'dan yetişmişlerdir. Bölgenin havasına diyecek yoksa da, susuzluğu dillere destan olmuştur. Buna rağmen büyük cihangir pehlivanların hep buradan yetişmesi zannımca bir tesadüf değil, vaktiyle kuvvetli ve seçkin adamların serhat bekçisi olarak buralara yerleştirilmiş olmasındandır. Deliorman Türkü dindardır. Namazını kılar, orucunu tutar. Yalan söylemez, dolandırıcılık bilmez, hele içki, kumar, fuhuş gibi yasaklardan son derece kaçınır. Küçüklüğümüzde içki içen bir kimse dinden dönmüş sayılırdı. Bir köyde oruç yiyen bir kimseden şüphe edilirse, artık onunla kimsenin bir münasebeti kalmazdı. Kıyamet Alameti 1920'den sonra yeni açılan Türk mekteplerine hükümet lisan muallimi Bulgarlar göndermeye başladı. Türkler kendi mekteplerinin bütün masraflarına katlandıkları gibi, bu muallimlerin ücretlerini vermeye de mecburdular. Hiç unutmam, komşu köye Bulgar muallimi gelmiş, bir kocakarı namaz kılıyormuş. Bunu işitince aniden kendinden geçmiş ve namazı bozarak yanındakilere olanca avazı ile seslenmiş: "Evlatlarım tövbe edin! Dünyanın sonu gelmiştir. Bu kıyamet alametidir!.." Biz yakın zamanlara kadar Hora oyununun Türklerden alındığını bilmezdik. Onu Bulgarlara mahsus zannediyorduk. Hattâ Türkiye'ye güreşlere gelen bir pehlivan dönüşünde bir düğünde arkadaşlarına bu oyunu oynatmış. Artık görenler, duyanlar pehlivanın ve arkadaşlarının altlarını, üstlerini bırakmadılar. Onların dinden döndüklerine hükmettiler. Deliorman Türkü terbiyelidir, misafirperverdir, çalışkandır. Köylerde hemen herkesin evinden birkaç adım uzakta misafir odaları bulunur. Bu odaların ekserisinde yaz kış ateş eksik olmaz. Misafir gelir diye dayalı döşeli temiz tutulur. Çok adamlar bilirim ki, yatsıyı cemaatle kılmadan akşam yemeği yemezler, misafir beklerlerdi. Zengince ağaların koyun ve keçi sürüleri bulunurdu. Bunlar büyük fıçılara peynir doldurur fakat kimseye bir kuruşluk mal satmazlardı. Köylünün istihsal ettiği katık ve yemiş kabilinden bir şeyi satmak görülmüş şey değildi. O büyük fıçılar gelene gidene, fakire fukaraya bile yetmiyordu. Köylünün satılık malı, hayvanlarıyla ekin arpa gibi mahsulat idi. Bütün komşular birbirleriyle iyi geçinirlerdi. Büyüklere hürmet, küçüklere şefkat kaidesine son derece riayet ederlerdi. Gece ve sabah namazlarında cemaati camiler almaz, cemaate gelemeyenlerin hâli sorulur; icap ederse hemen yardımına koşulurdu. Kış günleri kır işi kalmadığı için köylüler serbestçe istirahat eder, akşamları odalara toplanarak sohbette bulunurlardı. Bu sohbetleri yaşlılar ekseriyetle yatsı namazından sonra caminin veya mektebin odasında yaparlardı. Merhabalar... Küçüklüğümde ihtiyarların sohbetini pek severdim. Babamla camiye gider; oradan çıkınca hep beraber cemaat odasına giderdik. Camiden çıkan ihtiyarlar birer birer oraya gelir. Her biri mertebesine göre hürmetle karşılanarak münasip yerlere oturtulurdu. Artık her gelene ayrı "Merhabalar!" denirdi. Her birinin hatırı sorulurdu. Artık sohbet başlardı. Ekseriya biri konuşur hattâ konuşturulur, diğerleri dinlerdi. Büyüklerin huzurunda gençlerin konuşması ayıp sayılırdı. Sohbetin konusu malumdu. Evvela günlük olaylardan bahsedilir, sonra avcılığa, daha sonra askerliğe ve muharebelere geçilir; bazen de ibretli hikayeler anlatılırdı. Gençlerin sohbet yerleri ayrı idi. Onlar malum bazı odalarda toplanır masallar söyler; şarkı ve türküler okur eğlenirlerdi. Bu maksatla köylerin delikanlılarının sık geldikleri ve bizimkilerin de onlara misafir gittikleri görülürdü. Deliorman Türkünün dünya zevki hemen hemen düğünlere münhasırdı. Gerek evlenme gerekse sünnet düğünlerine büyük ehemmiyet verilirdi. Düğünler Güz mevsimi geldi mi Deliormanlılar erkekli kadınlı kasabalara koşar, düğün pazarlığı görürlerdi. Nişanlı kızı veya oğlu bulunanlar, karşı tarafın büyük küçük bütün fertlerine bohçalar hazırlarlardı. Evlenmeler görücülük usulûyle yapılırdı. Ve bundan bugün iddia edildiği gibi hiçbir geçimsizlik, boşanma ve ayrılma meydana gelmemiştir. Nişanlılar düğünden önce katiyen birbirleriyle görüştürülmezdi. Komşu köye gelin gidecek bir kızın düğünü köyünde iki akşam, yani çarşamba ve perşembe geceleri yapılır. Perşembe günü gelin alınarak o gece güveği kapatırdı. Güveği kapamak gerdeğe girmektir. Düğün, güveğinin köyünde de iki akşam yapılırdı. Bu münasebetle çalgılar tutulur. Misafirlere ahenkler yapılırdı. Gece düğünlerini daha ziyade kadınlar yapardı. Düğünün ilk akşamına "kına gecesi" denir. Köyün kadınları, kızları büyük bir salona toplanır; türküler söyleyip oynarlar. Nihayet dağılma zamanı gelince genç kızlar, gelinin yanında kalarak hep beraber kına yakınırlar, yaşlılar evlerine giderler. İkinci gece hem gelinin hem güveğinin evlerinde takı yapılır. Takıdan maksat hediyelerin verilmesidir. Gelinin takısı başının üzerinde tutulan bir bohçaya konur. Güveğinin takısı daha mutantan olur. Yatsı zamanı çalgılar, sokaklarda dolaşarak ahaliyi takıya davet eder. Millet güveğinin evine toplanır. O zaman sırtlarına birer cübbe atılır. Artık babasından başlayarak bütün hısım ve akraba, konu komşu hediyelerini getirerek güveğinin önüne bırakırlar. Güveği ile sağdıcının ellerine de paralar koyarlar. Buradaki hediyelerin ekserisi kap kacaktır. Takının bittiği silah sesleriyle ilan edilir ve güveği ile sağdıcının sırtlarından cübbeler alınır. Kendileri de hızla oradan uzaklaşırlar. Bu arada güveğinin önüne bir bakır içine biraz su konur. Güveği bu bakın devirerek gider. Takıdan sonra o akşamki düğün bitmiştir. Ertesi gün perşembedir. Gelin alıcı günüdür. Gelinle güveği aynı köyden iseler gelin almanın fazla merasimi yoktur. Ayrı köyden iseler iş değişir. Gelinin bineceği araba çeşit tentelerle süslenerek üzeri kubbevari örtülür. Bu arabaya mümtaz hanımlar ve güveğinin yakınları biner. Artık kimisi kadınlara kimisi erkeklere mahsus olmak üzere birçok at arabası meydana çıkar ve tıklım tıklım dolar. Bazen 40-50 araba gelin alıcı kafilesi yola revan olur. Yürükler Yollarda çalgıcılar muhtelif havalar çalar. Gelinin köyüne birkaç kilometre yaklaşınca haberci mahiyetinde birkaç at yarışarak köye gider. Bunlara "yürük" derler. Hangisi birinci gelirse ona gelinin cihazından (çeyiz) bir gömlek; ikinciye peşkir, üçüncüye çevre (yemeni) vesaire verilir. Bu arada gelin alıcı kafilesi beklenmektedir. Yürükler dönüp gelince tekrar yola revan olurlar. Köye vardıklarında bütün arabalar köylüler tarafından taksim edilir. Zaten düğün gününden önce köylüler toplanıp kimin ne kadar misafir alacağı kararlaştırılır. Buna "kavil" derler. Bakarsınız bazı ağalar beş araba, bazıları üç araba misafir almış evlerine götürüyorlar. Bu misafirlere türlü yemekler ikram olunur. Yemekten sonra delikanlılar soyunarak güreş yaparlar. Nihayet çalgılar arasında gelin arabaya bindirilerek köye dönülür. Köyde yapılacak başka merasim yoktur. O akşam, yatsı namazından sonra güveği kapanır, yani gerdeğe girer. Deliorman Türkünün en büyük zevki, eğlencesi at koşuları ve güreşlerdir. Bunlar ekseriyetle sünnet düğünlerinde yapılır. Koşu atlarına "yürük" denir. Bu hayvanları birçok köylü, sırf zevk için besler ve davet olunca düğünlere giderek koşulara iştirak ederler. 661 Osmanlı Valisi Avusturya Kralı'nı Nasıl Korkuttu? Şaban Er Sultan III. Ahmet zamanında Viyana’ya giden elçilik heyetinde bulunan Osmanlı alimlerinden Nahifî Süleyman Efendi bu seyahat esnasında Budin şehrinin Osmanlı valisi ile ilgili bir hadiseyi şöyle anlatmaktadır:    …Delî Seyyidî Pâşâ, Budim (Budin) Vâlîsi imiş. Gayet ile behâdır devletli ve gâzî imiş. Ammâ vaktinde Budim’den Beç’e (Viyana) bir bâzer-gân giderken Nemçe’nin toprağında mâlını gâret etmişler. Ol bâzer-gân gerü gelüp merhum Seyyidî Pâşâ’ya arz-ı hâl edüp ahvâli bildirdi. Ol dahî Beç Kralı’na bir Buyuruldı gönderdi. Ve yazmış ki “Buradan giden bâzer-ganın mâlını senin toprağında gâret etmişler. Buyuruldu’m  vusulünde bâzer-gânın mâlını buldurup tarafıma irsâl eyleyesin! Ve bulunmadığı hâlde, yanından tahsil edüp gönderesin! ‘Yok, yok’ dersen, tâc ü tahtın elinden gider!” Demiş. Buyruldı dahâ krala vusul buldukda, kral dahî “Be hâydi!” Dedi diyü cevâb etmiş. Seyyidî Pâşâ’ya bu haber gelince kırk dâne âdemi tebdil-i suret edüp Beç’e göndermiş. Ol kırk âdem Beç’e dâhil olup ve kal’anın içinde bir kiliseden bir keşiş çıkarup ve çalup Budim’e Seyyidî Paşâ’ya getürürler. Ammâ eğer kralın ve gayrının bu keşiş çalınduğundan haberleri olmadı. Gelelim Seyyidî Paşâ’ya: Ol keşişin boynunı urmak istedi. Recâ etdiler; buynunı urmadı, afv etdi. Tekrâr krala haber gönderdiler. “Kal’a içinde, fülân kiliseden fülân keşiş çaldırup getürdi. Boynunı urmak istedi. Recâ edüp afv etdirdik. Bilmiş olasın ki, tâc ü tahtın elinden gider. Hemân mâlı göndermeğe sa’y edesin!” Demiş. Kral dahî bu ahvâli işitdikde, kralın şapkası başına dar olup ol keşişi kilisede yoklatdı; Yok!.. Su’âl eder ki “Bu ahvâl ne şekl oldı ki bu keşiş zâyi’ oldı?!” Cevâb verürler ki “Kırk âdem geldi ve keşiş gâ’ib oldı.” Hemân aklı başına geldi. “Ol ki Beç’in içinden ve kiliseden keşişi çıkardı;Beç elimden gideceğini aklım kesdi.”  Hemân bâzer-gânın gâret olan mâlını kendü yanından gönderir. Bâzer-gân       : Tüccar
Gâret etmek   : Soymak, çalmak
Buyruldı         : Emir
Vusul              : Vasîl olmak, ulaşmak
Tebdil-i suret : Kıyafet değiştirme
Kaynak          : Nahîfî Sülaymân Efendi Külliyâtı- Şaban Er, Kutupyıldızı Yayınları.660 Köklü Tarih, Sıcak İnsanlar, Muhteşem Coğrafya: Ohri İrfan Özfatura Bir şehri arabayla gezen kavanoz üzerinden reçel yalar. Çekeceksin çarıklarını, vuracaksın kamerayı omzuna. Sokak sokak dolanacak, deklanşöre basacaksın yüzlerce defa. Kaleleri, camileri türbeleri atlamayacaksın elbet, bir sürü de detay toplayacaksın ayrıca. Kapı tokmakları, yosunlu kiremitler, saksı çiçekleri, kapı önünde oturan çocuklar, hamur açanlar, odun kıranlar, semaver yakanlar…Eh üç bin kare fotoğraf çektiğiniz bir beldeyi tekrar görmek istemezsiniz bir daha. Öyle ya, dünya büyük, hayat kısa. Git başka bir yere, ne diye zaman kaybedeceksin ki tekrarla…Ama…Ohri başka. Üç kere gittim, haydi deseler yine giderim güle oynaya.Efendim burası köklü bir şehir. Değişik kavimler gelip geçiyor. Hristiyan dünyasının önde gelen merkezlerinden biri. Hatta bir ara “var mısınız” diyorlar, “365 tane kilise kuralım. Her gün birinde ayin yapalım sırayla…”Gerçekleşmiyor tabii ama kırk civarında kilise ve şapel bulunuyor sokak aralarında.Yabancı Olduk Şimdi!Biliyor musunuz Kiril alfabesi buradan yayılıyor dünyaya. Kiril ve Metodius iki kardeş, artık neden ihtiyaç duydularsa oturup yeni bir alfabe geliştiriyorlar. Bu harfler bir anda Ortodoks dünyasına yayılıyor. Ki halen Rusya, Ukrayna, Bulgaristan Makedonya ve Sırbistan’da kullanılıyor. Keyif kendilerinin ama Asya’daki Türklere de dayatılması hoş olmuyor.Henüz Latin harflerinin sancısını çektiğimiz yıllarda Kazak, Türkmen,  Özbek,  Azeri, Tacik, Kırgız, Tatar, Başkırt ve Yakutlar Slav harfleri ile yazmak zorunda kalıyor. Ne biz onları okuyabiliyoruz ne onlar bizi, irtibatımız kopuyor.Kiril alfabesinin tersliği okudum sanıyorsunuz ama başka manalar çıkmıyor. Misal “Hap” yazıp “Nar” “PoMaH” yazıp “Roman” okuyorlar.Makedonlara sorarsanız Ohri’nin 6 bin yıllık mazisi var. Frigler, Kral Filip filan… Sonra tabii ki Roma.Muhkem KaleOhri üç adet surla çevrili, birini aşsanız bile düşmüyor.  Bundan bin yıl önce Çar Samoil tarafından inşa edilen içkale muhkem bir hisar, surların yüksekliği yer yer 16 metreyi aşıyor.Ohri, Murat Han-ı evvel devrinde Çandarlı Hayrettin Paşa tarafından alınıyor.Yıl 1385, İstanbul’un fethine 68 yıl vardır daha… Ohri Rumeli Eyaletinin üç sancağından biri. İlk sancak beyi Aydınlı Cüneyd Bey şehri çok seviyor, büyük bir aşkla hizmet ediyor…Osmanlılar Ohri’deki kiliselerinin tamamını Hristiyanlara bırakıyorlar, bir tek Ayasofya’yı (ki o da silahlı direnişte bulundukları için) cami olarak kullanıyorlar. Mimari üslubünü değiştirmiyor kubbenin kenarına küçük bir minare ekliyorlar.  Minber ve mihrap koyuyor, levhalar asıyorlar.Ayasofya’ların akıbetine bakın, şimdi o da müze… Müşteri bekliyor sabırla.Ayasofya’ların akıbetine bakın, şimdi o da müze… Müşteri bekliyor sabırla.  Ne hikmettir bilinmez mutasavvıflar Ohri’ye ayrı bir ilgi gösteriyor. Tekke ve zaviyelerde güler yüzlü, kul hakkından korkan, samimi müminler yetişiyor, yerli halkın gönlünü kazanmasını biliyorlar. Unutmadan söyleyeyim Ohri tekke kültürünün yaşadığı nadir yerlerden biridir hala. Her gün sabah namazını müteakip Zeynel Âbidin Paşa Camisinin bitişiğindeki Pir Muhammed Hayâtî Baba tekkesinde zikr yapılıyor. Ecdad YadigârlarıHasılı Osmanlılar Ohri’yi kubbelerle donatıyorlar. Ohri’deki en önemli eserimiz Hünkar Camii.Büyük alim Ohrizade Sinanüddin Yusuf Efendi tarafından yaptırılıyor ve Fatih Sultan Muhammed’in adını taşıyor. Sadece camii değil koca bir külliye. Etrafında mektep, zaviye, aşevi ve kervansaray da bulunuyor.Sinaneddin Yusuf Efendi mal mülk sahibi bir hayırsever, yetimleri dulları gözetiyor kimsesizleri evlendiriyor. İmarette Müslim gayrimüslim ayırd edilmiyor, tasını uzatan aşını alıp gidiyor.Garip ama külliye (tapusu meşihatın elinde olmasına rağmen) işgal edilmiş, şimdi üzerinde Ortodoks Üniversitesi yükseliyor.Evliya Çelebi merhum Ohri’de 17 mahalleden söz açıyor ki onunda Müslümanlar oturuyor. 17 yy’da Ohri’de 17 mescid 17 cami 7 mekteb, 3 han  iki hamam, 150 dükkan ve bedesten bulunuyor. 7 kıraathanesinin yedisinde de ilim sahipleri toplanıyor, sohbete katılanlar bilgi ile donanıyor.Süleyman Han, Zeynel Abidin, Ahmet Şerif Bey Siyavuş Paşa ve Hamza Bey medreselerinde hem din hem fen ilimleri okutuluyor, nadide gençler yetiştiriliyor.Dar-ül Kurra’da tedrisat veren Hafız-ı kurralar ki (İbn-i Ömer onlardan biridir) Kıraat-ı hafs üzerine kaari ve hafız yetiştiriyor. Muslihiddin ve Ahmed Efendilerin talebeleri gittikleri yerlerde meşale oluyor.Osmanlı zamanında Ohri’nin nüfusu 10 binmiş, 6 bini Türk.Şimdi nüfus olmuş 60 bin yine 6 bini Türk (Türk derken Müslümanı kastediyorum tabii, Arnavut’u, Torbeşi, Boşnağı, Çingenesi hepsi bir arada)Evimizde gibi denir ya... Ohri kendinizi evinizde gibi hissedeceğiniz nadir yerlerden biri. Ben gidip de pişman olanı görmedim daha...659 Biz Kültür Yolcuları: “Rumeli’den Göçler" Belgeseli Metiner Sezer Sirkeci Garı; trenlerin durup kalktığı, yolcu indirip bindirdiği bir istasyon olmanın çok ötesinde bir gar. Tarihî misyonu var bir kere. 1960 yılından sonra Avrupa’ya iş için giden vatandaşlarımız binbir ümitle bu gardan bindiler trene. Bir de Balkanlar'dan gelen göç dalgaları var. Yüz binlerce Osmanlı vatandaşı hürriyetine bu garda kavuştu.
