tarih boyunca akdeniz uygarlıkları pdf / Charles Freeman - Mısır Yunan ve Roma - Antik Akdeniz Uygarlıkları.pdf - funduszeue.info

Tarih Boyunca Akdeniz Uygarlıkları Pdf

tarih boyunca akdeniz uygarlıkları pdf

Advisory Board Prof. Dr. Halil İNALCIK, Bilkent University Prof. Dr. Françoise de CALLATAY, Royal Library of Belgium Prof. Dr. Vedat ÇELGİN, İstanbul University Prof. Dr. Sencer ŞAHİN, Emeritus Professor Prof. Dr. İlhan TEKELİ, Middle East Technical University Prof. Dr. Şükrü HANİOĞLU, Princeton University Prof. Dr. Mustafa DENKTAŞ, Akdeniz University Prof. Dr. Osman ERAVŞAR, Selçuk University Prof. Dr. Mehmet ÖZDOĞAN, İstanbul University Prof. Dr. Ahmet ÜNAL, Hitit University Prof. Dr. Jean-Yves EMPEREUR, Centre d’Études Alexandrines Prof. Dr. Urs PESCHLOW, Johannes Gutenberg Universität Dergi Sekreterleri Field Editors Epigrafi / Epigraphy Yakınçağ Tarihi / Modern Age History Yrd. Doç. Dr. Nihal TÜNER ÖNEN Yrd. Doç. Dr. Nimet Ayşe BAKIRCILAR Danışma Kurulu i-S/yas i Tarih-Askeri Tarih-Ohylar Dizini-Dizin
M is ir , Y u n a n ve Rom a
Antik Akdeniz Uygarlıkları

Charles Freeman

DOST
kitabeyi
ISBN

Egypt, Greece and Rome


Civilizations of the Ancient Mediterranean
C H A R LE S FREEM AN

© Charles Freeman,

Bu kitabın Türkçe yaym haklan


Dost Kitabevi Yayınlan’na aittir.
Birinci Baskı, Ağustos , Ankara

İngilizceden çeviren, Suat Kemal Angı

Teknik hazırltk, Ferhat Babacan - Dost İTB


Basla ve cilt, Pelin Ofset, Ankara

Dost Kitabevi Yayınlan


Karanfil Sokak, 29/4, Kızılay , Ankara
Tel () 87 72 Fax: () 93 97
funduszeue.info
[email protected]
yılının bir ağustos günü, İskoçya Dumfries’deki
Wardlaw Hill’de antik dünyaya duyduğum hayranlığın
kıvılcımını ateşleyen bir Roma istihkâmına birlikte tır­
mandığımız annemin ve hem Akdeniz’i hem de insan­
larını seven babam John Freeman’ın () anısına.
İçindekiler

1. Antik Dünyanın Yeniden Keşfi 9

2. Mısır, Nil’in Armağanı, İÖ 24

3. İmparatorluğa Özgü Bir Güç Olarak Mısır, İÖ 45

4. Yeni Krallık Mısır’ında Gündelik Hayat 59

5. Antik Yakındoğu, İÖ 73


6. İlk Yunanlılar, İÖ 93

7. Daha Geniş Bir Dünyada Yunanlılar, İÖ

8. Hoplitler ve Tiranlar: Kent-Devletin Doğuşu


9. Arkaik Çağda Kültürel Değişim

Pers Savaşları


Ara Bölüm 1: Herodotos ve Mısır
Klasik Yunanda Gündelik Hayat

Yunan Dünyasında Din ve Kültür


Atina: Demokrasi ve İmparatorluk

Aiskhylos’tan Aristoteles’e


İktidar Mücadelesi, İÖ

MakedonyalI İskender ve Yunan Dünyasının Genişlemesi

Helenistik Dünya

Ara Bölüm 2: Kekler ve Partlar

Etrüskler ve Erken Roma

Roma Bir Akdeniz Gücü Haline Geliyor

Gracchuslar’dan Caesar’a, İÖ

Ara Bölüm 3: Cumhuriyetten Sesler

Roma Cumhuriyetinin Çöküşü, İÖ

Ara Bölüm 4: Roma Cumhuriyetinde Kadınlar

Augustus ve İmparatorluğun Kuruluşu

İmparatorluğun Güçlenmesi, İS

İmparatorluğu Yönetmek ve Savunmak

Ara Bölüm 5: İnşaatçı Romalılar 5 10

İmparatorluğun Sosyal ve Ekonomik Yaşamı

Dönüşümler: Roma İmparatorluğu,

Hıristiyanlığın Temelleri

Dördüncü Yüzyılda İmparatorluk

Yeni Bir Avrupa’nın Yaratılması,

Bizans İmparatorluğunun Doğuşu

Sonsöz: Miraslar

Olaylar Dizini

Dizin
I
Antik Dünyanın Yeniden Keşfi

The Classical Héritage and its Beneficiaries (Klasik Miras ve Yararlamcıları)


isimli ünlü çalışmasında R. R. Bolgar, Edward Çağı Ingiltere’sine klasikleri
çalışmanın tartışılmaz olduğu bir dönem olarak baktı. ‘Elli yıl önce klasik
eğitim hâlâ kamusal yaşamdaki saygınlığın ayrıcalıklı bir ölçütüydü/ diye yaz-
mış ve devam etmişti:

Yunanlı ve Romalı yazarlarla çok yakından ilişkilendirilebilecek, beğeni,


doğruluk ve düşünce üzerine olan ve yerleşmiş insan âdetlerini ve insan
doğasını her ne kadar yapmacık tasvir etse de kolay anlaşılabilen bir eği~
tim, genç insanlar için hayat ile bağlantı kurmanın en elverişli ve üstün
yolu olarak düşünülmüştür. Okul ve üniversitelerde geleneksel Hümanist
(klasik) disiplinin kesinliğine maruz bırakılmış bu gençler, çağdaşlarının
çoğunluğu tarafından nüfuzlu ve seçkin bir sınıf olarak kabul edilmiştir.

Beş bölüme ayrılmış tüm Roma vatandaşları içinde ‘en yüksek sınıfa men­
sup’ anlamına gelen ve Latince ciassius’tan türetilmiş ‘klasik’ sözcüğü, tek
başına mükemmellik ifade eden bir anlama kavuşmuş ve klasik gelenek, sa­
dece Britanya’da değil, Avrupa’nın birçok yerinde egemen sınıfların üstünlü­
ğünün ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir. Ayinleriyle birlikte bu geleneğe
dahil olma, seçkin sınıfa kabul edilmek isteyenlerin geçmek zorunda olduk-
10 MISIR, YUNAN VE ROMA

lan bir rite de passage [geçiş töreni] gibi kutsanmış ve bir tür dokunulmazlık
kazanmıştır. (‘Latin Language Study as a Renaissance Puberty Rite’ (Bir Er-
genlik Ayini Olarak Latin Dili Çalışması) isimli makalesinde W. Ong, ‘kabi­
le’ bilgeliğini paylaşmış klasik yazarlar arasında üyeliğe kabul edilişin cesaret
gibi erkeksi değerler, vahşice cezalandırma ve sindirme yoluyla (şimdiye kadar
evde çocuk yaşamına rehberlik eden) kadınlardan ayrılmaya bağlı olduğunu
göstermiştir). Avrupa imparatorluklarının yeni kazancı klasik eğitimin zo­
runlu olduğu çıkarımını güçlendirdi. ‘Derslerimiz için Roma’ya gitmeliyiz,’
diye yazmıştı ’de, bir Oxford hocası olan R.W. Livingstone:

ırk, dil, mizaç ve uygarlık açısından birbirinden farklı olan insanları yö­
netmek; savunmaları ya da boyunduruk altına almaları için ordular ku­
rup yaymak; generallere ve valilere merkezdeki kontrollerini yitirmeden
yeterli bağımsızlık vermek; hükümet merkezinden iki bin mil uzaklıktaki
eyaletlerin ihtiyaçlarını bilmek ve sağlamak.

Livingstone’un temel mantığı belirli bir tarihi bağlamda on dokuzuncu


yüzyılın sonlarıyla yirminci yüzyılın başlarındaki İngiliz emperyalizminde kök­
leşti ve dolayısıyla, kendi yazarları aracılığıyla elde edilen bir Roma tarihi
bilgisinin, yönetecek eyaletleri olanlar için yararlı olabileceği anlamına geldi.
Fakat aynı zamanda, eyaletlere bölünmüş İngiltere’nin gramer okullarında
çok sık rastlanan ve klasikleri esinlemek beklentisinde olmayan, fakat onları
ehlileştirilmiş yazıcılık işi, titizlik, sağlam bellek ve sabır gerektiren uğraşlar
için gerekli nitelikleri telkin etmek amacıyla kullanan eğitmenler de vardı.
Burada klasikler, yöneticiler için değil, itaatkâr uşaklar içindi; muhtemelen
de Yunan ve Roma tarihi tesadüfen ve gereğinde fazla öğrenilmişti. On doku­
zuncu yüzyıl sonlarına gelindiğinde, bir bağlam içinde öğrenilen bu tür bece­
rilerin diğerlerine aktarılabilmesi için düşünülmüş olan felsefe teorisi fakül­
tesi, bu anlayışı güçlendirdi. Şair Louis MacNeice’in (aynı zamanda klasik
bir bilim adamıdır) bundan yirmi beş yıl önce daha az ciddi bir biçimde işaret
ettiği gibi:

Ama klasik öğrenci ayrıcalıklı sınıfa doğdu, onun sözdizimi eğitimi


Bir düşünce eğitimidir aynı zamanda
Hatta ahlak eğitimi eğer baroya ya da kışlaya çağrılmışsa
Daima yapması gerekeni yapacaktır.