“Türk insanı” ile “göç” birlikte anılan iki kavram. Bundan bin yıl önce Anadolu’ya ayak basan Türkler, dura kalka Torosları aşıp da Söğüt’e kadar geldi. Osmanlı 1326 yılında Bursa şehrini beylik merkezi yaptı. 1361’de ise Edirne fethedildi ve Osmanlı İmparatorluğu’nun başkenti oldu. Bin üç yüzlü yıllar Osmanlı’nın Balkanlar'da fetih yılları. 1448 yılında Makedonya Osmanlı sınırları içine girdi.
Osmanlı fethettiği Balkan ülkelerini Konya ve Karaman civarından getirdiği Türk nüfus ile güçlendirdi ve bu ülkeler 500 sene Osmanlı yönetiminde kaldı.
1912-1913 yıllarında yaşanan Balkan Savaşları ile Osmanlı Rumeli'deki topraklarını kaybetti ve Rumeli’de yaşayan Türk ve Müslüman nüfus Anadolu’ya göç etmek zorunda kaldı. Bu göçün başlama noktası Üsküp Garı idi. 500 sene efendisi oldukları insanlar tarafından hakarete uğrayan, taciz edilen, evleri yakılan Osmanlı’nın göçüydü bu. Acı ve elemin had safhaya çıktığı, kan ve gözyaşının sel gibi aktığı bir göç başlamıştı. Anadolu’dan göç eden Türkler ile Osmanlı gelir gelmez Müslüman olan Boşnak ve Arnavutların göçü yani.
Kosova Prizrenliler her sene mayıs ayında Sirkeci Garı'nda “Bir kofer, bir sandık” etkinliğini kutluyorlar. Kofer malum, bavul demek. Sandığına doldurduğu eşyası ve bavuluna koyduğu giysilerinin dışında tüm eşyalarını, evini, tarlasını ve en önemlisi de doğup büyüdüğü toprakları geride bırakıp canını trene atan insanların öyküsü bu.
Ünlü belgeselci Nebil Özgentürk, Can Dündar ve Coşkun Aral “Biz Kültür Yolcuları” başlığı altında bir belgesel hazırladılar. Denizbank’ın sponsor olduğu bu belgeselde Rumeli göçleri ele alınıyor. On bölümden oluşan belgeselin birinci bölümünü, göçün başladığı Üsküp’te seyrettim.
Ayşe Kulin de o göçü yaşayan bir ailenin mensubu. Belgeselde günleri anlatırken “Ailem, göçten asla bahsetmezdi” diyor. “O acıyı tekrar yaşamak onlara zor geliyordu. 500 sene efendisi olduğu insanlar tarafından yerlerinden edilmeleri, hakarete maruz kalmaları onlara çok ağır gelmişti.”
“Biz Kültür Yolcuları” belgeseli önümüzdeki günlerde yayınlanacak. Tavsiye ederim, seyredin. “Biz” kelimesinin içi gayet güzel doldurulmuş. Rumeli göçmenlerine “Suyun Öbür Tarafı”ndan gelmiş muamelesi yapmanın ne kadar yersiz olduğunu, onların yaşadıkları acıyı ve buna rağmen nasıl ayakta kaldıklarını görüp anlama fırsatı veren bir belgesel bu.
658 Bulgaristan'dan Bir Zindan Hatırası Osman Kılıç Osman Kılıç Bulgaristan Türklerinden ilim ve irfan sahibi bir kimsedir. Bulgarların büyük zulmüne uğramış, ölüme mahkum edilmiş, uzun müddet hapishanelerde kalmıştır. Hapiste iken Bulgaristan'ın son asır alimlerinden olan kayınpederi Hocazade Mehmet Muhiddin Efendinin kendisini ziyaretiyle ilgili hatırasını aşağıda sunuyoruz:Son görüşmemizde eşim, müteakip ziyaret gününde büyük Efendi Peder Hocazade Efendi'nin de geleceğini söylemişti. Bu yüzden görüşme gününü büyük bir merak ve heyecanla bekliyordum. Günler geçmek bilmiyordu. Bir taraftan kendisiyle görüşüp başıma gelen bu görülmez belanın hikmet ve manasını sormak isterken, diğer taraftan da onu bu yaşta buralara sürüklemiş olmaktan büyük bir üzüntü duyuyordum. Nihayet görüşme günü geldi, çattı. Sabahın erken saatlerinden itibaren, pencere önünde dikilmeye başladım. Devamlı, karşıki sokağa bakıyor, gelip geçenleri seyrediyordum. Bir anda gözlerime bir fayton ilişti. Aynı saniyede Efendi Peder' in beyaz sarığı ile siyah cübbesini gördüm. Fayton hızla gözden kayboldu. İçinde başka kimlerin olduğunu fark edemedim. Artık pencereden çekilip her an kapının açılmasını bekliyordum. Vücudumu korkunç bir heyecan sarmıştı. Kalbim hızla çarpıyordu. Kara tâlihimin zalim cilvesine bakınız. Ben böyle, beklenmedik bir şekilde idam hükmüyle zincirlere vurulup ölüm hücrelerine atılacağım, doksanlık ulu çınar, fadıl-ı muhterem, tek seçimle Bulgaristan'da başmüftü olmuş, zamanın âlimi, Fıkıh ilminde rüsuh sahibi Hocazade Efendi, hapishaneye, beni görmeye gelecek! Çok geçmedi, kapı açıldı. – Ziyaretçilerin var, dediler. Hemen zincirimi kavrayıp dışarı çıktım. Bir yandan kalbimin vuruşlarını, diğer yandan da zincirimin çangırtısını dinleyerek ziyaret salonuna yardım. Yakınlarımız girmeden evvel, biz yerlerimizi aldık. Benimle beraber başka mahkumlar da aynı anda, aynı sırada yakınlarıyla görüşebilirlerdi. Yer buna müsaitti. Fakat o takdirde beni de görecekleri için bu mümkün değildi. Ben yalnızca salona alındım. Başkalarını görmemeliydim ben. İdamlıktım ben. Harici âlemle alâkamın, kelimenin tam manasıyla kesilmesi gerekiyordu. Zincirimi hafifçe yere yatırdım. Ta ki görüşme esnasında yakınlarımız bu eziyet halkalarını görmesinler. İki tarafıma, Türkçe bildiklerini zanneden gardiyanlar gelip yerleştiler. En sonunda salonun kapısı açıldı. Efendi peder, elinde bastonu, vakur adımlarla içeriye girdi. Arkasından da eşim, gözyaşlarını silerek gelip, onun yanı başında yerini aldı. Konuşmaya başladık. İlk olarak sabırsızlanan eşim söz aldı. – Bak, bugün Efendi Babam da seni görmeye geldi. – Bak, bugün Efendi Babam da seni görmeye geldi. Ben kendilerini evvela "Hoş geldiniz" diyerek selâmladım ve hemen konuya girdim. – Başıma gelen bu görülmedik belâya, siz ne dersiniz Efendi Baba? Cevabı şu oldu: – Başına gelen bu felâketi, iki şekilde izah etmek mümkündür. Ya Cenab-ı Allah'ın bir sevgili kulusundur, hasbelbeşerş günahların kefaretini, daha dünyada iken ödüyorsun ya da çektiğin bu eziyet ve ıstıraplar karşılığında, dünya ve ahrette yüksek mertebelere ulaşacaksın. Bu ancak böyle izah edilebilir. Tek kurtuluş yolu Salah-ı hal, ibadet ve taat, dua ve istiğfar. Taat ve ibadet için şartlar müsait değil diyecek oldum. Çok yerinde olarak beni derin bir gafletten uyandırdı ve yol gösterdi. – Duvarlar, duvarlar. Şartlar ne kadar ağır olursa olsun, taat ve ibadetten geri kalma. Teyemmüm için zindanlarda yatanlara, duvarlar tek elverişli vasıtadır. Zikrü fikre, taat ve ibadete, teybe ve istiğfara devam! Sonu hayırdır inşaallah. Nice büyükler, yer altında, karanlık zindanlarda, en kötü şartlar altında yine taat ve ibadete devam etmek imkânlarını bulmuşlardır. Kalbime bir ferahlık geldi. İçime bir huzur çöktü. Derin ve manalı bakışlarıyla sanki bana kuvvet ve cesaret veriyordu. Kendime gelir gibi olmuştum. Zaten her zaman onun yüksek şahsiyetinde büyük fazilet ve ahlâk örnekleri müşahede etmişimdir. O anda da onun yüksek maneviyatından kuvvet alıyordum. Önümde yüksek bir cesaret ve sabır abidesi olarak dikilmiş, beni ihya etmişti. Bu kadarı yeterdi artık benim için. Bir iki söz de eşimle teati ettikten sonra ayrılmak mecburiyetinde kalmıştık. Süremiz bitmişti çünkü. Ziyaret saati dolmuştu. Beş dakika nedir ki. Baktım ki eşim ziyaret salonundan çıkmakta pek acele etmiyor. Ayağımdaki eziyet bağını görmek istiyordu. Ben de hemen yerden zinciri kaldırıp geriye, kapıya doğru ilerleyiverince, görüş açısı biraz genişledi ve o anda ayağımdaki yılankavi zinciri görüverdi. Bütün çıplaklığıyla benim yürekler acısı hâlimi, kuşbakışı seyretti. Ne kadar nahoş bir şekilde, ağır ağır adım attığımı, o idam hükmünün sembolü zulüm ve eziyet halkasını, dehşet nazarlarıyla görüp üzüldü. Onlar dışarıya, Bulgaristan denilen büyük, açık hava hapishanesinin Şumnu sokaklarına çıktılar. Ben ise tekrar ölüm hücresinin soğuk köşesine, kaderimle baş başa kalmak üzere geriye doğru adımladım. Çoktan beri beklediğim mühim ziyaret, çabucacık bitivermişti. Gök kapısı açılır gibi, bir anda her şey olup bitmişti. Ama zihnimde derin izler kaldı. Bu takviye ile bir hayli müddet devam edebilirdim. Kaderin sillelerine uzun bir süre dayanabilirdim. Moralim tazelenmişti. Bu tatlı hatıralarla göğüs gerebilirdim ölüm hücresinin dayanılmaz çilelerine. Üzülmemek elde değil. Hücreye döndükten sonra bir süre bu olağanüstü ziyaretin tesirinden, kendimi kurtaramadım. 1949 yılını da yarılamıştık. Zor da olsa, günler geçiyordu. Dışarıda olup bitenlerden hiç haberimiz yoktu. Hadiseler hızla gelişiyordu. 656 Blagay Alp Erenler Tekkesi ve Düşündürdükleri Ahmet Yasin Gürkan Uçsuz bucaksız Türkistan bozkırlarında Yesi isimli bir şehir ve ismini o şehirden alan büyük bir mutasavvıf, Türkistanların “Hâce” dedikleri büyük bir Mürşid, Pîr-i Türkistan Hoca Ahmed Yesevî... Dergâhında binlerce dervişi olan bu büyük Mürşid en yakın halifelerinden Saru Saltuk’u yanını çağırır ve ona, o zamanlar Diyâr-ı Rûm olarak bilinen Anadolu’ya, oradan da Balkanlara geçmesini, din-i mübin-i İslâm’ı oralarda yaymasını ve İslâm dinine girenlere “irşad” faaliyetlerinde bulunmasını emreder. Şüphesiz Yesevî Hazretlerinin bu emri sofilerini şaşırtmıştır. Çünkü henüz Türkistan ahalisinin tamamı Müslüman olmamışken, Türkistan’a binlerce kilometre uzaklıktaki diyâr-ı Rûm’a gidip İslâm’ı tebliğ etmenin “hikmet”ini merak etmektedirler. Neticede bu dervişler Yesevî Hazretlerinin dervişleridir, “işittik ve itaat ettik” diyerek, hazırlıklara girişirler. Hoca Ahmed Yesevî Hazretleri, huzuruna çıkan Saru Saltuk’a kılıcını vererek, nasihat eder ve üzerindeki vazifesinin ne kadar mühim olduğunu bir kez daha hatırlatır. İşte Yesevî Hazretlerinin manevî himayesinde yola çıkan bu kafilenin Balkanlardaki son durağı Blagay’dır. Blagay, Bosna’nın Mostar şehrine yirmi kilometre uzaklıkta bir yerdir. Saru Saltuk buraya bir tekke kurar. Tekkeyi kurduğu yerin manası derindir. Büyük bir kayalık dağ ve o dağın altından kaynayıp bir nehiri besleyen coşkun bir su ve sırtını o dağa yaslamış, suyun kaynağını tutmuş bir tekke… Dağ Kur’an-ı Kerim, dağın altından kaynayan su Kur’an-ı Kerim’den süzülen, İslâm’ı meydana getiren her şey, sırtına dağa yaslamış, kaynağın başını tutmuş olan tekke ise “Tasavvuf”, yani Kur’an’a dayanan, Kitabullah’dan beslenen ve o kitabın getirdiği dinin bulanmadan, donmadan, tıkanmadan akmasına vesile olan, en son dini en güzeliyle yaşama ve yaşatma dâvasının ismi olan Tasavvuftur. İşte eşyaya, maddeye mânâ kazandıran, coğrafyayı derinlemesine işleyerek, toprak parçasını vatan mefhumuna istihâle ettiren muhterem ecdadımız, Fatih Sultan Mehmed Han Hazretleri bölgeyi zahiren fethetmeden asırlar evvel mânâ planında fethetmiş ve oralara Türk-İslâm mührünü vurmuştur. Saru Saltuk ve Yesevî dervişlerinin birkaç satırla ifade ettiğimiz bu seyahati bundan yedi asır evvelini düşündüğümüz zaman çok büyük bir hadisedir. Türkistan ile Blagay arası, Saru Saltuk kafilesinin geldiği yola göre hesapladığımızda takriben on bin kilometreye tekabül etmediktedir. Yolların olmadığı, asayiş bakımından tehlikeli topraklarda geçen bu seyahati gerçekleştirmek, hatta böyle “dönüşü olmayan” bir seyahate çıkmayı kabul etmek, bugünün yapılan bir programa yahud sohbete gelmeye dahi kırk dereden su getiren insanının havsalasının dışında olsa gerek diye düşünüyoruz. Ecdadımız ile bugünün neslinin manevî gerilimi, ihlâsı, hizmet aşkı arasındaki farkı bu misalden yola çıkarak herkes düşünmeli ve kendine düşen payı almalıdır. Yukarıda ifade ettiğimiz gibi ecdadımız topraklardan evvel gönülleri fethetmiştir. Toprağın fethi zahir planındaki iştir ve diğerine göre kolaydır, güçlü bir ordun varsa tepeler geçersin, tıpkı Cengiz Han’ın yaptığı gibi ama o tepelediğin topraklarda gönüllerin fethini gerçekleştirememişsen bir insan ömrü kadar bile o coğrafyada kalamazsın. Yakın uzak geçmişte bunun misalleri çoktur. 12.-14. asırlar boyunca gerçekleşen bu manevî fetih bize çok şey anlatmalıdır. Bizim ecdadımız, ismini, cismini, toprağını bilmediği yerlere giderek oraların insanının gönlünü kazanmıştır. Biz ise bugün bırakınız böyle bir gönül kazanmayı, böyle bir şeyi aklımızın, ruhumuzun gâyesi haline getirmeyi, kendi içimizde birbirimizi boğazlamanın derdindeyiz. Balkanlar, Kafkaslar gibi yetmiş iki milletin yaşadığı yerlerde asırlarca huzuru tesis etmiş olan Türk milleti bugün kendi içinde birçok müşterek paydasının bulunduğu grupları dahi bir arada tutmakta güçlük çekmektedir. Dün ecdadımız o birlikteliği nasıl tesis etti, bugün biz niye sürekli bölünme senaryoları tartışıyoruz? Sualini kendimize sormalıyız. Türk milletinin bütün fertleri olarak partizanlığı bırakmalı ve “büyük ülkü”ye odaklanmalıyız. Partiler, siyasîler birer araçtır ve “gün”e yönelik politika yaparlar, yaptıkları politikanın temelinde ise aritmetik hesaplar vardır. “Demokrasi” dedikleri ne idüğü belirsiz, nereye çeksen oraya gidecek ve bugün adeta siyasi bir put haline dönüştürülen ucube mefhumu bir kez daha düşünmeliyiz. Biz Türkler o devasa devletlerimizin idaresini, ilk çağ Yunan filozoflarından öğrenmedik, bugünde idaremiz için onların torunlarından kopyala-yapıştır yapmanın bir mânâsı yoktur. Göktürk Hakanı Bilge Kağan’ın, asırlar evvelinden “Ey Türk titre ve kendine, dön” hitabını, slogan bayağılığına saplamadan iyi tefekkür etmeliyiz. O günki Türkler kendinde olsaydı böyle bir hitap gelmezdi, demek ki Türklerde kendinden, özünden bir kopuş meydana geldi ki ecdadımız o sözü söyleyip o taşlara kazıtmak ihtiyacını hissetti. Bugün de bizler için o söz tazeliğini korumaktadır. Hoca Ahmed Yesevî Hazretleri, Saru Saltuk’u, Çin, Hindistan, hatta İslâm olmamış Türkistan bölgeleri varken niye Anadolu’ya, Balkanlara gönderdi? Osmanlı nasıl kuruldu? “13. Asır Anadolusu”nu Moğol fırtınasından muhafaza eden manevî dinamikler ne idi ve o maneviyat erleri, Osmanlı’yı nasıl kurdu, İstanbul’un fethi nasıl gerçekleşti? Sakarya nehrinden Tuna’ya, Nil nehrine nasıl gittik ve Viyana’dan Sakarya’ya nasıl geriledik? Bütün bu sualler birbiriyle bağlantılıdır, derinlemesine tefekkür edilmelidir ve Râd Sûresi 11. Âyeti olan “Allâh (celle celalühü) bir kavmi- tağyir etmez- değiştirmez o kavim kendi nefsini, halini değiştirmedikçe.” ile alâkası olsa gerektir.  655 Bulgaristan’ın Son Devir Osmanlı Ulemasından Hocazade Mehmet Muhiddin Osman Kılıç Hocazade Mehmet Muhiddin Efendi, 1858 yılında Şumnu’da doğmuştur. Babası Hacı Hüseyin Efendi de Şumnu’da Eski Cami Müderrisidir. Aynı zamanda uzun yıllar, Şumnu Müftüsü olarak hizmet görmüştür. Oğlu Mehmet, babasının yolunda yürümüş, evvelâ Şumnu’da, sonra da İstanbul’da tahsil görmüştür. İstanbul’da medresede tahsiline devam ederken, Şumnu’ya bağlı büyük bir Türk köyü olan Yankova’da ramazan hocalığı yapmış, senelerce burada halka vazu nasihatte bulunmuştur. Daha sonra İstanbul’dan İcazetini alıp memlekete dönmüştür. Babasının makamına oturmuş, Şumnu Müftüsü olmuştur. Aynı zamanda Eski Cami Müderrisi sıfatıyla ders okutmuş, büyük küçük Müslüman halkın Hocası olmuş, herkesin sevgi ve hürmetini kazanmıştır. 1905’lerde Başmüftü Kaymakamı olarak Sofya’ya gelmiştir. Gerek şahsi hayatında, gerekse memuriyet makamında, halk ve adalet yolundan zerre kadar inhiraf etmemiş, siyasî büyükler önünde, çizgisinden kıl payı ödün vermemiştir. İlmiyle âmil büyük bir din ve ilim adamıdır. Yüksek bir salabet’i dînîyye sahibi olan bu zatın, bazı çevrelerce tutucu olarak gösterilmek istenmesi ne yazık ki, kabrinde bile onu rahatsız edecek kadar haksız ve yersizdir. Yine bazı, Bulgaristan’la ilgili son çıkan eserlerde, merhumun fotoğraf çektirmeyecek kadar tutucu olduğunu söyleyenlere rastlanmaktadır. Bu da bir haksızlıktır. Fotoğraf çektirmeyen bir adamın, kitaplarımıza aldığımız resimleri nereden geliyor acaba? Bu hususta da yaptığımız gibi herkesin eline, eteğine, omzuna basarak ileri çıkıp poz vermiyor, sırf bazı gazete ve kitapçılarda görünebilmesi için, objektif karşısına çıkmaktan hoşlanmıyordu, o kadar. Hocazade Efendi’nin Başmüftü olarak Sofya’da bulunduğu zamanlarda, balkan harbinde esir düşen Türk askerlerine de çok büyük yardımları dokunmuştur. Başmüftülüğün öncülüğünde toplanan aynî ve nakdî yardımların, Türk esirlerine dağıtımı işlerinde, büyük ve hayırlı faaliyetleri olmuştur. Gerek o zamanlarda İstanbul’daki Meşihat’a bağlı olan başmüftülük makamında gösterdiği mesleki başarılar, gerekse Türk esirlerine yapılan yardımlarda oynadığı müspet role karşılık kendisine Babı Meşihat tarafından “Edirne Payelesi” rütbesi tevcih edilmiştir. Başmüftülükten ayrıldıktan sonra bir süre “Divan-ı Ali-i Şeri Reisliği”nde de bulunan hoca, Nüvvab’ın kuruluş heyetinde de bulunmuş ve sonra emekli olarak Şumnu’ya döndüğünde bir müddet Mekteb’i Nüvvab’ın Ali Kısmında “Usul-ü Fıkıh” dersleri okutmuştur. Fani dünyanın geçici değerlerine bel bağlamayan, şeriat hukukundan ayrılmayan, yakını ve sevdiği de olsa, yine adalet üzere fetva ve hüküm veren bir dînî otorite sıfatıyla, bütün Müslüman Türk halkının sevgi ve hürmetini kazanmıştır. Cenazesinde, arkasında yürüyen bu kalabalık bunun en canlı bir delilidir. Bu arada, merhumun üstün meziyet ve faziletlerine delil olarak bazı hâdise ve hususları zikretmeden geçemeyeceğim. 1. Bulgaristan Türk halkının ruhani reisi olarak Başmüftülük makamını işgal ettiği yıllarda, koltuğunu hakkiyle doldurmuş ve hiçbir zaman Hariciyye ve Mezahip Nezaretinin elinde oyuncak olmamıştır. Dışişleri bakanlığı ondan habersiz bir müftü tayini yaptığı zaman, sarığı ve cübbesiyle, bir Müslüman Türk Reis-i Ruhanisine yakışır bir şekilde gitmiş, Mezahip müdürünün masasına Başmütülük mührünü bırakıvermiştir. Şahsına ve makamına yaraşır bir şekilde: “Madem bana sormadan iş yapıyorsunuz, o hâlde burada benim işim kalmamış, bana ihtiyaç yok”, diyerek hiç kimseye veda etmeden Dışişleri Bakanlığı’nın kapısını vurup çıkıvermiştir. Böyle bir Başmüftü, Bulgaristan’da seyrek görülmüştür. Ondan sonra rica minnet, kendisinden özür dilenilmiş ve ancak onun inhası ve malûmatı ile tayinler yapılacağı hususunda teminatlar verilerek makamında kalmasına ikna ve razı edilmiştir. 2. Bankada muhafaza ettiği bir miktar servetinin faizinin tamamını, her bayram fakir fukaraya, ehline tesadduk ediyordu. 3. Merhumu ancak öğle yemeğinde görebiliyorduk. Sabah ve akşam yemeklerini eşim, odasına götürüyordu. Öğle yemeğinden sonra, eşimin pişirdiği kahveleri içerken kedisiyle sohbet ediyorduk. Genellikle “havadisler nasıl, ne var ne yok” diyerek ahval-i âlemden haberdar olmak isterdi. İşte o zaman biz de kendisine dünyanın siyasî durumu hakkında bazı bilgi ve haberler aktarıyorduk. Yani kendisi bu ileri yaşına rağmen inzivaya çekilip dünyadan bihaber yaşamıyordu. Bir gün, yine öğle yemeğinden sonra yaptığımız sohbet esnasında, bize şöyle demişti: – Memleketin bu tarafından hayır yoktur! Bu sözleriyle Bulgaristan’ı kastediyordu. Merhum ne kadar da haklıymış. 4. Geceleri sabahlara kadar taat ve ibadetle meşgul olurdu. Çok az yemek yer fakat tatlıyı çok severdi. Eski tıbba rağbeti vardı. Ufak tefek hastalıklarda, birçok tıbbî kitabı karıştırır ve nebati tedaviyi tercih ederdi. Gecenin geç saatlerine kadar Kur’an okurdu. Herhangi bir tarikat ehli değildi. Selefi Salihin mezhebi üzerine amel ederdi. Bilhassa Fıkıh ilminde rusuh sahibiydi. Şeriat hukukunda bir benzeri yoktu. 5. Son zamanlarda ancak Cuma namazları için camiye çıkabiliyordu. Çünkü çok ihtiyarlamıştı. Buna rağmen, Cuma namazından eve hiçbir zaman boş elle dönmezdi. Bir kasap ya da bir manava uğrar, mendilinde eve muhakkak bir şeyler getirirdi. Bu da İslâmda, bir aile reisinin, efradı ailesini, kendi eliyle, helal maldan beslemesinin ibadet sayılmasından ileri geliyordu. 6. İsraftan, şiddetle sakınıyordu. Oldukça bir serveti olmasına rağmen, sadece iki kat elbisesi vardı. Bir kat adamlık, bir de her günlük. Bir arefe günü, camiden gelirken para cüzdanını düşürmüştü. Rahmetli Hami nine, Polise haber verelim efendi, bir araştıralım, deyince şu cevabı vermişti: – Bize kısmet değilmiş, dünya malının ne ehemmiyeti var hanım, bulunursa bulunur, bulunmazsa ne gam, boş ver. Bir gün köylüler kendisine şöyle bir sual sormuşlar: – Hoca efendi, bu tütünü israf diyorlar, ne dersiniz? O anda sigarasını içmekte olan hoca, cevap vermeye acele etmez, devamlı sigarasını çekiyormuş. Artık parmaklarını yakacak kadar bir küçük izmarit kaldığı zaman, cevabı yapıştırmış. – İşte böyle, benim gibi içerseniz, israf değildir. Merhum H. İsmail Ezheri’den dinlemiştim. 1950 yıllarında, Türkiye’ye gelmezden evvel, rahmetli H. Ahmet Davutoğlu ile Hocaya gelirken maksatları hem veda etmek, hem de hicret konusunda onun fikrini ve iznini almak. – Biz hicrete niyet ediyoruz, acaba ne dersiniz, Hoca Efendi? derler. Bunun üzerine Hoca hemen Kur’an-ı Kerim’den iki ayet okur ve onları Türkiye’ye uğurlar. Yanından çıktıktan sonra iki arkadaş kendi aralarında şöyle konuşurlar: – Sanki biz bu ayetleri bilmiyor muyduk, neden Sorduk? Keşke sormasaydık. Ne kadar da büyük bir gaf yaptık. Pot kırdık. En sonunda bir hususu daha belirterek Hocanın hakikî şahsiyet ve karakterini çizmek isterim. Hoca, Şumnu’da müftüdür. Büyük bir devlet adamı şehri ziyarete gelmiştir. Bu arada şöhretini duyduğu Müftü Efendi’yi de ziyaret etmek ister. Müftülükte gerekli hazırlıklar yapılmıştır. Türk halkının ileri gelenleri, bütün eşraf müftülükte toplanmıştır, yüksek misafir bekleniyor. Bir ara, “geliyor” haberi verilir. Herkes dışarı çıkar. Büyük devlet adamını karşılayacaklar. Fakat hoca hiç yerinden kıpırdamaz. Halk telâş içinde. Hele mahzur, bir aşağıya, bir yukarıya koşar durur. Adam geliyor, bizim Müftü Efendi hiç oralı değil. Rezil oluyoruz. Acaba nasıl söylesek, yoksa unuttu mu? Nihayet devlet adamı gelir. Mahkemeye girer Hoca Efendi bütün vakar ve heybetiyle makamında oturmaktadır. Yerinden kalmaz bile. Biraz konuşup görüşürler, ziyaret biter. Misafir kalkıp gider. Hoca uğurlamak için yine yerinden kalkmaz, kılı bile kıpırdamaz. Sonra halk iki büklüm, hocaya sorarlar: – Niçin kalkmadınız, niçin bu yüksek misafiri dışarıda karşılamadınız? Hocanın cevabı: – O, beni değil, makamımı, Şeriat mahkemesini ziyarete geldi. Mahkemenin üzerinde bir kuvvet tasavvur edemiyorum. Evime gelseydi, o zaman durum değişirdi. Şahsi misafirim olarak onu ta sokakta, kapının önünde karşılardım.654 Makedonlar Türk Tarihini Tahrip Ediyor Ayhan Demir Ancak Makedonların, Türk tarihine verdiği zararların hangi birini anlatalım?..Vardar Nehri’ne doğru dönüp derin bir nefes aldığınızda, ciğerleriniz Osmanlı tarihi ile dolar. Şehrin iki yakasını birleştiren Fatih Sultan Mehmet Köprüsü, bunlardan sadece bir tanesidir. Bu köprü, 2002 yılından itibaren, bir dizi restorasyondan geçti. Ancak Şehir Anıtları Koruma Kurulu’nun restorasyon çalışmalarındaki tüm yazışmalarda, köprünün adı “Justinyen Köprüsü” ve “Taş Köprü” olarak kullanıldı.
 Restoran çalışmaları kapsamında, köprü mihrabiyesinin karşı tarafına bir plaket yerleştirildi. Üzerine; “1689 yılında bu köprüde, Kumanova dükü Karpoş’un asıldığı” iddiası yazıldı.
 Osmanlı’ya başkaldıranlar kervanının bir mensubu olan ‘İskender Bey’in, Türk Çarşısı’nın orta yerinde yer alan, at sırtındaki heykelini de listeye ilave etmeliyiz. 
Şehrin batı yakasındaki, Burmalı Camii ise başlı başına bir hüzün sebebidir.
Karlızade Mehmed Bey tarafından 1494 yılında yaptırılan Burmalı Camii, 1923 yılında, dönemin Sırp rejimi tarafından yıktırıldı. İki yıl sonra, yerine subay ordu evi inşa edildi. Ancak Burmalı Camii’nin ahı tutmuş olacak ki, 1963 yılında meydana gelen depremde yerle bir oldu. Kısa süre öncesine kadar yeşil alan olarak kullanılan bu arazi, son birkaç yıldır, yeniden tartışmaların odak noktası oldu. 
Makedonya Hükümeti, buraya Ortodoks Kilisesi inşa etmeyi planlıyordu. Ancak Makedonya’daki Türk, Arnavut ve Boşnak Müslümanlar, koordinatörlüğünü Ramadan Ramadani’nin yaptığı, Burmalı Camii Platformu ile kuvvetli bir ‘dur’ ihtarında bulundular.
Her ne kadar kilise inşaatından vazgeçilse de, Burmalı Camii’nin “Üsküp 2014” projesine dâhil edilmesi sağlanamadı. Tartışmalar parlamentoya kadar ulaştı. Ancak Makedon yetkililer, bildiklerini okumaya devam ediyorlar. Sessiz sedasız, Burmalı Camii arazisine yeniden ordu evi inşa ediyorlar.
Geçen hafta, “Üsküp Skopje’ye devşirilirken, Türk politikacılar ne yapıyorlar diye bir sual aklınıza gelmiş olabilir” demiş ve ilave etmiştik: “Türk partileri, Makedon partilerine angaje olmuşlar.”
Yalnızca Türk Demokratik Partisi-TDP değil, Erdoğan Saraç liderliğindeki Türk Milli Birlik Hareketi-TMBH ve Adnan Kahil liderliğindeki Türk Hareket Partisi-THP için de benzer şeyler rahatlıkla söylenebilir.
TDP, Cumhurbaşkanı Gjorge Ivanov ve Başbakan Nikola Gruevski’nin; THP ve TMBH de, Sosyal Demokratlar Birliği-SDSM lideri Zoran Zaev ve Cumhurbaşkanlığı adayı Stevo Pendarovski’nin elinden tutup Türk köylerini gezdirdiler.
Arnavut cephesinde faklı bir şey yok. Menduh Thaçi liderliğindeki, muhalefetteki Arnavutların Demokratik Partisi-DPA ve Ali Ahmeti liderliğindeki, iktidardaki Demokratik Bütünleşme Birliği-DUI, Arnavutların çıkarlarından ziyade, kendi çıkarlarını önceliyorlar.
Üsküp Meydanı, at meydanına dönüşürken seyretmekten başka bir şey yapmadılar. Burmalı Camii’nin yerine kilise ya da ordu evi yapılması umurlarında bile olmadı. Nüfusun neredeyse yüzde 40’ı Müslümanların olan Makedonya’da, Müslüman bir Cumhurbaşkanı ya da Başbakan talep etmek gibi bir dertleri de olmadı.
Makedonyalı Arnavutların, Besa isimli yeni bir siyasi oluşumu daha var. Besa Hareketi’nin kurucu ve ideologları arasında Afrim Gaşi ve Zekeriya İbrahimi gibi önemli isimler bulunuyor. Ancak hareketin ölü doğduğunu, şimdiden söyleyebiliriz.Makedonya’daki bu tablonun tek sorumlusu elbette ülkedeki Türk ve Arnavut siyasetçiler değil. Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri de üzerine düşen vazifeyi yeterince yerine getiremedi. Ne “Skopje 2014” projesinin hayata geçirilmesi önlenebildi, ne de Burmalı Cami’nin bu projeye dahil edilmesi sağlanabildi.
Sadece Üsküp değil, Pirlepe, Manastır ve Ohri şehirlerindeki, bir çok Osmanlı Türk eseri ilgi bekliyor. Üsküp’teki Sultan Murat Camii, Pirlepe’deki Çarşı Camii ve Manastırdaki Yeni Cami, eski ihtişamlı günlerinden çok uzaktalar. Ohri’deki İmaret Camii yıkılıp yerine kilise yapılalı da tam 12 sene oldu. 
Sayın Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun Dışişleri Bakanı olduğu dönemde yaptığımız çağrıyı tekrarlayalım: Türkiye, bir an evvel “Skopje 2014” projesine müdahil olmalı.Burmalı Camii’nin yeniden inşa edilmesi sağlanmalı.