’lerden beri okullarda klasiklerin öğretilmesine karşı bir tepki sürüp


gidiyor. Klasiklerin, beyaz Avrupalı tahakküm, akademik seçkincilik ve devle­
tin resmi eğitimi yerine özel eğitimle içinden çıkılamaz biçimde bütünleştiği
ANTİK DÜNYANIN YENİDEN KEŞFİ 11

görülüyor. Aynı zamanda, Yunan ve Roma gibi çalışma değeri olan topluluk­
tan, ‘Yunanlıların’ ve ‘Romalıların’ gerçekte neye benzediklerinden çok, büyük
tahrifatlara uygun topluluklar olarak ilan etmeye yeltenmenin yol gösterici
ve cezbedici olduğu açıktır. Martin BernaPm, çalışmasının birinci cildi olan
KaraAtena’da1tartıştığı gibi, Yunanlılar Avrupa uygarlığının müjdecileri gibi
sunulabilmek için on dokuzuncu yüzyılda saf Avrupa ırkı olarak ‘imal edil­
mişlerdir.’ (kendi tabiri.) Antik Yakındoğu’nun Yunan uygarlığına yaptığı
katkı mümkün olduğunca azaltılmıştır. Benzer şekilde Sir Moses Finley’in
Ancient Slavery and Modem Ideology (Antik Kölelik ve Modern İdeoloji) adlı
kitabında ileri sürdüğü gibi, on dokuzuncu yüzyılda klasikler ateş altında ilk
kez geldiklerinde, savunucuları arasında zımnen kurulan mutabakat Roma kö­
leliğinin gerçek boyutunun önemsizmiş gibi gösterilmesiydi. (R. H. Barrow’un
ilk kez ’da yayımlanan The Romans (Romalılar) isimli standart çalışma­
sının, ’daki yeniden basımında hâlâ şu pasaj bulunmaktadır: ‘Kölelik
Roma İmparatorluğu’nda zamanla en haklı gerekçesine kavuşur: “gelişmemiş”
ırktan gelen kişi uygarlığa çekilebilir, zanaatçı ya da uğraş sahibi olarak eğitile­
bilir ve toplumun yararlı bir üyesine dönüştürülebilirdi.’ Kaydedilmiş bir olayda,
yaklaşık kadar erkek, kadın ve çocuktan oluşmuş bütün bir köle ailesinin
içinden birinin, efendisini öldürmesi halinde hepsinin idam edilebileceği ve
kölenin sunduğu delilin ancak eziyet altında işlenmiş bir suç için kabul edilebi­
leceği anımsandığında, bu manzaranın aklanma ihtimali yoktur. Aynı zaman­
da, bir uğraşıyı hakkıyla öğrenmiş ve işini yapma serbestisi tanınmış kölelerin
oranı da çok azdır.) Roma emperyalizmi esas itibarıyla düzenli ve merhametli
olarak görülmüştür ve büyük on dokuzuncu yüzyıl Alman klasik bilim adamı
Theodor Mommsen’in kanıtlamaya çalıştığı gibi, imparatorluk, kendi savunma
mekanizmalarını büyük ölçüde yaratabilmişti. Bunun aksine, kitabında (War
and Imperialism in Republic Rome, ) (Cumhuriyetçi Roma’da Savaş ve
Emperyalizm) Roma toplumunu doğası gereği yayılmacı ve saldırgan olarak
ele alan William Harris gibi bilim adamları tarafından etraflıca eleştirilene
kadar, onun bu düşünceleri baskın konumda kaldı. Bu karşılıklı atışmalar
kaçınılmaz biçimde ideolojik temayüllerini ve peşin hükümlerini içlerinde
barındıradursun, Yunan ve Roma’ya ‘günahı ve sevabıyla’ gerekli olan taraf­
sız bir değerlendirme yapılması için yeterince tartışıldı.
Öğrencilere verilen antik dünya portresi de günümüze kalan metin çalış­
maları üzerindeki bunaltıcı vurgularla çarpıtılmıştır. Metin en yüce olandı ve
metinsel analiz, klasik bilimselliğin özüydü. Bilim adamı Sir Kenneth Dover’ın
The Greeks (Yunanlılar) adlı etkileyici tanıtım kitabmda yaptığı, bütün bir

1) Martin Bemal, ‘Kara Atena (Black Athena) - Eski Yunanistan Uydurmacası Nasıl imal
Edildi? ’, Çeviren: Özcan Buze, Kaynak Yayınlan, Haziran , İstanbul.
12 MISIR, YUNAN VE ROMA

akademik enerjinin sırf metinsel çözümlemeye doğru nasıl saptırılabileceği-


ne çok iyi bir örnektir. O, Thukydides’in Peloponnesoslular ile Atinalılann Savaşı
isimli çalışmasının Altıncı ve Yedinci Kitapları hakkında bir açımlama yap­
tığını söyler. Bu çalışma onun, ‘pek çoğu kronoloji, dilbilgisi ve metin eleştirisi
üzerine önemsiz ayrıntıları birlikte değerlendirdiği altı bin saat’ini almış ve
bir keresinde, ‘bir pasajın kesin anlamını aydınlatabilmek için Thukydides’in
yaygın bir edat için verdiği altı yüz örneğin tümünü’ tek tek bulup incelemiştir.
Metin analizi, klasik bilimin hâlâ en gerekli parçasıdır. Bu, basitçe söyler­
sek, üretildiği kültür bağlamı içinde günümüze ulaşmış herhangi bir metnin
tüm anlamını araştırmak için önemlidir. Örneğin son zamanlarda, Roma dün­
yasında aile hayatının doğasını ve yapısını yeniden inşa etmek konusunda
mezar kitabelerinin analizi önemli bir rol oynamıştır. Bununla birlikte zihnin
metinlerle olan meşguliyeti, bu metinlere kutsal bir nitelik ve örneğin tarihi
kaynaklar gibi henüz doğrulanmamış bir yetki verilmesine yol açtı. Moses
Finley’in Ancient History, Evidence and Models (Antik Tarih, Kanıtlar ve Mo­
deller) adlı çalışmasında yakındığı gibi, ‘Latince ve Yunanca yazılmış kay­
naklar ayrıcalıklı bir yer işgal ediyor; kilise heyetinin yargısından ve diğer
belgelere uygulanan eleştiriden bağışıklar.’ Finley imalı düşüncelerini, bil­
ginler materyal icat etmek hevesiyle ya da güvenilmez kaynaklara inanmak
için genellikle sözlü geleneğe itimat eden klasik yazarlann yeteneklerini ısrarla
değerinin altında göstermişlerdir, şeklinde devam etmiştir. Başka türlü olabi­
leceği yolu da sağlam bir kanıt ileri sürülmediği sürece, belgenin mutlak doğru
olması gerektiği varsaydırdı.
Bir an önce ve bir başkasından evvel bulup ortaya çıkarmak hevesiyle
zihnin metin analizine dair bu kaygılı meşguliyeti, aynı zamanda bu metinlere,
bizzat Yunanlıların ve Romalıların yazılı dünyaya atfettikleri öneme benzer
bir etki sağladı. Fakat Bölüm’de etraflıca tartışılan kanıtlar, metinlerin
hiç de böyle olmadığı izlenimini veriyor. Rosalind Thomas’ın Literacy and
Orality in Ancient Greece (Antik Yunanda Okuryazarlık ve Sözlü Gelenek)
adlı çalışmasında belirttiği gibi:

yazılı metinlerin yalnızca yaratılmış ya da kullanılmış olmadıkları yönünde


kapsamlı bir değerlendirme yapılabilmesi için (geleneksel klasik eğitim
almış olanlarca) hayal gücü ve çaba gerekiyordu Yunan edebiyatının
büyük bir bölümünden, kulaktan kulağa aktanlacak, hatta şarkı formunda
söylenecek edebiyat anlaşılırdı ve yüksek eğitim görmüş olanlar bile yazılı
sözlere mesafeyle yaklaşırlardı.

Klasik eğitimin sona ermesi, antik dünya öğrencisinin bu saptırmalardan


kurtulmasına yardım etti. Yunan ve Roma, hayran olunması gereken topluluk­
ANTİK DÜNYANIN YENİDEN KEŞFİ 13

lar olarak düşünülmek zorunda değil. Metinler, bir zamanlar haklı çıkarılma­
ları gerektiği için saatlerce öğretilmeleri gereken kutsal vasıflarını yitirdi. Gü­
nümüzde delillere daha eleştirel bakılabiliyor ve arkeoloji ve bunlar, antropo­
loji gibi disiplinlerin sağladıkları kanıtlarla yan yana konulabiliyor. Antik ta­
rih çalışmasının son yirmi yılda kazandığı bu yeni devinim hiç de rastlantısal
değil ve bugün artık bilimin heyecan verici ve verimli bir alanını oluşturuyor.
Örneğin, Romalı tarihçi Tacitus üzerine uzman olan Ronald Mellor, Antik-
çağa ilişkin yeni uzmanlaşılan bu dersleri, Yunanca ve Latince bilmeyen öğ­
renciler için ‘son yıllarda (kendi konusunda) müfredatta yapılan en heyecan
verici entelektüel değişiklik’ olarak tanımlamıştır.
Her özgürlükte olduğu gibi, kaçınılmaz olarak ve yine kantarın topuzu
fazla kaçtı. Bir zamanlar Yunanlıların ve Romalıların (muhtemelen, Avru-
palı emperyalistlerin ve köle sahiplerinin ilk örnekleri olmalan dışında) hakkıy­
la sahip oldukları önemin, artık dikkate değer bir anlam ifade etmediğini
savunanlar var. Homeros, Aiskhylos, Platon, Tacitus, Vergilius gibi yazarla­
ra, özellikle beyaz ve erkek oldukları için şişirilmiş bir ‘önem’ verildiği iddia
edildi. Çalışmalarına nesnel bir değer atfedilecek olsa, bunun, onları tarihin
dipnotlarına sürgün edebileceği ve diğer kültürlerin gözden kaçırılmış ya da
önemsenmemiş edebi devlerinin onların yerlerini almalarına yol açabileceği
söylendi. Romalılar ve Yunanlılar hakkında şimdiye dek yapılan ve diğer kül­
türlerin başarılarını kendi üstünlükleriyle gölgeledikleri yolundaki vurguda,
bir yeniden değerlendirme geçerlilik kazanıyor, fakat bu, kendi içinde on­
ların dışlanmasını gerektirmiyor.
Klasik dünyanın çalışılmasına yönelik sorunun kesinlikle yeniden ifade
edilmesi gerekiyor, fakat bunu böyle yapabilmek birtakım kanaatlerle ola­
naklı. Kültürüyle, dinsel inançlanyla, bilinciyle Batı dünyası, Yunan ve Roma
tarafından iyi-kötü bir şekle sokuldu. Gündelik İngilizce sözcüklerin yüzde
ellisi Yunan ya da Latin kökenlidir ve bunlar, nihai biçimine Latin dünyasın­
da ulaşmış Yakındoğu çıkışlı bir semboller dizisiyle (alfabe) ifade edilir. Latin
kökenli dillerin Latince’ye olan borcu çok daha fazladır. Fransa ile kuzey
komşuları arasında yüzyıllardır süren anlaşmazlıklar, Roma’ya ait sınırların
bir mirası olarak görülebilir. Fransa ve Almanya’yı sonunda bir araya gelmek
zorunda bırakan ve kökleri Roma evrensel vatandaşlık kavramına uzanan
Avrupa Topluluğu fikri de, bununla eşit düzeyde tartışılabilir. Hıristiyanlık,
Roma Imparatorluğu’nda doğmuştur. Yeryüzündeki hemen hemen bir mil­
yar Katolik, hâlâ Roma’daki Papa’nın otoritesine saygı duyuyor. Roma’nın
otoritesi, Isa’nın varisi olarak seçtiği Aziz Petrus’un Roma’da şehit edilmesi
geleneğine dayanır. Pratikte bu, Yunanlı doğunun kültürel farklılıklar içeren
Hıristiyan kentleri üzerinde yürürlükte ya da daimi olan Roma kontrolünü
göstermeye yetmezdi, ancak Roma, batıdaki ve haklı olarak bu hâkimiyetin
14 MISIR, YUNAN VE ROMA

konuşulmasına yol açan olaylar üzerinde otoritesini başanyla sağladı. Sonra,


Batı kültürüne kalan, Roma hukuk mirası, Yunan siyaset teorisi (ve daha
küçük ölçekte, uygulaması), bir mimari kalıt ve kendi değeri oranında bir
edebiyat, vasiyet edilen tiyatro, hatta psikanaliz kavramları var. Yunanlıların
ve Romalıların önemsiz olduklarını söylemek, gerçekte, bir insanın geçmişin­
deki herhangi bir bilgiden (hatta, büyük ölçüde kavramsal olarak Yunanlı bir
geçmişi keşfetmek için kullanılan yöntemlerden) habersiz yaşayabileceğini
söylemek demektir.
Bunun gibi, Korkyra’daki iç savaşın Thukydides tarafından verilen hesabı
yirminci yüzyılın terör ve antiterör kıskacında olanlan şaşırtmazken, dünyanın
neredeyse tamamını etkileyen bir vahşet çağında Homeros’un, (Hektor’un
savaşa katılmak için ailesini terk etmesi ya da Priamos’un Hektor’un cesedini
Akhilleus’un elinden kurtarması gibi) savaştaki merhamet tasvirine inanmak
evrensel bir yankı bulamaz. Thukydides’in temalarından ‘Melia Diyalogu’, ki
metinde sözcüklerin kendi yararlarına tahrif edildikleri şiddetle ileri sürülür,
George Orwell tarafından Hayvan Çiftliği ve ’te geliştirilmiştir. Ryszard
Kapuscinski’nin The Emperor (İmparator) (Etiyopya kralı Haile Selasiye’nin
son günlerinin açımlaması) ve Gabriel Garcia Marquez’in Başkan Babamızın
Sonbaharı adlı yapıdan, İS ikinci yüzyılda Tacitus tarafından çözümlenen
gücün kokuşmuşluğunu akla getirir, ki yirminci yüzyılın pek çok eşdeğerinde
de karşılığını bulmuştur. Yunan tragedyası bugünün siyasi hayatında merkezi
bir rol oynayan ahlaki ikilemler sunar - birey ve toplum arasındaki çatışmada
olduğu gibi.
Oysa antik dünya mirasına yönelik tepkilerin birçoğu öznel olmak zorun­
dadır. Klasik sanatın ve edebiyatın günümüze kalmış minicik bölümünden
ne şekilde yararlanılacağı nesilden nesile değişir. Batı Hindistanlı şair Derek
Walcott, Homeros’un temalarını, yirminci yüzyılın en çok alkışlanan destan­
larından biri olan kendi Omeros’unda dokumuştur. Roberto Calasso dünya
çapında çok satan The Marriage of Cadmus and Harmony (Kadmos ve Har-
monia’nın Evliliği) isimli çağdaş eserinde Yunan ve Roma mitosundan esin­
lenmiştir. Filozof Epikuros’un İtalyanca baskısı yayıncılannı hayrete düşürecek
şekilde bir milyon kopya satmıştır. Shame and Necessity (Utanç ve Gerekli­
lik) adlı Sather derslerinde Bernard Williams, bir ahlaki belirsizlik çağında,
Yunan filozof ve şairlerinin ahlaki etkinliğin temellerini anlama girişimlerinin
günümüzde yeni bir ilgiyle karşılandığını savunmuştur.
Bununla birlikte, Yunan ve Roma çalışmasının daha geniş bir Akdeniz
dünyası bağlamında yer alması gerektiği artık kabul edilmektedir. Bu kayma,
kültürlü küçük bir zümre tarafından yazıldığı için Yunan ve Roma’ya farklı
ve homojen kültürler etkisi verme eğiliminde olan, ancak seçilmiş bir zümreye
açık metin çalışmalarından kaçınılmasının dolaysız bir sonucudur. Aynı za­
ANTİK DÜNYANIN YENİDEN KEŞFİ 15

manda, II. Felipe Dönemi’nde Akdeniz ve Akdeniz Dünyası2isimli ünlü çalışma­


sında, Akdeniz’i coğrafi arka plandaki küçük değişimlere karşın, insanları ve
kültürleri arasındaki karşılıklı ilişkilerin karmaşıklığını vurgulayan bir bütün
olarak ele alan Fernand Braudel gibi tarihçilerin etkisi önem kazandı. Onun
ve genel olarak Fransız Annales tarih okulunun yaklaşımlan, erken tarihi
dönemler bakımından eşit öneme sahiptir. Hepsinden daha önemlisi arkeolo­
jik bulguların vurgulanmasıdır ki, bunlar Akdeniz dünyasının ticaret, göç ve
diğer karşılıklı kültürel etkinlikler üzerinden daha bütünlüklü bir haritasının
çıkarılmasına olanak sağlamıştır. Kabul gören en eski yaklaşım olarak, kendi
kültürlerini her nasılsa daha hareketsiz toplumlara veren ‘süper uygarlıklar’
görüşü (ideolojik vatanını Avrupa emperyalizminde bulduğu yollu bir yakla­
şım), yerini, yerel kültürlerin yabancı kültürleri benimseyip kendi kullanımı
için uyarlayacak kadar güçlü oldukları türünden yaklaşımlara bırakmıştır.
(Etrüskler ile Yunanlılar arasındaki ilişki iyi bir örnek: Bkz. Bölüm)
Bu vurgu kaymasının sonuçlarından biri, klasik kültürün oluşmasında
Antik Yakındoğu ve Mısır’ın katkılarını tanımak ve kabul etmek olmuştur.
Yakındoğu, Akdeniz dünyasına alfabeyi, muhtemelen Yunan felsefesindeki
bazı unsurları, hatta belki Fenikeli örnekleri sayesinde polis kavramı ile her
biri Akdeniz’i büyük ölçüde etkileyen dünyanın üç büyük tek-tanrılı dinini
yaratmıştır. John Boardman’ın yakın zamanda (Özellikle Yunan sanatı üzeri­
ne) söylediği gibi, ‘Beşinci yüzyıldan önceki Yunanistan’a, batılı dünyanın
doğulu uzantısı olarak bakmak yerine, doğulu dünyanın batılı uzantısı olarak
bakmak bence daha kolay.’ Yedinci yüzyıldan önce Mısır’ın Akdeniz dünya­
sından büyük ölçüde yalıtılmış görünümüne karşın, hem tek tek malzeme
hem de kültür ihracı yoluyla yarattığı güçlü etki fazla bile gelmiştir. Yunan ve
Roma üzerine yapılmış hiçbir çalışma bugün bu uygarlıkları işine geldiği gibi
göz ardı edemiyor ve ilerideki dört bölüm, daha sonrakilerin bazı kısımlarıyla
birlikte, onlara adanmıştır.
‘Yunanlılar’ ne kadar incelenirlerse, farklı bir ırk ve kültür olarak o denli
az hayatta kalabilirler. Kitabı The Greeics’te (Yunanlılar) Paul Cartledge,
beşinci yüzyıldan önce Yunanlıların kendilerini diğer kültürlerden ayırmak
için kullandıkları, ‘Yunanlılık’ şeklinde bir tanımın var olmadığını iddia ediyor.
Bu tabirin, Yunanlılar ve ‘diğerleri’, yani barbarlar arasında yapılan ayrımdan
sonra Pers Savaşları’nın bir sonucu olarak ortaya çıktığını, fakat ondan sonra
bile ‘Yunanlılık’ın, ötekilere karşı ısrarla düşmanca davranan muazzam çeşitli­
likteki toplulukları kapsayan bir tür akışkan ve yapay kavram olduğunu ileri