Sözlerimizi, halen Üsküp’te yaşayan Türk edebiyatçısı Avni Engüllü’nün,Üsküp’ün Ortasında Burmalı Camii isimli şiirinden birkaç mısra ile noktalayalım:
Her şey geri geri döndü bir anlığına Önümde göklere değen o güzel minaresiyleBurmalı cami gene doluydu şadırvan kurnalardan sular şırıl şırıl herkes namaza durdu  Üsküb’ün ortasında burmalı camide hâlâ yaşayan o eski hisle.
653 Deliorman Bir Zamanlar Hafızlar ve Pehlivanlar Diyarıydı Osman Kılıç Bulgaristan Türkünün milli benlik ve dini ruhunun muhafazasında en mühim rol oynayan amillerden biri de "Hafız Duaları"dır. Bilindiği gibi dört büyük semavi kitaptan "Kur'an-ı Kerim" son Peygamber Hazreti Muhammed (Sallallahü Aleyhi Vessellem)'e verilmiştir. Bu mübarek kitap âhir zaman Peygamberinin en büyük mucizesidir. Kur' an-ı Azımüşşanın birçok hususiyetleri vardır. "Hıfz", işte bunlardan biridir.Müslüman halkıyla meskun olan beldelerde, hafız yetiştiren hocalar vardır. Kendileri de hafız olan bu kimseler, 8-10 yaşındaki çocukları hafız çıkarırlar. Hele Deliorman'da bu âdet çok yerleşmiş, şöhret bulmuştur.Hemen şunu da ilave edelim ki, bu çok ağır bir iştir. Arapça olarak nazil olan Kur'an-ı Kerim, Türkler için yabancı bir dil olmasına rağmen, kolayca ezberlenir. Henüz kendi ana dilini bile lâyıkiyle öğrenmemiş olan bu genç ve körpe dimağlar, bülbüller gibi şakıyarak mihaniki bir şekilde de olsa, Kur'an-ı Kerim'i ezberlerler ve sonunda büyük halk kitleleri karşısında baştan aşağıya, merasimle okurlar.Deliorman'da oğlunu bir başpehlivan olarak görmek isteyen köylüler olduğu gibi, hafız olarak yetiştirme arzusunda bulunan Türk köylüleri de pek çoktur. Kızlarını da hafız yapmak isteyenler vardır. Erkeklerin yanında, kızlardan da hafız olanların sayısı hiç de az sayılmaz.Çocuğunu hafız yetiştirmek isteyen köylü, evvela bir hoca hafız bulur. Eski zamanlarda hafız yetiştiren hocalar pek boldu. Çocuk hocanın evine götürülür, hoca-hafıza teslim edilir. Tabiî ki, bu iş için hoca-hafiza bir ücret ödenmektedir. Bir ya da azami iki yıl zarfında çocuk, bu hocanın evinde, usulüne uygun bir şekilde çalışır ve Kur'an-ı Kerim'i, baştan sona ezber eder.Hıfz işi tamamladıktan sonra, eğer hoca başka bir köydeyse, çocuğun babası evvela kendi köyünde komşularını evine davet eder. Buna Deliorman halk dilinde "danışıklık" denir. Davetlilere sofralar kurulur, yemekler verilir. Yemekten sonra hane sahibi, davetli komşularına:—“Komşular, ben bir cemiyet yapma niyetindeyim. Çok misafirlerim olacak. Kendilerini karşılama ve ağırlamakta bana yardımcı olur musunuz?" der.Komşular da eğer mevsim müsaitse:— "Sana yardım etmeye hazırız." derler.Böylelikle bir hafız duası yapılmasına karar verilir. Bir gün tayin edilir. Ekseriyetle iş ve hasat zamanları haricinde yapılır bu gibi cemiyetler. Bütün köylüler, merasimle, at arabaları ile hafızı alıp kendi köylerine getirmek için, hocanın köyüne giderler. Uzun bir at arabası kervanı kurulur. Kervanın önünde Yeşil Sancak-ı Şerif dalgalanmaktadır. Etrafa dini bir atmosfer çöker. Her tarafta ilâhi sesleri duyulur. Ezanlar, kuranlar okunur. Âdeta yer yerinden oynar. Dini ve ilahi duygular coşar. Kalpler Allah aşkıyla çarpar.Etraf köyler duaya davet edilmiştir. Kadın erkek, çok misafir gelir.   80 — 100 köyün davet edildiği vakidir. Bin-iki bin hanelik köyler pek çoktur. Dua yapılan köye bu yüzden binlerce halk toplanır. Her köyden gelen yabancılar, belli bir aileye verilir. Davet edilen bütün köyler, ayrı bir hanenin misafiri sayılır. Her köy, misafir kalacağı haneyi, organizasyon komitesinden öğrenir.Sabah, öğle ve ikindi namazlarında sonra kalabalık bir cemaat huzurunda, küçük hafız, hocasının önünde, 3-4 cüz okur. Cemaat da küçük hafızı, bülbüller gibi şakıyan bu yavruyu, huşû içinde dinler. Kadın ve erkekler aynı yerde bulunmaz. Kadınlar için ayrı yerler vardır.Her namaz vakti girmezden evvel, tekbir sedalarıyla hafız, evinden camiye getirilir. Her defasında Sancak-ı Şerif çekilir. Sancak önde, büyük bir kalabalık, tekbir sedalarıyla etrafı çınlatarak, küçük hafıza refakat eder. Sonra yine evine sancakla götürülür. Dört gün boyunca köyde ilahi ve kutsi bir hava eser. Gönüller dini vecd ile coşup taşar. Etraftan gelen Müslümanlar arasında bir kaynaşma ve bağlantı kurulur. Dini dayanışma duyguları kuvvetlenir. İslami duygular şahlanır. On binlerce Müslüman Türk, tekbir sedalarıyla İslâm'ın vahdetini, Kur'an-ı Kerim'in azametini ilân eder.Dördüncü gün nihayet son cüz'e gelinmiştir. "Nebe" süresiyle başlayan Kur'an-ı Kerim'in bu 30. cüz'ünün okunması, âdeta bir dini merasim manzarası arz eder. Dört günden beri hocasının önünde Kur'an-ı Azimüşân'ı baştan başa ezbere okuyan küçük ve genç hafıza yardım olmak üzere, ondan evvel duası buyurulan hafızlar bugün ona yardıma gelmişlerdir. Hepsi küçük hafızın etrafında halka olurlar ve onun hocasının önünde son cüz'ü beraber okurlar. Sırası geldikçe her hafız bu cüz'ün bir süresini okur. Böylelikle Kur'an-ı Kerim baştan aşağıya, büyük bir cemaatin huzurunda okunmuş olur. Bundan sonra merasimin ikinci kısmına geçilir. Memleketin meşhur âlimleri tarafından vaaz verilir. Kadınlara ve erkeklere ayrı ayrı olmak üzere, iki hoca kürsüye çıkar ve halka vaaz ederler. Bu vaazlarda Müslüman halkı ilgilendiren konular, özellikle Kur'an-ı Kerim ve ona mahsus olan hıfz etme olayı hakkında bilgi verilir, bu mukaddes kitabın ebediyet ve kutsallığı vurgulanır.Vaazdan sonra da güzel sesli bir hafız tarafından bir Aşr-i Şerif okunur, dua yapılır. Böylelikle genç hafız, resmen halk önünde verdiği imtihan sonunda Hafız-ı Kur'an olarak ilân edilmiş olur.Duası buyurulan genç hafızlar yeşil hırkalar giyer. Kız hafızlar ise başörtüsü olarak yeşil bir voal örtünürler. Oğlanın başında yeşil sarık, kızın da yeşil türbanı bulunur. En nihayet bütün cemaate de şerbetler ikram edilir.652 Kosova-Prizren Hattı Hüseyin Öztürk Kosova denildiğinde hepimizin yüzünde tatlı bir tebessümle birlikte, hafif de bir burukluk belirir. Tebessümün sebebi; tarihi, kültürel ve ekonomik olarak bağlarımızın her geçen gün artarak devam etmesi, burukluğumuzun ise son yüzyıldır Kosova'nın kendi içinde yaşadıklarıdır. Pasaportla gidip gelsek de Kosova'nın başşehri “Priştine” ve tarihi dokusunu halen koruyan “Prizren” başta olmak üzere hangi şehrine gitsek, sanki Türkiye'de herhangi bir vilayete gitmişiz gibi bir duyguyla dolaşılır oralarda. Kosova'nın her noktasında mutlaka Türkçe konuşan "Evlad-ı Fatihan"lara rastlarsınız. "Biz Karaman’dan, biz Manisa'dan, biz Denizli'den, biz Adana'dan, biz Niğde'den gelmişiz" diye vilayetler sayılır dökülür. Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan'ın, Başbakan iken Kosova ziyaretinde söylediği, "Kosova Türkiye'dir, Türkiye Kosova'dır" ifadesini bulursunuz. Kosova ve diğer şehirlerinde ticari olarak neler yapılabilir meselesine kısaca değinmeden önce Türkiye'den Kosova'ya giden herkesin uğramadan gelmediği, Sultan I. Murad Türbesi hakkında kısaca bilgi paylaşmak isterim. "Kosova Sultan Murad ile Sultan Murad Kosova ile anılır" ve Avrupa içlerine "İpek Yolu"nu Sultan I. Murad açar. Sultan I. Murad Hüdavendigâr Türbesi, Priştine—Mitroviça yolunun 6. kilometresinde, Mazgit köyünde bulunur. Balkanlar'daki en eski Osmanlı eserlerinden birisi olan ve Kosova'nın en çok ziyaret edilen tarihi, dini ve kültürel mekânların başında gelir. Türbenin bulunduğu yer, "Meşhed-i Hüdavendigâr" olarak anılır. Meşhed-i Hüdavendigar, şehid olunan veya şehidlerin bulunduğu yer anlamına gelir. Yine kısaca o günlere bir yolculuk yapalım. Osmanlı ve Sırp orduları arasında 10 Ağustos 1389 tarihinde Kosova Ovası'nda meydana gelen savaşı Osmanlı ordusu kazandı. Sultan I. Murad Hüdavendigar savaşın ardından savaş meydanındaki askerlerinin durumunu incelerken, Sırp Miloşobiliç'in saldırısı sonucu şehid oldu. Sultan I. Murad'ın şehid edildiği bu yerde iç organları gömüldü, oğlu Sultan Yıldırım Beyazıt tarafından türbesi yaptırıldı. Sultan'ın tahnit edilen naaşı ise Bursa'ya getirilerek Çekirge'deki türbesine defnedildi. Türbe 2005 yılında Türkiye Diyanet Vakfı tarafından restore edildi. Türbe kompleksi içerisinde atıl durumda bulunan "Selamlık" binası ise Türk İş Birliği Koordinasyon Ajansı (TİKA) Başkanlığı tarafından "Sultan I. Murad, Kosova Savaşı ve Balkanlar'da Osmanlı Mirası" konulu bir "Kültür ve Tanıtım Evi"ne dönüştürülerek, 4 Kasım 2010 tarihinde Başbakan olan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından hizmete sokuldu. Bu tarihten itibaren gelen ziyaretçilere daha iyi hizmet verilmesi amacıyla Sultan I. Murad Türbesi'nin işletmesi ve bakımı TİKA'nın katkıları ile Meşhed-i Hüdavendigar Derneği tarafından yapılıyor. Kosova'nın Türkiye ve insanımız için öneminin başında, elbet yüzyıllardır süren ortak değer yargılarımız gelir. Son 10 yılda ise ticari ilişkilerimizle kültürel ve sosyal münasebetlerimiz, sadece Kosova'da değil, Balkanlar'ın tümünde arttı ve artmaya da devam ediyor. Balkanlar'ın her yerinde hem büyük hem de ortak ölçekli firmalar için ciddi iş sahaları bulunuyor. Turizm, gıda, tekstil ve inşaatın önde geldiği söylenebilir. Kosova ve Makedonya bir üzüm sahrasıdır. Önümüzdeki yılların yükselen değeri pekmez olacaktır. Buralarda ise pekmez ve kuru üzüm pek bilinmiyor ve ticari olarak değerlendirilememiyor. Turizm açısından ise Kosova ve diğer Balkan ülkelerinde keşfedilmeyen pek çok mekan olduğu ifade ediliyor. İnşaat meselesine gelince; otel, konut ve işyerleri hususunda büyük boşluklar olduğu sıkça dile getiriliyor. Bu sahalarda Alman firmalarının hızlı bir şekilde Kosova'da iş yaptıklarını da hatırlatalım. Balkanlar ile ortak değerlerimizden birisi de türkülerimiz, deyimlerimiz ve atasözlerimizdir. Hepimizin bildiği şu deyimle mesajlarını aktarıyorlar: "Burada un var, şeker var, yağ var, sadece helva yapacak adama ihtiyaç var. Haydi buyurun" diyorlar. Sözün özü; Kosova ve Balkanlar, I. Murad Hüdavendigâr'ın bir emanetidir.650 Camiler Ve Mezarlıklar Beldesi Bosna Hüseyin Öztürk Cennet ve Cehennemin tarifi, her insanın kendi inanç çerçevesine göre değişebilir ve algılaması farklı olabilir.
Mesela bana; “Cenneti tarif etseniz, nasıl anlatırsınız” deseler, Saraybosna’nın merkezi hariç, doğusundan batısına, kuzeyinden güneyine kadar bütün coğrafyasının, Cennet’ten bir parça olduğunu söylerim.
Evet, bizim ülkemizde de öyle güzel yerler vardır. Karadeniz’in doğusu da batısı da böyle Cennet misali güzelliklerle doludur ama Saraybosna başka.
Atalarımız Osmanlı, İslam’a dayalı olarak kurduğu medeniyette, sadece insanı ele almamış. Dağlara, taşlara, sulara, ovalara, ormana, yer altındaki ve üstündeki hayvanlara kadar her ayrıntıyı düşünmüş ve ona göre bir sistem kurmuş.
Belki ne demek istediğim tam olarak anlaşılmayabilir. Ben de net olarak ifade edememişimdir.
Anlamak ve algılamakta zorlananlar varsa, kabahati bana yükleyip, kendilerini yormasınlar. Çünkü anlatmak istediklerim yazıyla değil, bizzat yaşayarak anlaşılabilir.
Bütün Bosna’nın, içinden veya hemen kıyısından su geçmeyen tek il, kasaba ve köy yoktur desem abartmış olmam.
Azınlıkta veya çoğunlukta Müslüman Boşnakların yaşadığı köy, kasaba ve illerde ise beyaz minareli camilerle, beyaz mezarlıklar gösteriye çıkmış gibidir.
Ve şu iddiada da bulunmak isterim ki, yine yeryüzünün en masum Müslümanları Boşnak’lardır.
Tabi bütün Boşnak’ları kastetmiyorum. Nasıl dünyanın her yerindeki Müslümanlar içerisinde bir sürü “arızalı Müslümanlar” varsa, oralarda da vardır.
Boşnaklar İslam’ı gözlerini kapatıp hiç sorgulamadan tertemiz iman etmiş bir millettir. Bosna’nın köylerini, ilçelerini dolaşıp konuştuğunuzda böyle olduğu görülecektir.
Büyük şehir merkezlerinde bu safiyet biraz bozulmuş ve bozulmaya devam etmektedir. Sebeplerden ikisi önemlidir.
Birincisi; dünyanın her yerinde Müslümanların içine bir virüs gibi giren Selefiler’dir.
İkincisi, Türkiye’den giden “vicdan sömürücüsü cüzdan tapıcısı” tiplerin, “Müslüman kisvesi” altında yaşadıkları ve yaşattıklarıdır.
Sadece Bosna’da değil, Bütün Balkan Müslümanları, bu iki gruptan bir hayli çekmektedir.
Eğer bodoslama iman edip; imanlarını ayet ve hadislerle muhafaza etmemiş ve tasavvuf geleneğine uymamış olsalar, çoktan İslam’a veda etmişlerdi.
Selefilerin, mezarlık ve türbe gibi dine bir zararı olmayan ve aksine birlik beraberliklerini sağlayan müesseseleri yok saymaları, Boşnakları şaşırtmış ve ürkütmüş.
Bizden giden bazılarının da kendilerini “kurtulmuş, seçilmiş, seçkin,” kabul edip, sanki batan, çöken, yok olan birileri varmış gibi oradakileri “kurtarma” kılıfı altında; “cüzdanlarını doldurup, nefislerini doyurarak dünyalıklarını halledenler” ürkütmüş.
Masum Boşnaklar elbette öncelikle Allah’a güvenmekte ve iman etmekteler. Kendilerine sahip çıkacak tek ülkenin de Türkiye, dolayısıyla Cumhurbaşkanı ve hükümet olduğuna inanmaktalar.
Velhasıl; Camiler, mezarlıklar, türbeler, bir İslam toplumunun yaşadığı vatanlarının tapusudur. Bunlara sahip çıkıldıkça o coğrafyada Kelime-i Şehadetin sancağı hep dalgalanacaktır.649 Osmanlı Coğrafyasında Kurulan En Son devletlerden Karadağ’ın Dünü Bugünü Mehmet Can Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışından sonra, Balkanlar’da kurulan Yugoslavya Devleti 1990’lı yıllarda komünizmin çöküşüyle dağılmaya başladı. 1992 yılında Karadağ-Sırbistan birliği kuruldu. 21.01.2006 yılında yapılan referandumla Karadağ bağımsızlığını kazanarak Birleşmiş Milletlerinin 192. Üyesi oldu.