2) Fem and Braudel, i l . Felipe Dönemi’nde Akdeniz ve Akdeniz Dünyası - The M edileme
nean and the Mediterranean World in the Age of Philip IP, Çeviren: Mehmet Ali Kılıçbay, ¡ınjfc
Kitabevi, (ç.n.)
16 MISIR, YUNAN VE ROMA

sürüyor. Dilde, dinde ve geleneklerde yaygın biçimde kullanılan sıfatlar var­


dı, fakat bu niteliklerin ortaklığı (kısmen tek bir kentten, yani Atina’dan
günümüze kalmış yazılı materyalin üstünlüğünün bir sonucu olarak) aşırı vur­
gulanmıştır.
Roma konusunda da benzer noktalar bulunabilir. Faşist diktatör Benito
Mussolini, ideal Romalı tipiyle övünmekten hoşlanmıştır. Propaganda afişle­
rinin çoğunda ırka ilişkin bağlantının dolayımsızlığını ve lekelenmemiş ırksal
saflığı vurgulayacak şekilde sert bakışlı Romalı askeri, kendi döneminin İtal-
yanlarının yanında betimlenmiştir. Oysa Roma İtalya’sı, halkların olağanüs­
tü bir karışımından meydana gelmişti. Güney sahilleri boyunca Yunan yerleş­
meleri ve kuzeyde, daha sonraki göçlerle Orta Avrupa’dan gelen başlı başına
bir Kelt unsuru vardı. Belki de hepsinden önemlisi, Roma’nın savaş başarısı
muazzam bir köle akınım beraberinde getirdi. Bir tahmine göre, İÖ birinci
yüzyılda İtalya’da nüfusun hemen hemen yüzde 40’ını oluşturan
köle vardı. Bunlar, baştan sona bütün Akdeniz’den, hatta ardındaki Arabis­
tan, Habeşistan ve Hindistan gibi çok daha uzak diyarlardan gelmişlerdi.
Gerçekte bunların birçoğu azat edildi ve Mussolini’nin o saçma, klişe Ari
İtalyan ırkım oluşturan İtalyan nüfusu içinde eridi.
Antik Akdeniz bu yüzden büyük kültürel karışımın bir mekânıydı ve onun
tarihçiler eliyle yeniden yaratılması başlı başına bir mücadele olmuştur. Klasik
yazarların metinleri elbette esas olarak kalır. Herodotos, Thukydides, Polybius,
Tacitus ve geç antik dönemden Ammianus Marcellinus ve Procopius tarihleri,
diğerlerininki gibi, kanıtın herhangi bir biçimde kullanılmasıyla üstün olabilmiş
benzersizlikle, ayrıntılı metinler sundular. Felsefecilerin ve şairlerin çalışmaları,
özel ve kamuya açık iki düzeyde de, onlan üreten kültürlü küçük bir zümrenin
zihniyetindeki bazı şeylerin yeniden inşasına olanak sağlayacak şekilde ve
belli ölçüde hâlâ yaşıyor.
Günümüze kalabilmiş bu metinlerin büyük çoğunluğu geç on yedinci yüzyıl
bilim adamlarınca biliniyordu; daha sonra da matbaa sayesinde Avrupa’nın
eğitimli zümresine yayıldı. Bunlar, her eğitimli Avrupalımn bilincinin derin­
liklerine gömüldü ve kültürel yaşamın bütün biçimlerine nüfuz etti. Sonuç
olarak bu orijinal metinlerin ne denli küçük bir bölümünün günümüze ulaştığı
ve gerçekte antik dünya edebiyatıyla aramızdaki bağın nasıl kırılgan olduğu
sıklıkla unutuluyor. Charlemange (İÖ dokuzuncu yüzyıl) öncesinden Jcalan
sadece Roma elyazması bulunuyor, o dönem boyunca birçoğu kopya­
lansa da, bu kadar az kitap kalması kısmen orijinallerinin kaybolmasına göz
yumulduğu içindir. Pek çok çalışma tek kopya olarak günümüze ulaştı. İtal­
ya’daki Monte Casino büyük kütüphanesinde sadece Tacitus’un çalışmaları
ile Apuleius’un Altın Eşek1inin kopyaları bulunuyor. Tarih bilgini Livius’un İÖ
’den ye kadar olan Roma tarihi hakkındaki kitapları, ancak on
ANTİK DÜNYANIN YENİDEN KEŞFİ 17

altıncı yüzyılda, on beşinci yüzyıla kalabilmiş olan tek el yazmasından kopya­


lanmıştır. Catullus’un şiirleri tek kopyadır, Lucretius’un De Rerum Natura'sı
iki kopya olarak günümüze kadar ulaşmıştır.
Kaybolan miktar son derece şaşırtıcı ve yazılanlar içinde belki de en
iyileriydi. Yunan felsefesi üzerine başlıca otorite olan Geofifrey Lloyd, sonraki
nesiller için kavranması çok zor gibi budalaca bir neden yüzünden, Yunan
biliminin ve matematiğinin en güzel örneklerinden birçoğunun atıldığından
şüpheleniyor. İkisi de İS ikinci yüzyılda çalışan fizikçi Galenos ve astronom
Ptolemaios, kendi dönemlerinden önceye ait pek çok çalışmanın ikinci de­
recede, önemsiz sayıldıkları ve korunmadıkları yolundaki düşünceleriyle bir
çeşit otorite kazandılar. Antik dünyanın başarılarından edindiğimiz, ne yazık
ki, kaçınılmaz olarak tahrif edilmiş bir resimden ibaret; günümüze daha farklı
metinler kalmış olsaydı, bu resmin nasıl etkileneceğini düşünmek de ilgi çekici
- Tacitus’un erken dönem kitaplarından ziyade geç dönem yapıtları olan
Yıllıklar ya da sonradan yazıldığına inanılan yirmi İncilden farklı olan dördü.
Aynı şekilde, eğer Freud’u esinleyen Sophokles’in Oidipus’u olmasaydı, ki
oyunundan sadece yedisi günümüze kalabilmiştir, kim bilir yirminci yüz­
yılın kültürü ne kadar farklı olurdu?
Üstelik, yazılanın doğası pek çok unsur tarafından etkilenmiştir. Tarihçiler
de çoğunlukla bunları yanlış anlamışlardır. (Örneğin, bkz. Paul Cartledge’in
Yunanlılarındaki ‘Inventing the Past, History vs. Myth’ (Geçmişi İcat Etmek,
Mitlere Karşılık Tarih) adlı bölüm.) Livius kendi erken Roma tarihi için,
eleştirel olmayan bir biçimde pek çok efsaneye güvenirken, Herodotos’un
erken Mısır tarihi hesabını umutsuzca yüzüne gözüne bulaştırdı. Yukarıda
ileri sürüldüğü gibi, ( yüzyıl bilgini Petrarca’nın, Genç Gordion imparatoru­
nun (İS ) bir sikke üzerindeki portresiyle bir metnin içindeki tasviri
arasındaki zıtlığı ilk fark ettiği ana, Francis HaskelPin History and its Images
(Tarih ve İmgeleri) adlı kitabında muazzam bir hamleyle tarih koyabilmesine
rağmen), yazılı kaynakların bilim adamları için eleştirel uygunluğa ulaşmaları
zaman almıştır.
Klasik uygarlıkların bütünlüklü bir resmi için malzeme olarak bu metin­
ler, bu nedenle sınırlı bir değer taşıyor. Bunlardan günümüze dek ulaşanların
büyük bölümü, seçkin bir zümrenin boş zamanlannda yazdıklanndan oluşuyor.
Yunan ve Roma halkının çok büyük çoğunluğu ve onlarla ilgili konular daha
hiç duyulmadan yok oldu. Roma köleliği çalışmasında Keith Bradley, azat
edilmiş sadece bir tek köle bulunduğunu, onun da, tüm hakaretlere katlanmış
bir adamın bakış açısından, gerçekte kölelerin hürmetsizliğini anlatan filozof
Epictetus olduğunu yazar. Aynı zamanda, kadınların sesi de yok edildi. Günü­
müze kalan birkaç şiiriyle Sappho dışında, Hıristiyanlık dönemine kadar ka­
dınlardan hiçbir ses seda yok. Bir de işkence altında can vermiş Perpetua’nın
18 MISIR, YUNAN VE ROMA