Karadağ’ın nüfusu Osmanlı’nın fethinden önce Hristiyandı.  Fetihlerden sonra on dokuzuncu yüzyıla  kadar İslamiyet sür’atle yayıldı. Hristiyan Hanedan ailesi İvan Crnoyeviç’in oğulları İslamiyeti en erken kabul edenlerin arasındaydılar.  İvan Crnoyeviç’in en küçük oğlu Stanişa İslamı kabul edip, İskender bey adını aldı. 

İslamiyeti kabul eden meşhur kişiler ve nesiller Osmanlı hükümetinin çok önemli mevkilerinde bulundular. Onlardan bazıları: Bosna başbuğu olan İskender Bey, Hersek Sancak Beyi olan Vraneşalı Ahmed Bey Vareşeviç, Mehmed Bey Obrenoviç, Hasan Bey Mihailbegoviç,  Ali Bey Pavloviç, Ahmed Paşa Hersegoviç vs.

1840 yılında Karadağ’da yedi Rüştüye vardı. Lise seviyesinde olan bu medreselerde hem dini, hem de ilmî dersler okutulmaktaydı. 

Facia Yılları

Osmanlı devletinin bölgeden çekilmesinden sonra Müslümanlara karşı çok sert hareketler oldu. Cami, mescid, medrese, misafirhane, hamam gibi tarihi ve kültürel eserler tahrip edildi. Karadağ Müslümanları soykırım ve manevi kültürlerinin de yok edilmesiyle karşı karşıya kaldılar. Kendi hayatlarını kurtarmak için atalarından kalan evlerini terk edip Bosna, Sancak ve Arnavutluk’da daha güvenli bölgelere yerleşmeye başladılar. 1878-1910 yıllarında Karadağ’dan 25 bin Müslüman, yani Karadağ’da yaşayan bütün Müslümanların % 80’i göç etti. 

Balkan savaşının olduğu 1912-1913 yıllarında Karadağ’ın kuzeyindeki Müslümanlar tekrar soykırıma uğradı, sürgüne zorlandı ve tarihi eserler yok edildi.

1914 yılında birinci cihan savaşı çıktı ve yine pek çok Müslüman öldürüldü. Osmanlı döneminde Karadağ’ın muhtelif köy ve şehirlerinde 162 cami inşaa edilmişti. Bu camilerin 88 i savaş, isyan, yangın ve depremden dolayı yıkıldı. 

İstatistiklere göre 1912’den 1920 yılına kadar Karadağ’daki Müslüman nüfus %80 azaldı. Bu dönemde yaklaşık 90 bine yakın Müslüman Türkiye’ye göç etti. 

1924 yılında Kovren vadisinde Müslümanlara Sırp ordusu tarafında akıl almaz bir soykırım yapıldı, çok cami yıkıldı. 

1991-1992 yıllarında eski Yugoslavya’nın dağılmasıyla, özellikle Bosna-Hersek, Kosova’da  meydana gelen savaş Karadağlı Müslümanların güvenliğini tehdit ediyordu. Bu sebeple binlerce Müslüman geçmişteki faciaları düşünerek bu defa da batılı ülkelere göç ettiler. Göçemeyip bölgede kalan Müslümanlar pek çok zulüm ve işgenceye maruz kaldılar. 1993 yılında birçok cami Sırplar tarafından yakıldı, yıkıldı. 

Günümüzde Karadağ

2006 yılında yapılan referandumla Sırbistan’dan ayrılarak bağımsızlığına kavuşan Karadağ’da son yıllarda meydana gelen sükunet ortamında kültürel yönden çok güzel gelişmeler görülmeye başladı. 

Bugün, Arnavutluk, Bosna-Ersek, Hırvatistan ve Adriyatik yoluyla İtalya ile komşudur. Yüzölçümü 13.813 km, nüfusu 672.656(1) Nüfusun %24’ü Müslümandır. Başşehri Potgorisya’dır. 

Uygun coğrafyası, deniz, karayolu, demiryolu ve hava yolu imkanları ile Karadağ, Akdeniz ile Avrupa arasında bir köprü gibidir.  

Son 15-20 yılda kırk cami yapıldı veya onarıldı. Bir kısmının da inşaatı devam etmektedir. İkinci dünya savaşı sırasında 1943 yılında bombardımandan büyük zarar gören Osman Agiça camii TİKA tarafından restore edilerek ibadete açıldı. 

Balkanların En Büyük Külliyesi

Adriyatik denizi kıyısındaki Bar şehri 1571 yılında II. Sultan Selim zamanında, Pertev Paşa tarafından feth edildi. O tarihte Bar kalesi içinde Osmanlı Padişahının ismini taşıyan ilk cami olan Selimiye inşaa edildi. 

Osmanlı devletinin Bar’daki hükümranlığı 1878 senesine kadar devam etti. Bu müddet zarfında Osmanlılar bölgede maddi ve manevi manada kıymetli pek çok eser bıraktılar. 
Günümüzde Bar şehrinin nüfusu 45 bin olup, 15 bin kadarını Müslümanlar teşkil etmektedirler. Bar kalesi içerisindeki tarihi Selimiye camii zamanla harabeye dönmüş, sadece temelleri kalmıştı. On dokuzuncu yüzyılda  Fatima Omerbaşiç tarafından vakf edilen arazi üzerine 28 Temmuz 2002 yılında Selimiye camii ve külliyesinin temeli atıldı. 

İnşaatın tamamlanmasında TİKA’nın büyük rolü oldu. Uzun süre imkansızlık sebebiyle yavaş devam eden inşaat TİKA’nın finansmanı ile kısa zamanda tamamlanarak 30 Mayıs 2014 tarihinde hizmete girdi. 

Kültür merkezi, cami ve ek binaları ile tam olarak bir külliyedir. Camide iki bin kişi namaz kılabilmektedir. Kütüphane, Konferans salonu, misafirhane, restoran, okuma ve tercüme odaları, gasılhane, çocuk bahçesi gibi sosyal bölümleri de bulunmaktadır. İslam Kültür Merkezi, muhtelif yönleriyle sadece Bar’ın değil, bütün bölgenin  her türlü dini hizmetine cevap verebilecek çok büyük bir külliyedir. Eşsiz mimarisi, inşaat kalitesi, modern ekipman ve malzemeleri bakımından örnek bir yapıdır.

(1) 2003 yılı sayımı.

Kaynak: Islamska Zajednıca U Crnoj Gorı- Bajro Agovıc

648 Devlet-i Aliyye’ye İlk İsyan Eden Balkan Milleti: Sırplar Mustafa Durdu Balkanlarda Türk demek hâlâ Müslüman demektir. Mesela Boşnaklar yani Bosnalılar Müslüman oldukları için Slavlığı kabul etmiyorlar bilakis kendilerini Türk kabul ediyorlar. Bu gerçek maalesef Cumhuriyet ile birlikte Türkiye'de değişmiş durumda. Bunun yanında Sırp demek Ortodoks demeye gelir. Yani bir Sırp Müslüman olduğunda Sırplıktan da çıkmış oluyor. Anlayacağınız işin manevî boyutu ön planda. Sırplar son derece Ortodoksluk mutaassıbı insanlar. Fakat ilk bakışta bunu fazla belli etmezler. 19. asırdan itibaren Osmanlının başını ağrıtan Balkan isyanları işte bu Ortodoks-Slav milliyetçiliğine dayanmakta idi. Tarihçi Kemal Karpat'ın dediği gibi Balkanlardaki milliyetçilik Ortodoksluk temeline dayanan bir milliyetçiliktir. Balkanlarda Slavların tarihi fazla  eskiye gitmez. Sırplar Balkanlarda ilk devletlerini 11. asrın sonunda kurmuşlar. Bu devletlerin en güçlüsü 1346 yılında Stefan Duşan tarafından kurulan Sırp Krallığıdır. Osmanlıların Sırplarla ilk karşılaşmaları 14. asır ortalarında olmuştur. 1371'de Sultan Birinci Murad'ın kumandanı Lala Şahin Paşa önderliğindeki Osmanlı ordusu Sırp ve Bulgar ittifakından oluşan kalabalık bir Haçlı ordusunu mağlup ettiler. Bu savaşa Sırpsındığı savaşı denir ki anlamı "Sırp kırımı" demektir. 1389 yılındaki Kosova savaşı da Osmanlılar ile Sırplar arasında cereyan eden ve zaferle neticelenen bir savaştır. Bu savaşta Sultan Birinci Murad şehid edilmiştir. Sırp Kralı da aynı savaşta ölenler arasındadır. Sırbistan'ın büyük bölümü Osmanlıların eline geçmesine rağmen Belgrad ancak  8 Ağustos 1521'de Kanunî tarafından fethedilebilmiştir. Belgrad Osmanlılar tarafından imar edildi. Şehre pek çok Türk ve diğer Müslüman unsurlar yerleştirildi. Sırplar daha çok kırsal kesimde yaşamaktaydı. Viyana kuşatmasındaki başarısızlığı fırsat bilen Avusturya önderliğindeki Haçlı ittifakı şehri 1688 yılında kuşatıp işgal etti. Bu işgal ancak iki yıl sürdü.  Belgrad 1717-1739 ve 1789-1791 yılları arasında fasılalarla Avusturyalıların eline geçti. Bu işgallerde ciddî oranda yağmalanan Belgrad'da pek çok cami de tahrip edilmiştir. Sırbistan'da cami tahribatı yakın dönemlere kadar sürmüş. Vaktiyle 273 camili bir şehir olan Belgrad'da bugün sadece Bayraklı camisi var. Uzun yıllar Osmanlının  adil yönetimi ile varlığını sürdüren Sırplar, Rusların kışkırtması ile isyan etmişler. 1803 yılında Osmanlıların Kara Yorgi, Cermenlerin Karageorge, Sırpların ise Kara Corcev veya Sırnı Corcev dedikleri sıradan bir çobanın liderliğinde isyan eden Sırplar, 1807'de Belgrad'ı işgal etmişler. Bu işgal altı yıl sürmüş. Şehir nihayet 1813 yılında geri alınmış. Kara Corcev de kaçmış. Bundan birkaç yıl sonra Miloş Obrenoviç liderliğinde yeniden ayaklanan Sırplar yine mağlup olmuşlar ama Osmanlılar onlara bazı imtiyazlar vermiş ve nihayet 1830 yılında resmen özerk Sırp Prensliği kurulmuştur. Miloş Obrenoviç de bu prensliğin ilk prensi olmuş. Bununla birlikte Belgrad, Semendire (Smederevo), Böğürdelen (Şabac) kalesi gibi Sırbistan'daki bazı kalelerde Osmanlı askerleri kalmaya devam etmiştir. Osmanlılar Sırplara belli sayıda asker besleme hakkı da vermiş; fakat her zaman olduğu gibi bu iyilikten maraz doğmuş ve Sırplar şehirdeki Müslümanlara karşı katliama başlamışlar ve hatta kaledeki Osmanlı askerlerine hücuma yeltenmişlerdir. Neticede Müslümanlar şehirden göç etmişlerdir. Daha sonra Batılı ülkelerin baskısı ile Sultan Abdülaziz, Nisan 1867 tarihinde Belgrad'da bulunan son Osmanlı taburunun da oradan ayrılması için irade çıkarmıştır. 1878 Berlin Antlaşması ile Sırbistan Prensliği tam bağımsız hâle gelmiş. Bu tarihten sonra ülkede Karacorceviç ve Obrenoviç hanedanları hüküm sürmüştür. Bugün Kalemegdan parkının girişinde yer alan bir taştaki yazıtta Nisan 1867 tarihinde Belgrad'daki son Osmanlı askerlerinin çekilmesine dair Sultan Abdülaziz'in hattıhümayununun Sırp tarafına teslim edilişi yazılıdır. Ayrıca bu olay taşa kazınarak resmedilmiştir. Bugün Sırplar 19 Nisan tarihini ilk bağımsızlık günü olarak kutluyorlar. Balkan savaşlarında galip gelerek Üsküp ve Manastırı işgal eden Sırplar Birinci Dünya Savaşının başlamasına da sebebiyet verdiler. 28 Haziran 1914 tarihinde Gavrilo Princip adında bir Sırp Avusturya-Macaristan veliahtı Arşidük Franz Ferdinand'ı bir saldırı sonucu öldürünce Osmanlının yıkılmasıyla neticelenen Birinci Dünya Savaşı başlamış olur. Savaş sonunda yani 1918'de Hırvat ve Slovenleri de yanlarına alan Sırplar Yugoslavya Krallığını kurmuşlardır. 1941 yılında Belgrad, Nazi Almanyası tarafından işgal edilmiş, Yugoslavya toprakları İtalya, Bulgaristan ve Almanya arasında paylaşılmıştır. İşgale karşı iki grup direniş göstermiş. Bunlardan biri Bosna soykırımında adlarını sıkça duyduğumuz Çetnikler, diğeri de Sovyet destekli Partizanlar. Çetnikler faşizan bir yol takip etmişlerdir. Partizanların lideri Josip Broz Tito idi. Partizanlar Sovyetlerin de desteği ile Ekim 1944'te Belgrad'ı ele geçirmiş ve daha sonra Çetnikleri de bertaraf etmiştir. Böylece ülke 1945'te Demokratik Yugoslavya Federayonu, 1946'de Yugoslavya Federal Halk Cumhuriyeti, son olarak da 1963'de Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti adını almıştır.647 Saraybosna’da Sakal-ı Şerife Sevgi Seli Yılmaz Öztuna 1876 yılının başında 4 tabur hassa askeri İstanbul’dan hareket etti. Bosna-Hersek eyaletimize gidiyordu. Savaş için mi? Hayır! Hâkan-Halîfe Abdülaziz Han, eyalet merkezi Saraybosna'ya Efendimiz’in Sakal-ı Şeriflerinden birkaç kıl gönderiyordu.  Alay gibi büyük bir askerî birlik, kutsal emanete saygı gösterisi olarak eşlik ediyordu. Sakal-ı Şerîf, Kâbe örtüsünden bir parçaya sarılmış olarak askerimizin başları üzerinde taşındı, Bosnasarayı’na ulaştı. Müslüman halk, Türkler, Boşnaklar, Arnavutlar, ayağa kalmıştı. Çevre illerden Hâkan-Halîfe’nin mukaddes hediyesini ve askerini karşılamak için gelenler çoktu. Bosna’daki Osmanlı askeri, saf tutmuştu. 101 pâre top atışıyle Sakal-ı Şerîf selâmlandı. Gazi Hüsrev Bey’in türbesine tekbirler getirilip ilâhîler okunarak sakal ulaştırıldı. Türbenin penceresi ile kapısı arasında duvara bağlı vitrinin içine kondu. Ziyaret etmek isteyenler, kilometrelerce kuyruk oluşturmuşlardı.  Ziyaret ancak birkaç günde bitti. Her Müslüman, yaşlı genç, elinde ve kucağında çocuk  anneler, türbeye girerek tâzim resmini yerine getirdiler. 1876’dan 1966’ya kadar her yıl Kadir Gecesi, terâvihten sonra, akıl almaz bir kalabalık, ertesi güne de taşarak, huşû içinde bu ziyareti yaptı. Hacca gidemeyen her Boşnak, hayatında en az bir defa mutlaka bu törende bulundu. 1966’da Yugoslav hükûmeti Kadir Gecesi ziyaretini yasakladı. O zamandan bu yana Gazi Hüsrev Bey türbesindeki kutsal emanetler, sadece alelâde günlerde ziyaret edilebiliyor.646 Balkanlarda Türk İslam Eserleri Feridun Ay Balkanlar, Anadolu'daki birçok bölge ve ilden daha fazla Türk İslam eserini bünyesinde bulunduran bir coğrafyadır. Bu eserlerin neredeyse tamamının devlet, vakıf ve tarikatlar eliyle yapılmış olması bölgeye ayrı bir önem kazandırır. Eserlerin çoğunlukla vakıf ve devlet eliyle yapılmış olması her birinin gerekli özellik ve bilgileriyle kayıt altına alınmasını da sağlamıştır. Eserlerin geçmişten günümüze durumunu öğrenmek adına bu kayıt ve belgeler değeri ölçülmez bir kıymet taşımaktadır. Günümüzde Osmanlı Devleti'nin beş yüz elli yıla yakın süre hâkim olduğu Balkanlardaki mimari yapıların bulunması ve değerlendirilmesi için baktığımız "Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Vakıflar Genel Müdürlüğü ve Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü Arşivlerinde" bulunan kayıtlar ışığında inşa ettiği mimarilerin tespiti yapılmıştır. Prof. Dr. Mehmet Z. İbrahimgil'in, bu arşivleri araştırması ve bölgede uzun yıllar yapmış olduğu inceleme çalışması sonucunda Balkanlar'da Osmanlı hâkimiyeti döneminde 15.846 vakıf ve resmi eserinin inşa edildiği tespit edilmiştir. Buna Türkiye dışında kalan veya kaybolan arşiv kayıtlarını ilave edecek olursak bu sayının daha da artması mümkündür. Onbir Balkan ülkesinde, günümüze kadar ayakta kalabilen eserlerin istatistiki olarak genel durumu şu şekildedir:    Balkan Ülkeleriİnşa EdilenAyakta KalanOran Arnavutluk 1015 200 19% Bosna-Hersek 3560 657 18% Bulgaristan 3339 518 14% Hırvatistan 241 52 22% Karadağ 222 95 42% Kosova 361 221 61% Macaristan 724 41 6% Makedonya 1413 484 34% Romanya 291 110 38% Sırbistan 909 162 18% Yunanistan 3771 750 20% Genel Toplam15846329021% Yukarıdaki tabloda vermiş olduğumuz belgeli veriler ışığında eserleri değerlendirdiğimizde Osmanlı Devleti'nin fethettiği toprakların öz kaynaklarını yine hâkimiyetindeki topraklara yatırım ve kültürel değer olarak aktarmış olduğunu görmekteyiz. Aksi halde günümüze kadar Balkan Müslümanları ile zamanın yıkıcılığına rağmen ortak bir duygu ve payda da buluşmamız ayakta durmamız imkânsız olurdu. Zamanın aktörleri, yıpratıcılık ve asimile etme gayretine rağmen "bölgenin sahip olduğu askeri, ticari, ekonomik, kültürel ve sosyal önemden dolayı Osmanlılar Balkanlar'da yoğun bir imar faaliyeti yürütmüşlerdir. Mevcut şehirler yeni bir anlayışla imar ve ihya edilirken, yeni şehirler ve yerleşim yerleri de kurulmuştur." İdaresi altındaki bölgelerin öz kaynaklarını yine ait olduğu yere yatırım olarak aktarmışlar. Osmanlı Devleti döneminde Balkanlara yapılan imar türlerini araştırdığımızda yapılan eserlerin bölge halkına hizmet edecek eserlerden oluştuğunu görmekteyiz. Bu yapıları kendi içerisinde sınıflandıracak olursak; dini yapılar (cami-mescit, tekke, türbe, zaviye, namazgâh, hazire, hanikâh, külliye), eğitim yapıları (medrese, mektep, darül-kura, darül hadis, okul, kütüphane), sosyal yapılar (imaret, hamam, şifahane, matbaa, şadırvan, çeşme, su kemeri, sebil, sarnıç, köprü),  ticari yapılar (han, bedesten, arasta, kervansaray, debbahane, değirmen, çuha fabrikası), askeri yapılar (kale, hisar, kule-ocak, tabya, kışla, debboy, tophane, cephane, baruthane, zindan, redif), idari yapılar (hükümet konağı, vali konağı, şeriat mahkemesi, telgrafhane, saray, belediye binası, postahane, hastane, ıslahhane, trafo, saat kulesi, köprü, çeşme, hamam), sivil yapılar (konak, kule-ev, köşk, saray) olarak sayabiliriz. Balkanlardaki Türk İslam eserleri vakıf, devlet ve devlet büyüklerinin şahsi desteğiyle olduğu gibi tarikatlar vesilesiyle imar edilmiştir. Osmanlı döneminde iskân edilen tarikatların Anadolu halkının değerlerini koruması ve bölge halkının İslam'ı tanıması bakımından çok etkili olduklarını görmekteyiz. Kitabeler-Mezar Taşları Balkanlarda bir başka Türk İslam eseri olan mirasımız da cami, medrese ve mezarlık kapılarının üzerinde bulunan yazılı tablet taşlar, mezarlar ve mezar taşlarıdır. Balkan coğrafyasındaki Müslüman kardeşlerimizin ve ecdadın mezarları ortak mirasımızın bir tapusu olarak muhafaza edilmesi gereken eserlerdendir. Özellikle günümüze kadar gelebilmiş mezar taşlarının üzerlerindeki metinler veya şekiller, yapıldıkları dönemi yansıtmaları bakımından tarihi belge niteliğindedir ve kültürümüzün birer temsilcisidir. Türk İslam eserleri olarak ele alınıp her açıdan değerlendirilmesi gereken bir husus da yazılı kaynaklardır. Osmanlı Devleti'nin her kademesinde ve en tepe makamlarda vazife-yetki almış binlerce Balkan menşeli şahsiyet bulunmaktadır. Bu kişiler görevlerinin yanında yüz binlerce Osmanlı Türkçesi ve mahalli ilim dillerinde eserler yazmıştır. Yüz binlerce el yazması ve modern hayatın ürünü olan matbu eserler günümüze kadar devlet kütüphaneleri veya dini vakıflarca muhafaza edilmeye çalışılmaktadır. Ancak günümüze kadar gelebilen Türk İslam eseri vasfındaki bu kitaplar ne yazık ki muhafaza edilememiştir. Devletimizin ve Balkanlardaki Müslümanların çeşitli kayıt ve arşiv dökümlerinde bulunan eser sayısı ile mevcut olanlar karşılaştırıldığında elde bulunanların üç katı kadarının ne yazık ki yok olduğu tespit edilmiştir. Balkanlardaki yerel yöneticiler ve yeni yetişen nesil elde olmayan siyasi ve ekonomik sebeplerle bu yazılı eserlere sahip çıkamamaktadır. Yugoslavya sonrası oluşan devletlerin iç savaşlarında, ilk saldırının bahsettiğimiz eserlerin bulunduğu mekânlara veya kütüphanelere yapıldığını, kundaklanarak yok edilmeye çalışıldığına şahitlik ettik. Bosna savaşında yazılı eserlerin bir kısmı sistemli olarak eldeki imkânlarla korunaklı mekânlara taşınmış, bir kısmı bombalanma riski her zaman mümkün olduğu için tekrar toplamak şartıyla bölge halkına dağıtılmış. Ancak bu koruma yöntemi neticesinde çoğunluğu el yazması beş bine yakın eser kaybolmuş. Daha bu yıl şubat ayı içinde Saraybosna şehrinde istikrarsız yönetim ve ekonomik bunalıma tepki amaçlı yapılan eylemlerde göstericiler eylemleriyle uzaktan yakından ilgisi olmayan Balkanların en büyük resmi Osmanlı devlet arşivini ateşe vererek yok etmeye çalıştı. Ne yazık ki kasıtlı yapılan bu saldırıda arşivin büyük bir kısmı yandı ve incelenip, kayıt altına alınmadan yok oldu. 645 Selanik'te Osmanlı İzleri Rahim Er G azi Evrenos Bey, Oğuzların "Bozok" kolundan bir akıncı beyidir. Uzun ömründe dört padişahın emrinde fetihler yapmış, Arnavutluk, Makedonya ve Yunanistan'ın alınmasında çok  büyük kahramanlıklar göstermiştir.  Yenice-i Vardar şehrini kurma tarihi ise 1372'dir. Türbesi, dışı ve içiyle klasik türbelerimizden biriyken, yıkılmaya yüz tutunca Yunan kültür bakanlığı burayı küçük bir müze gibi bir şekle sokmuş. Eser, böylece yıkılmaktan kurtulmuşsa da hem asliyeti kaybolmuş ve hem de  kemikleri bir kenara nakledilerek üstü mermerle örtülmekle mahiyetinden uzaklaşmıştır. Gazi Evrenos Camii de ayakta olan kıymetli eserlerimizden biridir. Uzun seneler çırçır atölyesi olarak kullanılmıştır. Bugün avlusu halen oto tamirhanesidir. Bir de Gazi Evrenos Bey, torunlarından Şerif Ahmed Beyin yaptırdığı saat kulesi vardır. Vakfiye olduğu, duvar kitabesindeki Osmanlı Türkçesinden okunmaktadır.    Eminzâde Hacı Ahmed Ağa Camiî ise Karaferye'nin en büyük camiîdir. Kitabesi yoksa da vakfiyesinden 18. asrın başlarında inşa edildiği anlaşılmaktadır. Bugün de mevcut olan minaresi ve kubbesiyle bildiğimiz orta dönem Osmanlı mimariînden bir şâheserdir.  Metropolitlik desteğiyle tamir edilmiş, fakat içi kiliseye çevrilmiş, mihrab ve minber örtüyle kapatılmıştır. Camide namaz kılınmasına izin verilmemektedir.  Kubbe içinde karşılıklı hatla yazılmış kelimei tevhidler -biri zedelenmiş olsa da- bugün de olanca güzelliğiyle okunmaktadır. Cami yakınındaki namazgâhın mihrab ve minberi bir Hıristiyanlık efsanesine hizmet adına yıkılmıştır. Yakındaki Müslüman Mezarlığı da bugün yoktur. Camiîn hemen yanında bulunan ve şimdilerde eski Türk okulu denen mekteb ise Selanik'te de görüldüğü gibi İttihadçılar dönemi eseridir. Şimdi de okul olarak kullanılmaktadır. Bu okulun Selanik’tekinin adı Yâdigâr-ı İttihad'tır. Camiîn sokağa bakan dış duvarındaki  oluklu çeşme hâlâ gürül gürül akıyor.   Bir günlük bir ziyarete çok yer sıkıştırılmıştı. Bu yüzden hızlı bir tur oldu. Mesela Alatini Köşkünü gezecektik. Abdülhamid Han, 3 yıl hapis yaşayacağı bu köşkün avlusundan girip merdiven basamağına ilk adımını attığında akşam ezanı okunmaya başlamış, bunun üzerine durup "aziz Allah!" demişti.  O ânı yaşamayı çok istemiştim. Gittiğimiz yerlerde âlimlerin, velilerin, sultanların, kumandanların ruhaniyeti sanki elle tutulmaktaydı. Gazi Evrenos Bey'in türbe defterine yazdıklarımla bu zâta hitab ederken geçmişlerimizin cümlesine seslendik. İşte oradan bir cümle: "Sizlere minnettarız, daima kalbimizde ve dualarımızdasınız." Ziyaretlerimizden sonra 21 Temmuz akşamı MET otelde iftar için buluştuk. Selanik belediye başkanı, Yunanlı din adamı ve misafirler de vardı. İmam Efendi orada başında sarıklı fesi ve üstünde cübbesi olduğu halde ezan okudu, yemekten sonra sofra duası yaptı.  Hamdi Topçu'dan sonra, başkan Yannis Butaris konuştu. Bağımsız seçilmiş, liberal ve zeki bir siyasetçi. O'nun gayretleriyle THY Selanik'e haftada 14 sefere başlamış. Başkan, gerçekçi. Türk-Yunan dostluğunun yeşermesiyle bundan en evvel Yunanlıların kazanacağının farkında. O akşam iki sözü dikkatimizi çok çekti. "Biz Avrupalılarla ortak, Türklerle kardeşiz" dedi  ve ilave etti: "Selanik ve İzmir, İstanbul’un ikiz kızlarıdır." Şunu hiç unutmamalı ki Suriye ve daha niceleri gibi Yunanistan’la da hudutlarımız sun'i. Yunanistan bugün zorda, maaşlar yarıya inmiş, insanlar köylerine dönmekte, manzara durgun.   İş adamlarımız, izimizin ve özümüzün olduğu yerlere gitmeli.643 Rumeli’den Anadolu’ya Prof. Dr. Sabahattin Zaim
Rumeli Beylerbeyliği Osmanlı Devleti’nde Anadolu’dan önce gelirdi. Çünkü Anadolu Kök, Rumeli ise ileriye, atiye, “Kızılelma”ya uzanan yol idi. Akıncılar, Anadolu’dan, Kafkaslar’dan, Maveraünnehir’den gelir, Rumeli’ye akarlardı.  Maalesef, yeni nesillere Osmanlı Devleti, Osmanlı dili ve kültürü unutturulurken şu anda insanlarıyla, eserleriyle, kültürleriyle Türkiye Cumhuriyeti sınırları dışında kalan, bu yerler de unutturulmuştur. 

Bugünkü nesiller son Bosna hadiselerine kadar Rumeli’deki eyâletlerden habersizdi. Tıpkı Kafkaslar, İdil-Urallar ve Türkistan’dan habersiz olduğu gibi. Rahmetli Ekrem Ayverdi Balkanlar’daki medeniyetimizi mimari sahadaki eserleriyle yeniden fethedip, ilim ve medeniyet tarihimize hediye ederken, Samiha Hanımefendi de Balkanlar’ın ve Rumeli’nin kültürünü ve sosyal hayatını eserleriyle bize yeniden kazandırmıştır. Ruhları şad olsun.

Son yıllarda belli kalemler bizlere bu unutturulan yerlerimizi yeniden tanıtıyor. Yavuz Bülent Bakiler’in hazırladığı “Balkanlardaki Türk İzleri” adlı televizyon serisini hüzün duymadan seyretmek mümkün mü? İftiharımız olan eserleri muhafaza edememenin hüznüdür bu. Elin oğlu İngiliz, bir harp yaptığı ülkesinden binlerce km. uzaklıktaki Çanakkale’de, ölen askerlerine mezarlık yaptırıp, mülkiyetini de alıp, park gibi bakıyor ve baktırıyor da biz asırlarca yaşadığımız diyarlardaki eserlerimize sahip çıkmak şöyle dursun takip etmek, varlıklarından haberdar olmak zahmetine bile katlanmıyoruz. 

Kendimizi Anadolu’ya hapsedip, bunun dışındaki bizim olan her şeyle ilgilenmeyi Turancılık sayan, ilgilenenleri suçlayan, hatta hapislere koyan bir zihniyetin sonu budur. Yurdumuzun içinde milletimize karşı, yurdumuzun dışında hem milletimizin bakiyelerine, hem de kültürüne ve hatırasına yabancı bir zihniyet. 

İnşâllah demokratik sistem içinde devlet-millet bütünleşmesiyle birlikte, Türk-İslâm dünyasıyla da kaynaşma hareketleri hızlanacak “Adriyatik’ten Çin’e” bir siyasi slogan olmaktan çıkarılacaktır. Bugün Makedonya denince, birçoklarımızda sanki yabancı bir ülkeden bahsediliyormuş hissi halâ mevcuttur.

Ailem

Dedem keresteci Hacı Mustafa Efendi diye bilinirmiş. Baba tarafı ilmiye sınıfına mensup olduğu için “Efendi” diye anılırlardı. Annemin ceddi’nin bir kolu da yine 17. Asırlarda Kafkasya’dan kalkıp Rumeli’nin fethine iştirak etmişler. Köprülü’ye ilk gelen ve yerleşen Ayan Ahmet Ağa’dır. Mal mülk sahibi olarak, ticaret ve çiftçilik yaparak üç asır buralarda yaşamışlar. Annemin babasına sakallı Ali Bey derlermiş. Annemin ailesi eşraftan sayıldığı için “Bey” diye anılırmış. O zamanlar “bey”lik aileden tevarüs edilen bir unvan, “Efendilik” ise ilim ile elde edilen bir haslet olarak ifade edilir, her ikisine birden sahip olana da “Beyefendi” denirmiş. Sakallı Ali Bey’in oğlu olan dayım İbrahim (Vardar) Bey, İstanbul’da Fatih Koleji’ni yaptıran vakfın beş kurucusundan biri olup, gazeteci Ahmet Vardar’ın da babasıdır. Ailemin her iki tarafı da dindardı. Ailede sigara içen yoktu. Ana tarafı da baba tarafı da Nakşibendi tarikatına mensuptu. 

Babam, Cihan harbine gönüllü katılıp, Kafkas Cephesi’nde harbe katılmış, Erzurum’un Ruslar’dan geri alınışında şehre giren ordu içinde yer almış. Balkan harbinde bütün aile her şeyini yüzüstü bırakıp Selanik’e kaçmış, harbi müteakip tekrar yurtlarına dönmüşler. Birinci Cihan harbinden sonra Anadolu’da Türkiye Cumhuriyeti kurulurken Rumeli’de Yugoslavya kurulmuş.

Tasavvuf Ocakları Tütüyordu

Balkanlar’da ve İştip’te tekkeler kadim şekilde faaliyetlerini sürdürüyorlardı. Camiler açıktı, Yani dinî faaliyetler kesilmemişti. Dinî müesseseler ve hayrât vakıflar tarafından yönetilirdi. Türkleri’in hizmetinden sonra vakıflar. Bahsettiğim Nakşibendîlik bağları falan hep orada olan şeyler. Burada başlamış şeyler değil, Rumeli’de tekkeler İslâmî tebliğde çok önemli roller oynamıştır. 

Fetihlere önce iki uç gidermiş. Biri manevi öncüler, diğeri maddi öncüler. Manevi öncülere “derviş” denirmiş. Maddî öncülere de “akıncı” denirmiş. Bu ikisi gider, ortamı hazırlarmış. Biri manevi sahada sevgi bağları uyandırır, öbürü de maddi sahada devletin ihtişamını belirtir, korku salarak ortamı sağlarlarmış. Sonra ordu gelir, bu hazır zemin üzerinde çok zorlanmadan sistemini kurarmış. Onun için Rumeli’nde bu tasavvuf ocakları o zamanlar hâlâ tütüyordu. Oradaki meşayıh ve diğer elemanlar kayboluncaya kadar bu hareket devam etmiştir. Hâlâ devam etmektedir. 

Bosna’da çarpışan, Manastır’da diğer yerlerdeki İslâmî hareketlerin temelinde hep bu zevatı görürsünüz. Yani yanan ışıklar, mumlar hep oralardandır.  Aynı şey Türkistan’da da öyledir. Özbekistan’da İslamiyeti tutan nakşibendî tarikatıdır. Nakşibend hazretlerinin yaktığı ışık orada komünizme rağmen İslâmiyeti ayakta tutmuştur. Ama ibtidai, ama klasik, ama halk seviyesinde, ne olursa olsun tasavvuf içerisinde İslâmiyet bekasını muhafaza etmiştir. Ne kitap var, ne tahsil var ama o tekkeler ve dervişler, o şifahi bağlantılar İslâm’ın ruhunu devam ettirmiştir. İşte Rumeli’de de aynı şeyleri görüyoruz. Zaten o Maveraünnehir’den başlayan dalga oralara aynen gelmiştir. Kültürüyle, kelimeleriyle, âdetleriyle, davranışlarıyla hep gitmiştir. 

Yörük köyleri vardı. Buradan götürülen koloniler bunlar. Yörük köyleri hâlâ dururdu. Yine göçebe halinde dağlarda yaşarlar idi. Ofçabol, Kumanova gibi, Kuman Türkleri’nin geldiği yerin adı Kumanova olmuş yani. Ciddi sosyolojik araştırmalar yapılsa böyle tarihi izleri görürsünüz. Büyük hazineler yatmaktadır orada. Bu tasavvufi bağlar orada, Türkiye’de olduğu gibi kanuni bir sekteye uğramadığı için, bir de azınlık şuuru içindeki kenetlenmeyle ma’şeri vicdanındaki yapısını, devam ettirdi. Tabi o insanların imkanları, kapasitesi ve müktesebatı nisbetinde. 

Türkler Asya’ya…

Babam, hali vakti yerinde mal mülk, çiftlik, değirmen, bahçe sahibi bir tüccardı. Aile efradı ile kalan Türk vakıflarının da mütevellisi durumundaydılar. Fakat Yugoslavya’da Türklere zulüm devam ediyor, vergilerle, iktisaden Türk Müslüman unsurunu ülkeden kaçırtma politikası uygulanıyor; “Cita Tursi Azia” (Türkler Asya’ya) şarkıları söyleniyordu. Dikkat buyurunuz yıl 1930’lar. Balkan Paktı’nın yapıldığı Türkiye’nin kuvvetli olduğu dönemler.