(İS ) güncesi var. Vatandaşlık ve oy verme haklarından mahrum kılınmış


bu insanların değer verilen herhangi bir sosyal konuma sahip olup olmadık­
ları ise günümüze kalan bu metinlerden şifre çözer gibi okunmak zorundadır.
Yeni metinlerin en bereketli kaynakları, kitabeler, taş, çanak-çömlek,
metal ya da daha nadir durumlarda ahşap üzerine yazıtlardır. Muhtemelen
Yunan ve Roma dünyasından yarım milyonu yayımlanmış durumdadır. Biraz
önce tanımlanan boşlukları doldurabilmek için böyle bir yola başvuruldu.
Metinlerin ilgi alanları çok geniş olmakla kalmıyor, bunlar aynı zamanda
kamu binalannın duvarlan gibi, orijinal yerlerinde keşfediliyor. Pek çoğu doğ­
rudan tarihi bir değer taşıyor (örneğin, ve Bölümlerde tartışılan, ’da
Troizeride keşfedilmiş olan ‘Themistokies Kararnamesi’ ile Atina Vergi Lis­
teleri) . Binaların tarihleri, onları yapanların isimleri ve sosyal statüleri gibi
diğerleri de, kent yaşamına lezzet katıyor. Modem Türkiye’nin güneyindeki
Aphrodisias kentinden çıkarılan kitabelere ait pek çok materyal, buna güzel
bir örnek oluşturuyor. Diğer kaynaklarda neredeyse hiç bahsedilmemiş bir
şehir burası, fakat doğal biçiminde ve mahallinde bulunan yazıtlardan kentin
yüzyıllar süren tarihini, bazı önde gelen ailelerin binalarını ve bir dereceye
kadar da Hıristiyanlık dönemine kadar yaşamış pagan kültürünü yeniden inşa
etmek mümkün. Bulgular arasında hâlâ en çarpıcı olan metin, bir senatus
consultum (Roma senatosunun bir resmi kararı).
Kitabelerin üzerinde yaşayan metinlerin bütün bağlamını değerlendirmek
imkânsız. Belki de en yaygın olanı, mezar taşlarındaki yazıtlar. Bu sayede Ro­
ma ailesini, çocukların ortalama ömürleri ve kederli ana-babaların dile getir­
dikleri duygularla birlikte yeniden inşa etmek mümkün oldu. Meçhul bir
Romalının geç Cumhuriyetin ayaklanmalarla geçen buhranlı günleri boyun­
ca kendisine verdiği destek için karısına duyduğu minneti ifade ettiği bir
yazıt olan Laudatio Turiaefda olduğu gibi, aile yaşantısının değerleri sıklıkla
ve çok canlı bir şekilde resmedilmiştir. Yazıtlarda kullanılan diller aynı zaman­
da, Latince, Yunanca ve yerel diller arasındaki ilişkiyi ve bu dillerin çağlar
boyunca yaşadıklarını kanıtlar niteliktedir. Başlı başına okullarda neler öğre­
tildiğinin kanıtları olan yerel edebiyat türleri de böylece değerlendirilebilmiştir.
Kısacası, kitabelere ait materyal sınırsız bir değer taşıyor ve çoğu kez tek bir
bağlamda, yüksek sınıfların dışında dile getirilmiş olmasıyla, hâlâ yaşıyor.
Yazılı metinlerden sağlanan kanıtlar, bugün arkeologların çalışmasından
elde edilen zengin birikime eklenmek zorundadır. Arkeoloji öncelikle, mad­
di kültür ve binalar ile bunların geçmiş insan davranışının kanıtları olarak
yorumlanmasıyla ilgilenir. Geleneksel olarak, arkeolog büyük ölçüde, ılıman
ya da tropik iklimde yaşama ihtimali yüksek olan taş, çanak-çömlek ve metal
işleriyle ilgilenmiştir. (Pek çok papirüs metninin de içinde olduğu daha pek
çok materyal, Nil vadisinin kuru ikliminde günümüze kalabilmiştir - Mısır
ANTİK DÜNYANIN YENİDEN KEŞFİ 19

uygarlığına ilişkin bilginin bu denli kapsamlı olmasının bir nedeni de budur.)


Son yıllarda çok daha kapsamlı malzemenin, özellikle bitki ve hayvan yaşa­
mıyla ilgili olanların yeniden kazanılabileceği kanıtlanmış; böylece, tarım ve
yemek kültürü konusunda çok daha fazla şey söylenebilmiştir. Fakat arkeolog
hâlâ küçük ve temsili değeri olmayan bir örnekle baş başa bırakılmıştır.
Yine de, arkeologun anlamlı bir katkı sağlayabileceği pek çok alan vardır.
Tipik bir kazıda, tabakalar açıldığı zaman daha eski olanlar yenilerin altındadır.
Eğer bu tabakalar tarihlendirilebilirse -örneğin sikkelerden- çanak-çömlek
gibi aynı tabakada bulunan diğer malzemeler de tarihlendirilebilir. Farklı
koşullarda açığa çıkarılmış benzeri çanak çömlek de, daha sonra, mekânın
bir tabakasını tarihlendirmede kullanılabilir. Hayatın nadiren iyi belgelenmiş
belirli görünümleri vardır -evler, alışveriş ve değiş-tokuş pratikleri, tekno­
lojideki gelişmeler- ve burada arkeologların yaptığı işin vazgeçilmez olduğu
kanıtlamıştır. Roma İmparatorluğu’nun sınırları boyunca yapılan kazılar ve
araştırmalarda, imparatorluğun istila baskısı altında geldiği bu yerlerde, bir­
biri ardına yapılmış istihkâm çalışmaları ortaya çıkanlmıştır. Hatta siyasi geliş­
meler konusunda bir şeyler söylemek mümkün olmuştur. Roma Forum’unda
yapılan kazılar, İÖ ikinci yüzyıl ortalarında, tribünlerin daha etkin bir hale
gelmesiyle halk meclisleri için ayrılan alanların artmasını ve buna karşılık
diktatör Sulla idaresindeki senato evi için ayrılan alanla birlikte yapılan har­
camaların da azaldığını da göstermiştir. Arkeoloji edebi tanıklığı teyid etme­
de ya da ona meydan okumada kullanılabilir. Almanya’da saklanan sikkeler,
Tacitus’un Germanicı'sında ayrıntısıyla verdiği sikkelerin tariflerine neredey­
se tamamen uyuyor. Öte yandan, Yunan metinlerindeki, şehirlerin etrafının
duvarlarla çevrildiği ve erken dönem kamu binalarıyla süslendiği izleniminin
yanlış olduğu görüldü. Duvarları ve hâlâ tamamlanamamış kamu binalarına
ayrılmış alanlarla açığa çıkarılmış bir şehrin kurulmasının üzerinden geçen
süre, pek çoğunda bir yüzyıldan fazladır.
Bilimsel tekniklerdeki gelişmeler kanıtın daha büyük bir incelikle değerlendi­
rilmesine olanak tanımıştır. Metallerin yapısındaki iz elementleriyle, malzeme­
lerin kökenleri kesin olarak saptanabilmektedir. İlk Atina sikkeleri beklene­
nin tersine, şehrin yakınlarındaki Laurion madenlerinden değil, Trakya’dan
getirilen gümüşle yapılmıştı. Roma amphorae kalıntıları üzerinde yapılan analiz­
le içerikleri tanımlamak kolaylaşmışken, bu amforaların üzerindeki damgala­
rın birbirleriyle karşılaştırılması, ticaret yollarının haritasının çıkarılmasında
kullanılmıştır. (Sestius adındaki bir çömlekçinin yaptığı amforalar İtalya’daki
Cosa’dan orta ve güney Fransa çapında dağıtılmıştır.) Tarihlendirme yön­
temleri önemli ölçüde gelişmiştir. Akrotiri şehrini yakıp kül eden Thera ada­
sındaki yanardağın patlaması, şimdiye kadar düşünülenden çok daha erken
bir tarih olan İÖ ya da olarak kesinlik kazanmıştır. Radyo karbon
2 0 MISIR, YUNAN VE ROMA

yöntemi, tarihi büyük bir kesinlikle saptayamasa da, patlamayla deniz dibi
çökeltilerinin arasında bulunan tephra (bir tür gri volkanik kaya) ile buz
çekirdeğindeki çalışmaların birleştirilerek, dikenli-kozalaklı California çamı­
nın (ve başka ağaç numunelerinin) gövde halkalarıyla birlikte incelenmesi
sonucunda, (bu arada, bu çok erken tarihin geleneksel Mısır kronolojisinin
güvenilirliğine ilişkin kuşkulan artırması yeni tartışmalara yol açmış olsa da)
tarih konusunda bir karara varılabilmiştir.
Geleneksel olarak klasik arkeolojinin odak noktası, büyük şehir siteleri ya
da Yunan dünyasındaki mabetler olmuştur. IS arasını kapsayan geç
Antikçağ gibi, hâlâ kent yaşamının yeterince anlaşılamadığı dönemler var ve
hâlâ çok önemli bir çalışma sürdürülüyor. Bununla birlikte, yapılan vurgular
açısından kentten kırsala doğru bir kayma oldu. Yüzey bulgularının toplan­
masına dayanan alan araştırmasıyla, geniş bir alana yayılmış yerleşmenin doğal
haritasını çıkarmanın göreli ekonomik ve verimli bir yolu olduğu kanıtlanmış­
tır. Önemli bir alan araştırması British School tarafından güney Etruria’daki
Roma’da yürütülmüştür. (Bu çalışmayı, antik kırları büyük ölçüde yok eden
modern tarım yöntemleri ve yeni yapılaşma teşvik etmiştir.) Bunun ve Cum­
huriyet İtalya’sındaki diğer araştırmaların bir sonucu, edebi kaynaklarda, köy
yaşantısının İtalya’da İÖ ikinci yüzyılda ortadan kaybolduğunu ileri süren
görüşün değer kaybetmesi olacaktı. Yunanistan’daki alan araştırmaları, kent­
lerdeki üretim fazlasının ne denli küçük ve tahmin edilemez olduğunu ve
bunun sonucu olarak kent yaşamının ne kadar istikrarsız olduğunu göster­
miştir.
Şimdiye kadar materyal toplama ve yorumlamayla ilgilenen alan araştır­
maları, geleneksel arkeoloji parametreleri içinde yürütülmüştür. Bununla bir­
likte, geçen otuz senede arkeologlar amaçları doğrultusunda çok daha hırs­
lıydılar. Geleneksel yaklaşım, kanıt toplamak, onu tanımlamak ve daha son­
ra bu kanıtı geçmişteki bir resmi tamamlamak için kullanmaktı. Bu durum
kaçınılmaz olarak, hayli durağan bir toplum resmini ve bu resmin içinde,
kullandıktan sonra atılan nesnelerden bile daha önemsiz olarak görünen halk­
ları üretmiştir. Sözde ‘Yeni Arkeoloji’ (’lar Birleşik Devletleri’nde orta­
ya atılan bir terim) çok daha etkinlik yanlısı bir yaklaşım geliştirmiştir. ‘Yeni
Arkeologlar’ geleneksel olarak antropoloji ile üzeri örtülmüş alanlara yönel­
diler; bireylerin toplum içinde birbirleriyle ve dış dünyayla nasıl ilişki kur­
duklarıyla, özellikle de kültürel değişimin nasıl gerçekleştiğiyle ilgilendiler.
Geçmişin benzer toplulukları tarafından bırakılmış kanıtların açıklanmasına
yardım edebilecek hayat tarzlarını gözlemleyebilmek için, avcı-toplayıcı top­
lulukların arasında yaşamaya gittiler. Hipotezler ortaya attılar ve bu hipotez­
leri destekleyecek ya da çürütecek kanıtları bulabilmek için çok sayıda siteyi
incelediler. Ardından insan davranışlarına ilişkin yasalar’ ileri sürmeyi dene­
ANTİK DÜNYANIN YENİDEN KEŞFİ 21

diler. (Örneğin, ‘insan toplulukları şu şu koşullarda avcı-toplayıcılıktan tarı­


ma dönerler.’)
‘Yeni Arkeologlar’ sosyal değişimin temel tetikleyicisi olduğuna inandık­
ları çevre şartlarına ağırlık verdiler. (Örneğin, eğer farklı besin kaynakları
geliştirilmiş olsaydı, sosyal işbirliğinin yeni örnekleri ortaya çıkabilirdi.)
Yaklaşımlan, sosyal değişim koşuluna bağlanmış tecrit edici ve inceleyici farklı
‘yöntemlere’ yaptığı vurgulardan ötürü ‘processual’3adını edindi. Son zaman­
larda, özellikle Britanya’daki bazı arkeologlar tarafından, ‘processual’
yaklaşımın hayli işlevsel olduğu belirtiliyor, iddialara göre, çevre üzerine yapı­
lan bu vurgular, toplumların kendi değerlerini yaratma yeteneklerini ve ken­
dileri için önem taşıyan kültürel sembolleri, özellikle kendi çıkarları doğrul­
tusunda kullanarak koruma becerilerini, değerinin çok altında gösteriyor.
Bu yeni yaklaşım ‘post-processual’ olarak adlandırıldı. ‘Post-processual’
yaklaşımlar ‘processual’ yaklaşımlann yerini alamazken, oluşan kültürel deği­
şimin içinde toplumların kendi ideolojik çatılarını nasıl yarattıklarını göste­
ren daha derin bir anlayış doğdu. Zaman ve mekân içinde gelişen ve toplum-
lara uygulanabilmiş kurallar yerine, her toplumun değişimle kendi değer sis­
temlerine göre baş ettiğine vurgu yapan, gözden geçirilmiş bir düşünce var.
(Bu tartışmalar Colin Renfrew ve Paul Bahn’m Archaeology, Theories, Methods
and Practice (Arkeoloji, Teoriler, Yöntemler ve Uygulama) isimli çalışmaları
bağlamında Bölümde ayrıntılarıyla incelenmiştir.)
Roma dünyasında kültürel sembollerin nasıl kullanıldıklarına ilişkin güzel
bir örnek, Paul Zanker’in The Power of Images in the Age of Augustus (Augustus
Çağında imgelerin Gücü) adlı kitabında sunulmuştur. Paul Zanker gelenek­
sel Roma yaşantısından belirli imgelerin -örneğin büyük kamu binası- impa­
rator Augustus tarafından nasıl kendisini Roma Cumhuriyeti’nin yıkıcısı değil,
kurucusu olduğu yönünde kullanıldığını göstermiştir. Onun her heykeli, hatta
zırhının üzerindeki kabartmalar bile, onu geçmişe bağlayan kültürel bir anla­
ma sahip olacak biçimde düzenlenmişti. Augustus, Barış Sunağı Ara Pads1te,
Cumhuriyetçi atalarının yaptığı gibi tanrılara kurbanlar veren sıradan bir aile
babası olarak betimlenmiştir. Siyasi değişim, birçoğu aşın duygusal güce sahip
kültürel sembollerin güdümlemesi üzerinden gerçekleştirilmiştir. ‘Bilişsel arke­
oloji’ terimi, geçmişin zihniyetini yaratma girişimini tanımlamak için, onun
yaşayan kültürel objeler üzerinden türetilmiştir.
Antik dünyanın düşünme biçimlerini, yaşayan mitolojiler yardımıyla an­
lamaya çalışan girişimler de olmuştur. Her çocuğun bildiği gibi, bu mitoslar
zengin ve çeşitlidir. Bununla birlikte geriye, mitosun onu üreten toplum hak­

3) Sosyal ya da dilbilimsel bir yönteme ait olan demektir. Roma hukukunda yasal olan bir
yönteme özgü olanı ifade eder, (ç.n.)
2 2 MISIR, YUNAN VE ROMA

kında bize ne anlattığı üzerine bitmek tükenmez bilmeyen tartışmalar kalır.


Fransız antropolog Claude Lévi-Strauss ve arkadaşları ‘yapısalcılar’,
tanımlanmış nesneler, anlamları ve önemi mitoslar aracılığıyla belirlenmiş
ve ifade edilmiş katogorilerle, üzerinde çalışılan herhangi bir toplumun dünya
resminin çizilebileceğini (‘yapılabileceğini’) önermişlerdir. J.-P. Vernant ve
P. Vidal Naquet önderliğindeki bir ‘Paris Okulu’, günümüz uyarlamaların­
daki anlamların bütün nüanslarını didikleyerek, Yunan mitoslarının ince­
den inceye işlenmiş yorumlarını yarattılar. Bir ‘British School’, her öykünün
bir amacı ve öyküdeki her ayrıntının bir önemi olması gerektiğini kabul et­
mekte, daha pragmatik ve daha az istekli olmaya yöneldi. Fakat hâlâ mitos­
ların onları üreten kültürler hakkında söyleyeceği bazı şeyler var ve dağılmış
topluluklar arasında paylaşılan mitoslar kültürel uyumu yaratır. Bazı durum­
larda mitoslar davranıştan haklı çıkarmak için kullanılmıştır. Prometheus’un
Zeus’u aldatması mitosu, kurban etlerinin saklanması, eti tanrılara adamak
yerine kurban edenlerin yemesi için insanlara bir neden sunar. Diğer mitos­
lar, özellikle bir şehrin kurulmasıyla ilgili olanlar, tarihi bilgi içerebilir. Yine
bazı mitoslar, bir izleyici için özümsemenin ve değer biçmenin daha kolay
olabileceği çelişkileri, ‘mesafeli’ bir biçimde sunarak gündelik hayatın açmaz­
larını resmeder, (örneğin, bir aileye mi yoksa bir kente duyulan sadakat mi
önceliklidir?). Yine de mitosların, gündelik hayatlarında bireylerin davranış
biçimlerini etkileme ve yönlendirme gücünün nasıl ve nereye kadar olduğunu
söylemek olanaksızdır.
Eski Yunan’ı ya da antik dünyanın herhangi bir parçasını hakkıyla anla­
manın mümkün olup olmadığı, gerçekten değerli bir sorudur. Bilim adamları
ve arkeologlar günümüze kadar gelmiş sınırlı ve temsil değeri olmayan kanıtlar
hakkında, belki de tamamen kendi ideolojik görüşlerini dayatıyorlar. ’da
yayınlanan tanınmış makalesinde Laura Bohannan, Shakespeare’in Hamlet
oyununu ele alarak, Batı Afrika’nın Tiv halkını tanımlamıştır. Oyunu çok iyi
anladığını ve onu Tiv halkına açıklayabileceğini düşünmüştü. Gerçekte oyunu
ona Tiv yaşlıları açıkladılar. Oyunu kendi akrabalık sistemlerine özgü terim­
lerle analiz ettiler ve oyunla ilgili tamamen farklı yorumlar getirdiler. Şurası
kesin ki, bizim antik dünyayı kavrayışımız aynı zamanda kendi önyargılarımızla
çarpıtılmıştır. Bir kadına tecavüz eden bir Atinalının davranışını ele alalım.
Bu, kendi rızasıyla bir kadını baştan çıkaran birinin davranışından daha müsa­
mahakâr olabilirdi. Sınırlandırılması gerekli güçlü cinselliğe sahip kadınlar
fikrini yansıtsa da, modern aklın kavrayamayacağı bir durumu ortaya koyuyor
bu örnek. Bu tür bir cinselliği tahrik eden bir adam, kurbanının zorla ırzına
geçmiş bir kişiden çok daha fazla sosyal yıkıma yol açabilirdi. Bu koşullar
altında, antik Yunan dünyasının bizim kavrayabildiğimiz tek dünya olduğuna
güvenebilir miyiz?
ANTİK DÜNYANIN YENİDEN KEŞFİ 23