Türkiye’deki yöneticiler, Türkiye dışındaki Türkler’le ilgilenmezken (bilhassa 1938’den sonra bu ilgisizlik son haddine varmıştır), Yugoslavlaya’daki yöneticiler de oradaki Türkleri Asya’ya geri gönderme politikasını, yerine göre resmi-gayriresmi, ama milli bir politika olarak uygulamaktadır. Tıpkı Yunanistan, Bulgaristan’ın ve Romanya’nın orada ki Türklere uyguladığı gibi. 

Yani; Balkanlar’daki devletler milli politika olarak Türkleri Asya’ya geri gönderme siyaseti uygulamışlar. Çünkü, devletler küçük, Türkler kalabalık, nüfusun önemli bir oranına sahip ve toprak sahibi olup, arazideki payı büyük, Kıbrıs’ta olduğu gibi. Bu yüzden asimile etme imkânları yok. Çünkü Türkler köylerde, tarım kesiminde yaşıyor ve bir bütünlük arz ediyorlar.

Anadolu’ya Hicret

 İşte bu dönemde, yani 1934’lerde babam kereste ticareti ile uğraşmasına rağmen baskılar karşısında Türkiye’ye hicreti düşünüyor. Fakat oradaki varlıklarını İslâma borçlu olan ve hergünkü hayratlarında Hilâl-Salip mücadelesi veren bu insanlar, Türkiye’den de İslâmi açıdan güzel haberler almıyorlar. Türkiye’de bu dönem tek parti rejimi içinde “Deislâmizasyon” uygulamalarının en şiddetli devresini yaşamaktadır. 

Yugoslavya’da (şimdiki Makedonya’da) arazi Türkler’indi. Sırplar, Bulgarlar ırgatlık yapardı. Onlar bilhassa kilisenin teşviki ve değişmeyen Ortodoks politikasıyla Türkleri sırf Müslüman oldukları için, İslâm düşmanlığı politikasıyla kovmaya çalışırlardı. Yugoslavya, bu işi sureti Hak’tan görünerek en demokratik biçimde, fazla gürültü çıkartmadan uygulamaya muvaffak olan ülke idi.

Yugoslavya’daki Türkler, İslâmi bakımdan böyle bir baskı altında iken, Anadolu’daki Türkler kendi yönetimleri tarafından lâiklik etiketi altında, baskı altında tutularak İslâmi kimliğinden uzaklaştırılmaya çalışılıyordu. Toplumun İslâmi hüviyeti silinmek isteniyordu. Bu haberler de Rumeli’de Türkler tarafından dikkatle takip ediliyordu. 

1934’te babam, Reisul Ulema’ya müracaat edip danışıyor ve şu suali soruyor:“Burada İslâmi kimliğimiz, istikbalimiz tehlikede, Türkiye’ye gitmek istiyoruz. Fakat oradan da İslami bakımdan iyi haberler gelmiyor. Ne yapalım?” 

Reisül Ulema’nın cevabı: “Orası Türkiye’dir. İslâm ülkesidir. Rejimler değişir. Bugün böyledir, yarın başka türlü olur. Çünkü orası Türkiye’dir. Burada ise ilerde çocuklarınızı Türk ve müslümanla evlendirme imkânı bile azalabilir. Gitmeniz hayırlıdır” diyor. 

Paraya çevrilebilen mallar yok pahasına satılıyor. Çünkü takip edilen milli politika icabı, fiyatlar düşük tutuluyor. Alıcı çıkmıyor. Türkler zaten almıyor. Öbürlerinde esasen para da yok. Böylece satılabilen satılıp, altına çevrilip (paranın dışarı çıkarılması yasak) gizli yollardan, daha ziyade ordaki ve İstanbul’daki Yahudi tüccarlar vasıtasıyla ve yüksek komisyonlarla Türkiye’ye naklediliyor. 

Kalan araziler ve mallar Tito döneminde el konularak üç asırlık hikaye noktalanmış oluyor. Oradaki vakıflar da sahipsiz kalıyor. Halen de öyledir. 
642 Ve Sözün Bittiği Tarih 11 Temmuz 1995... Mehmet Koçak
Srebrenica, Bosna Hersek’in doğusunda Sırbistan sınırına 10 km uzaklıkta Müslüman Boşnakların çoğunlukta olduğu bir şehir. İsmini gümüş anlamına gelen “srebren” kelimesinden alan bu şehir çok bilinmezken, bugün tüm dünya tarafından hem biliniyor hem de vahşetin, acının, gözyaşının sembolü olarak anılmaktadır.İçimizde dinmeyen acının adı oldu Srebrenica. Bundan tam 19 yıl evvel Bosna Hersek genelinde sürdürülen ve yakın tarihin en büyük insanlık faciası olarak tarihe geçen “Soykırım”ın finali bu şehirde gerçekleştirildi. 19 yıl geçmiş olmasına rağmen Srebrenica’da ağıtlar hâlâ dinmedi. Sırp caniler “Büyük Sırbistan” hayali uğruna ve uluslararası toplumun ihanetiyle bütünleşmesi sonucu beş gün içinde 8372 Müslüman Boşnağı işkenceyle katletmişti.  Her yıl olduğu gibi bu yılda 19. yıl münasebetiyle yine 10 binlerce insan Srebrenica’ya doğru yollardaydı.  Potoçari Anıt Mezarlığı’nda düzenlenen törende 175 soykırım kurbanı gözyaşları ve dualar eşliğinde defnedildi. Bu definle birlikte katledilen 8372 kurbandan kimlikleri tespit edilerek defnedilenlerin sayısı 6 bin 241’e yükseldi.Her yaştan kurbanların gömülü olduğu Potoçari şehitliğinde yine hüzün ve gözyaşı vardı. Okunan Kur’an ve yapılan toplu dualarla şehitler rahmetle anılırken, bu facianın failleri ve onlara müsaade eden, seyirci kalan, ihanet eden…, siyasiler ve Uluslararası Toplum lanetlendi. Srebrenica’da 19 yıl önce neler olmuştu?

Sultan Alparslan Kimdir? Sultan Alparslan'ın Hayatı

Sultan Alparslan Kimdir?

Horasan Meliki Çağrı Bey'in oğludur. Doğum tarihini XII ve XIII. yüzyıl tarihçileri 424 (1032-33), daha sonraki kaynaklar ise 421 (1030) olarak vermektedirler. Ancak Ortaçağ İslâm tarihçilerinin en güveniliri kabul edilen İbnü'l-Esîr, devrinin diğer tarihçileri gibi 424 yılını kaydetmekle birlikte, 420 Muharreminde yapıldığı bilinen Selçuklu-Karahanlı savaşı başlamadan önce Çağrı Bey'e bir oğlu olduğu müjdesinin gelmesi olayını da kaydederek gerçek doğum tarihini 1 Muharrem 420 (20 Ocak 1029) şeklinde vermektedir.

Sultan Alparslan Kimdir

Alparslan'ın 435 (1043-44) yılında Gazneliler'in hücumlarını püskürten kuvvetlere kumanda etmiş olması da bu tarihi desteklemektedir. Çünkü doğum yılı 424 kabul edildiğinde Alparslan'ın henüz bulûğa ermemiş on-on bir yaşlarında bir çocuk iken ordu kumandanlığına getirilmiş olması gerekir ki bu pek mantıkî değildir.

Henüz küçük yaşta iken, babası Çağrı Bey'in hastalanması üzerine idareyi ele alarak Gazneli taarruzlarını durdurması, yine babasının sağlığında Karahanlılar'a (1049) ve Gazneliler'e karşı (1058) zaferler kazanması, zaten Çağrı Bey'in son yıllarında veliaht sıfatıyla fiilen yönettiği Horasan Selçuklu Devleti'nde ve hatta bütün Selçuklu topraklarında büyük bir itibar kazanmasına yol açmıştı. Bu sebeple Çağrı Bey'in Receb 451'de (Ağustos 1059) ölümü üzerine Horasan meliki olduğu zaman hânedanın diğer mensupları arasından itiraz eden çıkmamış, ayrıca onun tutum ve davranışlarından ileride Selçuklu sultanlığı için de kuvvetli bir aday olacağı anlaşılmıştı. Nitekim Alparslan, amcası Sultan Tuğrul (Bey) Ramazan 455'te (Eylül 1063) arkasında evlât bırakmadan ölünce, kendi vasiyeti üzerine tahta çıkarılan Süleyman'ın sultanlığını kabul etmemiş ve derhal mücadeleye girişmiştir. Çağrı Bey'in son zevcesinden doğan, dolayısıyla Alparslan'ın kardeşi olan en küçük şehzade Süleyman, annesinin Çağrı Bey'in ölümü üzerine amcasıyla evlenmiş olmasından ötürü Tuğrul Bey'in üvey oğlu durumuna gelmiş ve annesi ile Vezir Amîdülmülk el-Kündürî'nin gayretleri sonucunda da veliaht tayin edilmişti. Alparslan, Tuğrul Bey'in ölümünden hemen sonra Vezir Amîdülmülk tarafından tahta çıkarılan Süleyman'a karşı harekete geçmeye hazırlandığında, ağabeyi Kirman Meliki Kavurd, amcası Mûsâ İnanç Yabgu, Çağrı ve Tuğrul beylerin amcazadeleri olan Selçuk'un torunu Kutalmış da taht üzerinde hak talep ediyorlardı; bunlardan Kutalmış üç yıl önce Tuğrul Bey'e karşı isyan etmişti. Alparslan, önce kendisini emniyete almak için, Tuğrul Bey'in ölümü üzerine isyan eden Huttalân ve Sagāniyân emîrleri ile Herat'ta bulunan ihtiyar amcası İnanç Yabgu üzerine yürümek zorunda kaldı. Âsi emîrleri itaat altına aldıktan sonra İnanç Yabgu'yu da mağlûp ederek taht üzerindeki hak talebinden vazgeçiren ve onu tekrar eski yerinde bırakan Alparslan, büyük bir ordu ile imparatorluk başkenti Rey'e doğru hareket etti. Ancak onun bu meşguliyetinden dolayı gecikmesi sırasında kendi adına hutbe okutarak sultanlığını ilân eden Kutalmış 50.000 kişilik ordusuyla Rey üzerine yürümüş ve karşısına çıkarılan kuvvetleri bozguna uğratarak Vezir Amîdülmülk'ü muhasara altına almıştı. Tahta çıkarılan Süleyman ise sultanlığını kabul etmeyen rakiplerine göre kendi zayıflığını farkederek daha önce Rey'i terkedip Şîraz'a çekilmişti. Kutalmış'ın karşısında uzun süre dayanamayacağını anlayan Amîdülmülk, Alparslan'dan yardıma gelmesini isteyerek onun adına hutbe okuttu. Böylece olayların başından beri Alparslan'ı sultan olarak görmek isteyen ordu içindeki pek çok kumandan ve askeri de memnun etmiş oluyordu. Alparslan'ın yaklaşmakta olduğunu haber alan Kutalmış muhasarayı kaldırıp savaşı kabul edebileceği uygun bir yer olan Damgan civarında Milh vadisine geldi ve akarsuların yönünü değiştirerek çevreyi bataklık haline getirdi. Fakat savaş alanında önceden tertibat almasına ve ordusunun da daha güçlü olmasına rağmen, 1063 yılının son günlerinde cereyan ettiği sanılan savaşta mağlûp oldu ve dağılan ordusunu kendi kalesi Girdkûh'a doğru çekmeye çalışırken kayalık bir bölgede atından düşerek öldü. Alparslan'ın hükümet merkezine girmesi üzerine de İsfahan'a kadar ilerlemiş olan Kirman Meliki Kavurd kendi topraklarına geri döndü ve Alparslan adına hutbe okuttu. Alparslan'ın Rey'de tahta çıkmasından ve adına hutbe okutup sikke kestirmesinden sonra saltanatı, Abbâsî Halifesi Kāim-Biemrillâh tarafından da mûtat törenlerle tasdik ve ilân edildi (7 Cemâziyelevvel 456 / 27 Nisan 1064).

Sultan Alparslan Kimdir?

Alparslan, Rey'e girmesini takip eden iki ay içinde idarî işlerle ve ordunun hazırlıklarıyla meşgul olarak Şubat 1064'te "Rum gazâsı" adı verilen batı seferine çıktı. Alparslan hükümdarlığı süresince devletin batı yönüne daha çok önem vermiş, batıda fetih, doğuda ise genellikle asayişi temin amacıyla harekâtta bulunmuştur. Bunun başlıca sebebi, babası Çağrı Bey'in kırk beş yıl önce Bizans topraklarına yaptığı akınlar sırasında keşfedilen Doğu Anadolu yaylalarının Türkmenler için en uygun yerleşme alanı olarak görülmesidir. Selçuklu Devleti, muntazam teşkilâtı, kuvvetli ordusu ve mükemmel idaresiyle Orta Asya bozkırlarında kendilerini pek emniyette görmeyen ve ayrıca ekonomik sıkıntı içinde bocalayan çeşitli Türk toplulukları için sığınılacak ideal bir siyasî kuruluş durumundaydı. Bu sebeple, bir daha dönmemek üzere Selçuklu topraklarına akan ve Türkmen adıyla anılan bu kalabalık kitleler, kısmen Selçuklu şehzadelerinin hizmetine girerek fetihlere katılırlarken kısmen de kendi reislerinin emrinde, hayat tarzlarına uygun iklimlerde yeni yurtlar edinmek için savaşıyorlardı. XI. yüzyılın başlarından beri aralıksız süregelen göçler dolayısıyla Selçuklu ülkesinin hemen her tarafına dağılan ve yer yer sosyal rahatsızlıklara da sebebiyet veren bu Türkmenler'in alışkın oldukları şartlara uygun bir memlekete yerleştirilmeleri gerekiyordu. Bu memleket ise, bozkırları hatırlatan ve hayvan yetiştirmeye elverişli olan bölgeleriyle Anadolu idi. Hıristiyanların elinde bulunan Anadolu'nun fethedilmesi gerektiği hususunda kararlı oldukları anlaşılan Selçuklu devlet adamları, Türkmenler'i Bizans sınırlarına doğru sevketmeyi devletin resmî iskân siyaseti olarak kabul etmişlerdi. Fakat Urmiye gölü yöresinden Tiflis'in kuzeyine kadar uzanan yerlerde Bizans politikasına hizmet eden birer ileri karakol durumunda bazı küçük prenslikler bulunuyor, Anadolu'ya ulaşmak için önce buralardaki savunmanın kırılması icap ediyordu. Alparslan, çocukları arasında en fazla sevdiği Melikşah ile Horasan'dan getirdiği eski veziri Nizâmülmülk de beraberinde olarak Rey'den Azerbaycan'a hareket etti ve ordusu yolda, sefer halinde bulunan Türkmen reisi Tuğtegin tarafından da takviye edildi. Melikşah ile Nizâmülmülk'ün emrine verilen kuvvetler Aras'ın kuzeyindeki müstahkem yerleri zaptederken Gürcistan'a giren Alparslan'ın kumandasındaki ordu da Kür ırmağının çevirdiği Trialet'e, oradan Kvelis-Kür'e, sonra Şavşat yolundan Taik yöresine ve Gürcü kralının kaçması üzerine de Çıldır gölünün kuzeyindeki Ahılkelek'e kadar ulaşarak pek çok şehir ve kaleyi fethetti. Ahılkelek önlerinde Melikşah-Nizâmülmülk kuvvetleri ile birleşen Alparslan, bu müstahkem şehri 1064 yılı Haziranında ele geçirdi. Bu arada, Ahılkelek'in de düştüğünü gören Lori prensi Kuirike (Georgi) Selçuklular'a tâbi olmayı ve cizye ödemeyi kabul etti. Bundan sonra Alparslan Doğu Anadolu'ya geçerek Bizanslılar'ın elinde bulunan, bölgenin en müstahkem şehri Ani'yi kuşattı. Bir aydan fazla devam eden muhasara ve çok şiddetli çarpışmalar sonunda şehir Selçuklular'ın eline geçti (16 Ağustos 1064). Zaptı imkânsız sanılan Ani'nin müslümanlar tarafından fethedilmesi Doğu'da ve Batı'da büyük yankılar uyandırmış, Halife Kāim-Biemrillâh özel elçisiyle gönderdiği mektubunda takdir ve tebriklerini bildirerek Alparslan'a "Ebü'l-feth" lakabını vermiştir. Ani'nin düşmesi üzerine Kars prensi Gagik (Hayık) Alparslan'ı Kars'a davet ederek büyük törenlerle karşıladı ve tâbiiyetini sundu.

Alparslan, Kirman Meliki Kavurd'un isyankâr tutum takındığı haberinin gelmesi üzerine Doğu Anadolu'daki harekâtını yarım bırakarak Rey'e döndü ve oradan Hemedan'a geçti (Aralık 1064). Kavurd'un af dilemesiyle sonuçlanan bu olaydan sonra, Horasan melikliği sırasında oturduğu Merv'e giden Alparslan kışı orada geçirerek idarî düzenlemelerle ve hânedan mensuplarının çeşitli bölgelere melik ve emîr tayin edilmeleriyle meşgul oldu.

Sultan Alparslan Kimdir

1065 sonbaharında büyük bir ordu ile Hârizm'e hareket eden Alparslan, Mangışlak taraflarında, İslâmiyet'i kabul etmemiş Türk ve Moğollar ile iş birliği yaparak kervanlara saldıran ve kargaşalık çıkaran Türkmen kabilelerini bozkırlara doğru uzaklaştırdı. Daha sonra Kıpçaklar'ı itaat altına alıp doğuya yöneldi ve Mâverâünnehir'de fetihlerde bulundu. Siriderya kenarındaki Cend şehrinde bulunan atası Selçuk'un mezarını ziyaret etti ve kendisini uzak mesafeden hediyelerle karşılayan Cend hanının topraklarını Melikşah'ın hükmü altında Selçuklular'a bağlayarak seferini tamamladı. Alparslan'ın asayişi temin amacıyla başlattığı doğu seferi, Hazar denizinden Taşkent'e kadar bütün toprakların büyük bir kısmı savaşmaya dahi gerek kalmaksızın Selçuklu hâkimiyetine girmesiyle sonuçlanmıştır.