Bunun tek yanıtı, geçmişle ilgili yorumlarımızı belirleyen bilinçsiz önyar­


gıların farkında olmaktır. Pratik koşullar altında, bu, olağanüstü zordur. Pek
çoğumuz, diğer toplumlara bakışımızı belirleyen ideolojik önyargıların ayır-
dmda değiliz. Günümüzün çarpıtmalarıyla bu görev daha da güçleşti. ’de
şair Shelley, Platon’un Symposium’unu tercüme etmişti. Ölümünden sonra
dul karısı bu çeviriyi yayınlatmak istedi, fakat şair ve denemeci Leigh Hunt
ona, bunun ancak bazı ‘kabul edilemez sözcüklerin’, ‘âşığın’ ‘arkadaşa’, ‘erkek­
lerin’ ‘insanlara’ ve ‘delikanlıların’ ‘gençlere’ şeklinde değiştirilmesini kabul
ederse mümkün olabileceğini söylemişti. Bu siyasi düzeltmeler Platon’un
açıkça homoseksüel (aslında oğlancılık) deneyimler hakkında yazmış olduğu
gerçeğini gizleme girişimiydi. Her dönemin kendi tabuları olmuştur; bu da
onlardan biriydi. Esasen bu tabuların pek çoğu gelip geçicidir ve gelecekteki
itibarını gözeten tarihçi gözü, metnini tabulara uydurmak için tahrif ederken
gülünç duruma düşmemek için dikkatli olmalıdır. Günümüz Yunan hükü­
meti öyle olduğunda ısrar etse de, dördüncü yüzyıldan bir Makedon kanıtının
nereye kadar ve hangi haklı gerekçelerle Yunan sayılabileceği hâlâ belli de­
ğil. (Hatip Demosthenes Makedonlan ‘barbarlar’ olarak görüyordu.) Bu du­
rum, konuyu nesnel olarak değerlendirmeye çalışan bilim adamlarına az da
olsa yardım edebilir. Benzer biçimde, Afrika-merkezli okul Mısır’ı (Yunan ve
Romanın tersine) köleleri olmayan ve diğer Afrika halklarıyla olan iyi ilişkileri
olması nedeniyle ideal bir devlet olarak resmetmiştir. Bununla birlikte
Mısır’da, Yunan ve Roma’daki kadar olmasa da, özellikle savaş tutsaklan
köleler vardı ve Mısır’ın Nübye’nin kaynaklarını kullanmasını emperyalizm
dışında başka bir şey olarak görmek çok zordur. Eğer iki bin yıl ya da daha
öncesinin toplumları günümüzün siyasi ilgilerini karşılama kaygısıyla biçim­
lendirilmek zorundaysa, antik dünyayı anlamamış olmak pekâlâ mümkün­
dür. (Ayrıca, Robert Hughes’ün, siyasi doğruluğun keskin bir analizi olan
The Culture of Complaint (Şikâyet Kültürü) isimli yapıtına bakınız.)
Yukarıdakilerden açıkça anlaşılacağı gibi, antik Akdeniz çalışması en he­
yecan verici safhadadır, fakat aynı zamanda, özellikle en zor çalışmalardan
biridir. Bunun gibi bir giriş metninin yazarı üstesinden gelinemez problem­
lerle baş başa kalır. Bir giriş kitabı faydalı olmak istiyorsa, geçmiş toplumlarla
ilgili, kanıtların doğrulamadığı bir uyumu ve düzeni (ve günümüze kadar gelmiş
diğer kanıtların sayıca azlığı nedeniyle, Yunan ya da Roma-merkezli olma tu­
zağına düşme ihtimalini) kabul ettirmek zorundadır. Hemen hemen her sayfa­
da, üzerine akademik kanın döküldüğü bir çekişme gizlenmiştir. Yine de, tek
ciltlik bir gözden geçirme kitabı oluşturmak bütün bu çabaya değer, ki eğer
dikkatli kullanılırsa, bu büyüleyici toplumlar hakkında ileride yapılacak çalış­
malar için bir sıçrama tahtası olabilir. Bu kitabın yapmak istediği budur.
2
Mısır, NiVin Armağanı, İÖ '

Roma İmparatoru Titus İS 80’de imparatorluğunun eyaletlerinden biri olan


Mısır’daki bir tapmak duvanna resmedildiği zaman, ayakta ve sağ elinde tehdit-
kâr bir şekilde kaldırdığı tören asasıyla betimlenmişti. Mısır’ın ilk hükümdarla­
rından Kral Narmer de, yıl önce aynı pozda resmedilmişti. Tanrıça İsis’e
tapınma, Roma’nın yükselişinden yıl öncesine, İÖ ’e dek uzan­
maktadır. Roma İmparatorluğu batıda ‘düştükten’ altmış yıl sonra, İmpara­
tor İustinianos tarafından İS yılında yukarı Nil’deki Philai’de bulunan
İsis Tapınağı kapatılana kadar, bu inanç Roma İmparatorluğu boyunca yayıl­
mıştı (Londra’da bile İsis için yapılan bir tapmak vardı) ve tanrıçanın kültü
hâlâ canlıydı. Kısacası Mısır dini, en yayılmacı evresine Hıristiyanlığın şu
anda olduğundan çok daha yaşlıyken girdi. Bunlar Mısır tarihinin uzunluğunu
ve sürekliliğini gözler önüne seren çarpıcı anımsatmalardır.
Mısır uygarlığının dengeli oluşu, Nil vadisinin ekolojisine odaklanmış kendi­
ne özgü koşullardan kaynaklanmıştır. Vadiye hemen hemen hiç yağmur yağ-
mazdı. Sulama için gereken su, çoğunluğu Etiyopya dağlarındaki yaz yağmur­
larından kaynaklanan yıllık taşkınlarla Nil’den gelirdi. Taşkınlar alüvyonları
getirmiş, verimli toprakla suyun birleşmesiyle sayesinde normal yağmurla bes­
lenmiş toprağın üç ya da dört katı ürün alınabilmiştir. Suyun ve toprağın zen­
ginliği kadar, taşkmlann düzeni de Önemliydi. Nil Mayıs’ta yükselmeye başlardı
ve Temmuz’dan Ekim’e kadar taşkından düzleşmiş vadinin üzerinde akacak
MISIR, NİL'İN ARMAĞANI 25

yüksekliğe ulaşırdı. Bu, sel zamanı demek olan, aJdıet’ti. Dört ay sonra, Kasım’ın
başında sular çekilmeye başlardı. Toprak seçilebilir, sabanla işlenebilir ve tohum
ekilebilir duruma gelirdi. ‘Toprağın yeniden göründüğü’ bu zamana peret denirdi.
Mart’tan Haziran’a kadar olan yılın son dört ayı ş/ıemu, yani hasat zamanıydı.
Normal bir yılda, Nil boyunca uzanan tarlalardan bol miktarda ürün alınır­
dı. Bu ürün, etkili bir şekilde toplandığında sarayların, yöneticilerin, zanaat­
çıların beslemesinde ve büyük imar projelerinin desteklenmesinde kullanıla­
bilirdi. Tüm bunlar Mısır’daki erken krallıkların, aradaki çöküş dönemlerine
rağmen yirmi yüzyıl boyunca sürdürebildiği başarılardır. Buna karşın İÖ ilk
bin yılda ülke zayıflamış ve Asurlu, İranlı, Yunanlı ve Romalı bir dizi fatih
tarafından zapt edilmiştir. Bunların hepsi de ülkenin zenginliklerini ele geçir­
mek istiyordu; sonuç olarak Mısır Yakındoğu ve Akdeniz dünyasının içine
çekildi. Mısır, Yunanlılar için bilgeliğin pınarıydı ve Mısır’ın kendi uygarlık­
larının kökeni olduğuna inananlar vardı. Mısırlılar onlara muhtemelen ken­
di heybetli tapınakları ve ilk yaptıkları heykeller için model oluşturdular.
(Bunun kanıtları 9. Bölümde tartışılmıştır.) İlk Roma imparatorları Mısır
tahıllarını yönetimlerini kuvvetlendirmek ve büyük başkentleri Roma’yı bes­
lemek için kullandılar. IS ’da Konstantinopolis kurulduğunda tahıl stoku
oraya yönlendirildi, bu durum kentin Doğu Imparatorluğu’nun başkenti ola­
rak kabul edilmesini ve gelişmesini sağladı. Antik Akdeniz üzerine bir kitaba
Mısır ile başlamak için hiçbir mazeret gerekmediği açıktır.

Başlangıçlar

En kalıcı Mısır yaradılış efsanelerinin birinde, her şeyin başlangıcında Ra’nın,


yani güneşin olduğu anlatılır. Ra spermlerini saçtı ve birdenbire kuruluk tan­
rısı Şu ile nem tanrıçası Tefhut ortaya çıktı. Şu ve Tefnut yeni bir tanrı soyu
ürettiler; gök tanrıçası Nut ve yer tanrısı Geb. Bunlar ardı ardına dört çocuk
yaptılar: Isis, Osiris, Set ve Nepthys. Isis ve Osiris karı koca olarak Mısır’ın
ilk hükümdarları oldular. Fakat Set erkek kardeşini parçalara ayırarak devir­
di. Isis eşine duyduğu sadakatle, ona yeni bir penis ekleyerek (aslı bir balık
tarafından yenmişti) Osiris’i yeniden bir araya getirdi ve bunu öyle bir başanyla
yaptı ki bir oğula, Horus’a gebe kaldı. Set’i devirebilecek güce kavuşana ka­
dar Horus’u bataklıkta sakladı. Bu sırada Osiris, yeniden doğumun simgesi
olarak rol oynadığı ölüler diyarının tanrısı oldu. Mısır mitolojisinde Set emre
karşı potansiyel bir tehdit olmaya devam ederken, Horus kendinden sonra
gelen yeryüzü krallarının koruyucusu olarak kaldı.
Bu yaradılış efsanesi ilk Mısır tarihinin ve inanışlannın çeşitli öğelerini bir
araya getirmiştir. Horus ve Set arasındaki çekişme ilk dönemlerin iki devleri
2 6 MISIR, YUNAN VE ROMA

arasındaki gerçek bir mücadelenin hatıralarını yansıtırken, ‘aile’ Nil boyunca


uzanan farklı kült merkezlerinin ilk tannlanndan oluşmuş bileşik bir yapıdaydı.
Bu, Mısır’ın doğal bir birlik olmadığını hatırlatır. Ülkenin iki farklı ekolojisi
vardı. Vadi dardı, bazı bölgelerde yalnızca birkaç kilometre genişlikteydi ve
Nil Deltası’ndan Assuan’daki birinci çağlayana kadar bin kilometre boyunca
uzanıyordu. Nehir, kuzeydeki Delta bölgesinde, kuş ve hayvan hayatı açısın­
dan zengin bataklıklar ve sazlıklar üzerinde yayılıyordu. En erken dönemlerden
beri, farklı çanak çömlek yapma gelenekleri ve ölü gömme âdetleriyle her
bölge kendi kültürünü geliştirdi. Delta bölgesinin hiçbir zaman bağımsız bir
devlet oluşturduğuna dair bir kanıt yoktur, fakat Mısır’ın, biri kuzeydeki Del­
tada, diğeri güneyde vadi boyunca iki ayrı krallıktan meydana geldiğine dair
ısrarlar, Mısır geleneğinde yaklaşık İÖ 3 ’lerdeki ilk birleşmeden çok son­
ralarına kadar sürdü. Farklı hükümdarları ve koruyucu tanrılarıyla birlikte,
vadi sazlar ülkesi, delta ise papirüsler ülkesi olarak tasvir ediliyordu.
Mısır nispeten dış dünyadan tecrit edilmişti. Vadiyi çöller çevreliyordu.
Güney ülkesi çağlayanlarla kuşatılmıştı. Bu çağlayanlann granit kayalan, ırma­
ğın yukarısına doğru yolculuk etmeyi güçleştiriyordu. Çağlayanların ötesinde
Nübye vardı. Burada iklim koşulları Mısır’dakinden daha çetindi ve tarım
hiçbir zaman Mısır’daki yüksek seviyede gelişmemişti. Mısır krallıklarının
daha başarılıları Nübye’yi denetim altında tuttu ve ülkenin hammaddelerini
-altın, bakır, yarı değerli taşlar ile Mısırlılar için egzotik olan zürafa, leopar
ve devekuşu gibi hayvanlar- sömürdü. Kuzeyde Akdeniz ile doğrudan ilişki
kurulduğuna dair pek fazla kanıt yok; varsa bile Deltanın çamuru altına
gömülmüş olmalı. (Delta bölgesindeki Avaris’te Giritli bir tüccar topluluğu­
nun yaşadığına dair yakın zamanda yapılan bir keşif, neredeyse kesinlikle,
bölgede bir zamanlar inanılandan çok daha fazla ticaret yapıldığını göste­
riyor.) Mısır’ın savunulması en zor bölümü, Filistin’den çölü geçerek gelen
potansiyel istila yollarının ulaştığı kuzeydoğusuydu. İÖ yaklaşık ’de Mısır
dışından gelen ‘Hyksoslar’ kuzeyden Mısır’a sızdılar ve buna yanıt olarak Mısır­
lılar Filistin kentlerinin kontrolünü ele geçirdiler, ikinci bin yılın sonuna
kadar ülke tümüyle güvendeydi.