Alparslan'ın Horasan'a döndükten sonra muhteşem bir törenle oğlu Melikşah'ı veliaht tayin etmesi (Temmuz 1066) ve Selçuklu topraklarının tamamında onun adının da hutbelerde okunmasını emretmesi üzerine Kirman Meliki Kavurd 1067 yılı başlarında isyan etti. Kavurd, Kirman'a yürüyen Alparslan'ın öncü kuvvetleri karşısında gönderdiği ordunun dağılması üzerine yine af dilemek zorunda kaldı. Alparslan'ın, ağabeyi Kavurd'u affetmesi, ayrıca kızlarına büyük miktarda çeyizlik vermesi onu iyilikle kendine bağlamaya çalıştığını göstermektedir.

1067 yılını Kavurd ve onun arkasından isyan eden Şîraz Meliki Fazlûye ile uğraşarak geçiren Alparslan, 1068 yılı başlarında ikinci defa Kafkasya üzerine yürüdü. Amacı bu defa bütün Azerbaycan'ı bir daha huzursuzluk kaynağı olmayacak şekilde Selçuklular'a bağlamaktı. Çünkü Kavurd'un daha önceki isyanı ile yarım kalan birinci Kafkas seferinden sonra hemen bütün prensler baş kaldırmış durumda idiler. Beraberinde Nizâmülmülk ve ünlü kumandanlarından Savtegin de bulunan Alparslan, Tiflis dahil Kartli, Şirak, Vanand, Nig, Gugark, Arrân ve Gence gibi Azerbaycan'ın çeşitli bölgelerinde hüküm süren küçük prenslikler ile Şeddâdî emîrlerini hâkimiyeti altına aldı. Ancak, Alparslan'a bağlılıklarını arzeden ve hatta birkaçı kendi istekleriyle İslâmiyet'i kabul eden bu prenslerin kesin şekilde Selçuklu hâkimiyetine girmeleri, ertesi yıl tekrar bölgeye gönderilen Savtegin'in harekâtı ile gerçekleşebilmiştir.

Kafkasya seferi devam ederken Karahanlı Hükümdarı İbrâhim Han'ın ölmesi ve oğulları arasında başlayan taht kavgalarının Selçuklu menfaatlerine halel verecek duruma gelmesi üzerine Alparslan ülkesine dönmek zorunda kaldı. Ancak, İbrâhim Han'ın ölmeden önce kendi eliyle tahta çıkardığı Şemsülmülk Nasr'ın duruma hâkim olması üzerine müdahale etmekten vazgeçti. Doğuda tehlikeli bir durum kalmaması üzerine dikkatini tekrar batıya çeviren Alparslan Anadolu, Mısır ve Suriye'de cereyan eden olaylarla ilgilenmeye başladı.

Alparslan'ın her iki Kafkasya Doğu Anadolu seferini de yarım bırakmış olmasına rağmen Türkler'in Anadolu'daki ilerlemeleri devam ediyordu. Anadolu'da ilerleyen bu Türkler, Tuğrul Bey zamanından beri Anadolu'ya yöneltilen Türkmen aşiretleri ile Tuğrul Bey'in ölümü üzerine meydana gelen taht kavgaları ve isyanlar sırasında taraftarlarıyla birlikte Alparslan'dan kaçan bazı kumandan ve şehzadelerdi. Birbirinden müstakil hareket eden bu kuvvetler pek çok önemli şehri ele geçirmişler ve Bizans İmparatorluğu için açık bir tehlike oluşturmaya başlamışlardı. Anadolu'nun süratle ellerinden gitmekte olduğunu gören Bizanslılar, 1068 yılında dul imparatoriçe ile evlenmek suretiyle tahta geçen Romanos Diogenes'e kurtarıcı gözüyle bakıyorlardı. Daha önce Balkanlar'da Peçenekler'e karşı kazandığı başarılarla iyi bir kumandan olduğunu ispat eden Romanos Diogenes, 1068 baharında çoğunluğu ücretli askerlerden oluşan bir ordu ile Anadolu seferine çıktı. Ordu iyi teçhiz edilmemiş olmakla birlikte bizzat imparatorun kumandasında bulunduğu için yüksek morale sahipti. Romanos Diogenes, Kayseri-Sivas-Divriği-Malatya-Toroslar üzerinden güneye inip Suriye yolunda stratejik değeri olan Menbic Kalesi'ni zaptederek kış ortalarında Bizans'a döndü. İmparator muhteşem törenlerle karşılanmış olmasına rağmen aslında büyük bir başarı elde edememişti. Çünkü Bizans ordusunun önünden çekilen Selçuklu ve Türkmen süvarileri başka yönlerden akınlarına devam etmişler, bu arada Niksar ve Ammûriye (Amorion) gibi önemli kaleleri de fethetmişlerdi. Ertesi yıl ikinci Anadolu seferine çıkan Romanos Diogenes Kayseri, Palu, Sivas bölgelerinde harekâtta bulundu; buna karşı Türkmen akıncıları da Konya'ya kadar ilerleyip şehri yağmaladılar. 1070 yılında, saraydaki muhalefet sebebiyle üçüncü Anadolu seferine bizzat çıkamayan Romanos Diogenes'in iki ayrı koldan gönderdiği ordu yine önemli bir başarı elde edemeden geri döndüğü gibi arkasından gelen Afşin Bey kumandasındaki akıncılar da Marmara sahillerine kadar ilerlediler. Bu durum karşısında Diogenes, Türk meselesini kökünden halletmek üzere kalabalık ve çok mükemmel teçhiz edilmiş bir ordunun başında, yalnız Anadolu'yu akıncılardan temizlemek değil, İran içlerine yürüyerek Selçuklu başkentini de zaptetmek kararı ile 13 Mart 1071 günü dördüncü seferine çıktı.

Anadolu'da olaylar, kaçınılmaz bir Romanos Diogenes-Alparslan karşılaşmasına doğru tırmanırken Alparslan Suriye ile meşguldü ve Mısır'daki Şiî Fâtımî iktidarını yıkmayı hedef edinmişti. Çünkü Tuğrul Bey zamanından beri Selçuklular'ın kurmaya çalıştığı İslâm dünyasındaki dinî-siyasî birlik, Fâtımîler'in aksi yöndeki çabaları sebebiyle istenen düzeyde gerçekleşemiyordu ve hâlâ İslâm dünyası iki başlı bir görünüm arzediyor, hutbeler bölgelere göre Sünnî Abbâsî halifesi veya Şiî Fâtımî halifesi adına okunuyordu. Selçuklular, yıllarca Abbâsî halifelerini baskı altında tutan Şiî Büveyhîler'in tahakkümüne son vermişler ve esir alınarak zindana atılan Halife Kāim-Biemrillâh'ı kurtarıp tekrar makamına oturtmuşlardı. 1070 yılında Alparslan, Haremeyn-i şerîfeyn'de (Mekke, Medine) tekrar Halife Kāim-Biemrillâh adına hutbe okunmasını sağlamış ve bu sebeple de "Burhânü Emîri'l-mü'minîn" (halifenin delili, halifenin halife olduğunu ispat eden) unvanını almıştı. Bu olaydan sonra, Suriye'nin Selçuklu Devleti'ne geçmesini arzu eden Hamdânî Hükümdarı Nâsırüddevle, Alparslan'dan Fâtımîler'e karşı yardım istedi. Bunu fırsat bilen Alparslan büyük bir ordu ile hareket ederek (Temmuz 1070) Azerbaycan'dan güneybatıya doğru uzanan stratejik yolun başındaki Malazgirt ve Erciş kalelerini zaptedip Meyyâfârikīn (Silvan) ve Âmid (Diyarbakır) yöresine indi. Bağlılıklarını bildiren bölge emîrlerini huzuruna kabul ettikten sonra Urfa önlerine geldi (Ekim 1070) ve kuşatmasına karşı iki ay direnen Urfa'dan 50.000 dinar haraç alıp bazı Bizans kalelerini de fethettikten sonra Mirdâsîler'in elinde bulunan Halep'e yöneldi. Halep emîrinin huzura çıkmayı reddederek kaleye kapanması üzerine şehir muhasara altına alındı. Ancak bir süre sonra emîrin Oğuz elbiseleri giyerek annesiyle birlikte Alparslan'ın önüne gelmesi, affedilmesine ve yerinde bırakılmasına sebep oldu. Bu sırada Alparslan Şam üzerine yürümeyi planlarken bir Bizans elçisi gelerek imparatorun Malazgirt ve Ahlat'a karşılık, iki yıl önce fethettiği Menbic'i Selçuklular'a bırakmak istediğini bildirdi. Elçiye olumsuz cevap veren Alparslan, Batı Anadolu'dan Ahlat'a dönen Emîr Afşin'den aldığı ve Anadolu'da ciddi bir Bizans tehlikesi bulunmadığını bildiren rapora güvenerek planında değişiklik yapmadı. Ancak aynı günlerde, Diogenes'in büyük bir ordu ile Anadolu'ya hareket ettiği haberinin gelmesi üzerine, Bizans elçisinin imparatorun savaş istemediği hissini uyandırmak için oyalama taktiği ile gönderildiği anlaşıldı. Yine de Fâtımîler hakkındaki tasavvurlarından vazgeçmeyen Alparslan ordusunun bir bölümünü Şam'ı fethetmek üzere Suriye'de bırakarak süratle Musul'a doğru hareket etti (6 Nisan 1071). Alparslan'ın önce doğuya, dost topraklara yönelerek ordusundaki yaşlı ve yorgun savaşçıları terhis edip yerlerine zinde kuvvetler alması ve çeşitli savaş hazırlıkları görmesi, Anadolu üzerinde Bizanslılar'la koz paylaşma vaktinin geldiğine inanmış olduğunu göstermektedir. Çünkü Romanos Diogenes'in Anadolu'da ilerlerken topladığı takviye güçlerle 200.000 kişiye varan ordusunun o güne kadar görülmemiş teçhizatı, özellikle muhasara aletlerini de birlikte getirmiş olması, Bizanslılar'ın bütün güçleriyle ve son sözlerini söylemek amacıyla geldiklerini ortaya koyuyordu.

26 Ağustos 1071 Cuma günü Malazgirt ovasında cereyan eden meydan savaşı gerçekten son sözün söylendiği bir savaş olmuş, Selçuklular'ın elde ettiği büyük zafer Türkler'e Anadolu kapılarını açarak dünya tarihinin geleceğine tesir etmiştir.

Artuk, Mengücük, Saltuk, Dânişmend ve diğer Türkmen beylerinin güçleriyle birlikte Bizans kuvvetlerinin ancak dörtte birine ulaştığı tahmin edilen Selçuklu ordusunun bu savaşta büyük başarı elde etmesini, moral gücünün yüksekliğine ve taktik üstünlüğüne bağlamak yerinde olacaktır. Bizans kuvvetleri, aralarında dil, din, ortak gaye gibi birleştirici unsurlar bulunmayan ve daha önce birbirleriyle devamlı surette savaşmakta olan Frank-Norman, Bulgar, İslav, Peçenek (Kuman), Uz (Oğuz), Gürcü ve Ermeni topluluklarından derlenmişti. Bizans ordusunun pek çoğu ücretli olan bu karışık askerlerden teşekkül etmesine karşılık Selçuklu ordusu yalnız müslüman Türkler'den ibaretti ve bu askerler ücret karşılığı savaşmıyorlardı. Aynı şekilde, Bizans kumandanları arasında da çeşitli fikir ayrılıkları, şahsî kin ve haset duyguları bulunurken Selçuklu kumandanları, Alparslan'ın tahta çıktığı günden beri çevresinde kenetlenmiş olan Savtegin, Ay Tegin, Porsuk ve Gevherâyin gibi kişilerdi. Bizans ordusunun kütle savaşı yapan, manevra kabiliyeti zayıf ağır teçhizatlı birliklerine karşı Türk kuvvetlerinin hemen bütünüyle hafif teçhizatlı, manevra kabiliyeti yüksek süvari kıtalarından meydana gelmiş olması, savaşın seyri ve sonucu üzerinde müessir olmuştur. Üstün güçlerine rağmen Bizanslılar'ın mağlûp olmalarında rol oynayan en önemli âmil ise Alparslan'ın uyguladığı savaş planıdır. Alparslan, Türkler'in tarih boyunca kara ve deniz savaşlarında daima kullandıkları, merkeze yerleştirilen zayıf fakat süratli birliklerin sahte ricatla düşmanın merkez kuvvetlerini peşlerine takıp yan cenahların arasına sokmaları ve âniden geri dönerek çembere almaları taktiğini uygulamış, Bizans kıtalarının kolay manevra yapamamaları da başarıya ulaşmasını çabuklaştırmıştır (geniş bilgi için bk.

İster müslüman ister hıristiyan olsun eski tarihçilerin tamamının ittifakla, ancak teferruatta küçük farklılıklarla anlattıkları üzere, Alparslan mağlûp Bizans imparatoruna şeref misafiri muamelesi yapmış, savaş alanında ele geçirilen tahtını kendi tahtının yanına kurdurarak tacını başına bizzat giydirmiştir. İki hükümdar arasında dostluk kurulmuş ve metni bugün mevcut olmayan bir barış antlaşması imzalanmıştır. Ancak Romanos Diogenes'in gıyabında tahttan indirilmesi ve bir süre sonra da hileyle ele geçirilerek gözlerinin oyulup ölümüne sebebiyet verilmesi (4 Ağustos 1072) üzerine bu antlaşma hükümleri uygulanamamıştır.

Bütün celâdet ve haşmetine rağmen son derece duygulu bir insan olan Alparslan, 1072 Eylülü sonunda Türkistan seferine çıkmak üzere iken Romanos Diogenes'in acıklı sonunu öğrenince çok üzülmüş ve barış antlaşmasının artık geçersiz olduğunu ilân ederek Bizans üzerine ordu gönderilmesi emrini vermiş, Artuk Bey kumandasındaki kuvvetler Anadolu'ya girmeye hazırlanırken kendisi de 200.000 kişilik ordusuyla Mâverâünnehir'e hareket etmiştir. Alparslan'ın doğuya yönelmesinin sebebi, Karahanlı Hükümdarı Şemsülmülk Nasr Han'ın Hârizm ve Tohâristan melikleri olan oğulları ile devamlı savaş halinde olması ve Selçuklular'dan toprak almaya çalışmasıdır. Alparslan'ın ilk defa bu kadar büyük bir orduyla sefere çıkması, belki bu seferinde Karahanlılar'ı tamamen ortadan kaldırmayı hedef edinmesiyle açıklanabilir. Ancak Alparslan'a yapılan suikastın seferi sonuçsuz bırakması, durumu tersine çevirmiş ve taarruza kalkan Karahanlılar Tirmiz'i fethedip Amuderya'yı geçerek Belh'e kadar gelmişlerdir. Alparslan, önemli bir direnişle karşılaşmadan Karahanlı topraklarında ilerlerken bir süre muhasaraya direndikten sonra teslim olarak huzura kabulünü dileyen Barzem Kalesi kumandanı Yûsuf Hârizmî (Barzemî) tarafından, çizmesine sakladığı küçük bir hançerle vurulmak suretiyle ağır şekilde yaralandı, dört gün sonra da şehid oldu (10 Rebîülevvel 465 / 24 Kasım 1072). Ölümünden önce çevresindekilerden derhal Melikşah'a biat etmeleri hususunda tekrar söz aldığı, devletin geleceğiyle ilgili çeşitli tavsiyelerde bulunduğu ve bu arada, dul kalacak olan son karısının kardeşi Kirman Meliki Kavurd'la evlendirilmesini, Kirman ve Fars bölgelerinin Kavurd'a bırakılmasını, ancak onun merkeze daha yakın olan Şîraz'da oturtularak sıkı kontrol altında tutulmasını tavsiye ettiği bilinmektedir. Alparslan'ın ileri görüşlülüğünün bir örneğini teşkil eden bu vasiyet, Kavurd'un derhal isyan etmesi üzerine uygulanamamıştır.

Batı Türkleri'nin atası kabul edilen Alparslan, Arap ve Bizans tarihçilerinin ittifakla belirttikleri ve kendisine verilen unvan, künye ve sıfatların da açıkça gösterdiği üzere çok cesur, yiğit (ebû şücâ') ve kudret, azamet sahibi (adudüddevle "devletin pazusu, koruyucusu") bir kişiliğe sahipti. Heybetinin yanında adaleti ile de ün yapmış (es-sultânü'l-âdil), ağabeyi Kavurd'a ve Romanos Diogenes'e yaptığı muamelelerden de anlaşıldığı gibi affedici ve müsamaha sahibi olduğunu defalarca ispatlamıştı. Çok dindardı ve dinî hükümlerin tam sadakatle uygulayıcısı olarak tanınıyordu. Onun bu cephesi, halk arasında velî derecesine yükseltilmesine ve şahsına pek çok kerametler isnat edilmesine sebep olmuştur. Sarayında, günde elli koyun kesilen bir imaret bulunduğu ve ayrıca adları listeler halinde tanzim edilen fakirlere harçlık dağıtıldığı eski tarihlerde kayıtlıdır. İslâmiyet'in henüz girmediği ülkelerde fethettiği her şehre derhal bir cami yaptırdığı, askerî faaliyetlerinden dolayı yeterince fırsat bulamadığı imar işlerini ve ilim, fikir ve sanat adamlarını toplayıp devlet himayesi altına almak gibi sosyal faaliyetleri de veziri Nizâmülmülk'ün eliyle yürüttüğü bilinmektedir. Bastırdığı altın paraların çokluğu da devrindeki iktisadî gelişmeyi ve refahı göstermektedir.

Kaynak:
Büyük İslam Ansiklopedisi

nest...

batman iftar saati 2021 viranşehir kaç kilometre seferberlik ne demek namaz nasıl kılınır ve hangi dualar okunur özel jimer anlamlı bayram mesajı maxoak 50.000 mah powerbank cin tırnağı nedir