Mısırın Birleşmesi

Arkeolojik kanıtlar Mısır uygarlığının temellerinin, ülkenin İÖ 3 ’deki kay­


dedilen ilk birleşmesinden çok önceleri atıldığını gösteriyor. Mısırlı çiftçile­
rin başlıca mahsullerini oluşturan düşük kaliteli buğday, arpa ve keten, İÖ
’den çok önce de yetiştiriliyordu. O güne kadar Yukarı Mısır’da definler
çoktandır, ötedünya için bırakılan erzakları, araç gereçleri, av malzemelerini
MISIR, NİL'İN ARMAĞANI 2 7
2 8 MISIR, YUNAN VE ROMA

ve ölen kişinin bedeninin batıya, batan güneşin evine bakacak şekilde yatırıl­
masını içeren biçimiyle yapılıyordu. Dördüncü bin yılın ikinci yarısında,
Mısır’ın kaydedilen ilk birleşmesinden dört beş yüz yıl önce, vadinin dağılmış
tanm toplulukları daha da genişlemişti. İÖ kadar erken bir tarihte,
Hierakonpolis’in kuzeyindeki Nakada bölgesinde, etrafı duvarlarla çevrilmiş
bir şehir vardı. Nakada ve Hierakonpolis gibi yerleşimlerin gelişmesi, doğu
çöllerinin altın madenlerine giden ticaret yolları üzerindeki konumlarını yan­
sıtıyor olabilir. Onların yükselişiyle daha incelikli zanaatçılığın görülmeye
başlanması çakışır. Mezarlar altından, bakırdan ve çeşitli taşlardan yapılan
eşyalarla daha zengin bir hale gelmiştir.
Daha gösterişli hammaddelere duyulan bu gereksinim, Mısır’ın daha geniş
bir dünyaya açılmasında etkili olmuş olabilir. Nil vadisinde, çömlekçilik ve
kerpiç için yeterince kil vardı, fakat kereste azdı. Çakmaktaşı kolayca bulu­
nan tek taştı. Vadiye dizilmiş kayalardan saf ve beyaz kireçtaşı, granit ve
diyorit gibi sert taşlar, altın, bakır veya yarı değerli taşların çevredeki çölden
kazılıp çıkarılması veya diğer uzak bölgelerden getirtilmesi gerekiyordu.1Bu
da, pek konuksever olmayan çöl boyunca seferler düzenleyebilecek düzenli
bir toplum gerektirmiştir. Dördüncü bin yılın sonlarına gelindiğinde Mezopo­
tamya’ya kadar bağlantı kurulmuştu. Mısır’da, Sümerlerinkini çağrıştıran si­
lindir biçimli mühürler bulunmuştur; ya bunlardan ya da gerçek binalardan
alınan tasarımlar, kerpiç Mısır mezar tapınaklarının ön cephelerine esin kay­
nağı olmuş olabilir. Mısır’da ilk kez İÖ yaklaşık ’lerde ortaya çıkan yazı
kavramının Mezopotamya’dan alınmış olabileceğini iddia eden kimi bilim
adamları vardır. Hem Sümer çivi yazısı hem de Mısır hiyeroglifi, sözcüğün
sesini temsil eden işaretlerle, anlamını temsil eden işaretlerin birleştirilmesi
yoluyla kullanılmıştır. Buna karşın Mısır mektuplarının biçimleri çivi yazısıy­
la yazılmış olanlardan öylesine farklıdır ki, bu mektuplarda yerli bir kaynak
arayanlar olmuştur. Hiyerogliflerin çok daha erken dönem Mısır çanak çöm­
leklerinde bulunan resimlerden türediği düşünülmektedir.
İlk Mısır yerleşimleri büyüdükçe aralarındaki gerginlik de büyümüştü.
Bu durum, dönem sanatına da yansımıştır. Hierakonpolis’teki resimlenmiş
bir mezar tapınağında, bir adam iki aslanla boğuşurken betimlenmiş, (Avcılar
ve Savaş Alanı tabletleri denilen) diğer tabletlerde hayvanlar arasındaki çekiş­
me ve uyum tasvir edilmiştir. (İlk başlarda yüzeyleri zımparalanmış olarak
kullanılan düz taşlar olan tabletler daha sonra bir tür törensel önem kazandı-

1) Diyorit: Yeşil kaya olarak da bilinen koyu renk volkanik bir taş. Ç ak m aktaşı: K ıvılcım
üretm esinin yanında, bu taşın özelliği düzgün bir şekilde kırılmasıdır. A n tik dönem lerde tören
hançerleri gibi özel aletlerin yapım ında h am m adde olarak kullanılıyordu. K ireçtaşı: K alker.
Y apıda k ullan ılacak kireçtaşm ın içinde toprak, kum , çakıl gibi yabancı m addeler b u lu n m am a­
lıydı. (ç.n.)
MISIR, NİL'İN ARMAĞANI 29

lar.) Horus ve Set’in hikâyesi, Horus’la özdeşleştirilen Hierakonpolis ile koru­


yucu tanrısı Set olan Nakada arasındaki gerçek bir mücadeleyi temsil ediyor
gibi görünmektedir. 3 ’lerde Narmer adında bir hükümdann nihayet sağla­
mayı başardığı birlik, işte bu karışıklığın içinden doğmuştur. Düşmanları ara­
sında Libyalılar gibi komşu halklann olduğu çok iyi bilinmesine karşın, Narmer
adıyla tanınan tablette, kral açıkça kuzeyi, yani Deltayı fetheden güneyli bir
hükümdar olarak resmedilmiştir. Birleşmeden hemen sonra, Narmer’in ar­
dılları başkentlerini Delta ve vadi arasındaki kavşakta stratejik bir konumda
bulunan Memphis’e taşımış olabilirler. 1
Narmer Tableti kayda değer bir kalıttır. Hierakonpolis’te özenle korunmuş
bir halde bulunmuştur; Narmer, tabletin bir tarafında Yukan Mısır’ın, diğer
tarafında Aşağı Mısır’ın tacını giymiş bir halde tasvir edilmiştir. Kral, önünde
uzanmış düşmanlarına boyun eğdirmiştir; kiminin boynu vurulmuş, başları
ayaklarının dibine düşmüştür. Tablet, tarihi öneminin yanında, Mısır sana­
tının pek çok geleneğinin korunmuş olduğunu göstermesiyle de değerlidir.
Statü, figürlerin karşılaştırmalı ölçüleriyle anlatılmıştır. Narmer içlerindeki
en büyük figürdür. Bir sahnede, bir resmi görevli Narmer’den daha küçük
fakat kendisine eşlik eden sancaktardan çok daha büyük resmedilmiştir. Bu,
normal perspektifi bozma anlamına gelse de, sanatçı zaten ayrıntıya girmek­
te olduğu kadar, uygun temsili biçimlerin yaratılmasında da çok dikkatli
davranmamıştır. Örneğin, kralın profilden verilen yüzünde iki gözü de yer
alır ve omuzlara cepheden bakılır. Hem ayakların hem de ellerin bütünü
gösterilmiştir.
Horus, tüm Mısır tarihi boyunca kralların özel koruyucusu olarak kalmıştır.
Hep bir şahin olarak tasvir edilmiştir. Eski Krallığın piramit inşa eden firavun­
larından biri olan Haffe’nin (çoğunlukla adının Yunanca uyarlaması Kefren
ile tanınır) şimdi Kahire Müzesi’nde bulunan muhteşem bir heykelinde yer
alan şahin, firavunun sırtına tünemiş ve kanatlannı firavunun omuzlan boyun­
ca açmış olarak gösterilir. Her kral doğum ismine ve diğer unvanlarına ek
olarak bir ‘Horus adı’ alırdı. Bu ad genellikle, siyasi hırsların bir yansıması
olacak şekilde seçilirdi - örneğin, ‘O ki, İki Ülkenin kalbine birden hayat
veren’ ya da ‘Düzen Getiren.’
Bu andan itibaren Mısır tarihi geleneksel olarak firavun sülaleler döne­
mine bölünmüştür. Tarihçiler, İÖ civarında kral II. Ptolemaios’un emri
üzerine Mısır rahibi Manetho’nun derlediği otuz bir sülaleyi içeren listeyi
benimsemişlerdir. Bu sülaleler Narmer’den, Pers yönetiminin İÖ yılında
İskender tarafından yıkılmasına dek uzanır. Manetho’nun yaptığı listede bir
sülalenin ne zaman bittiği, diğerinin ne zaman başladığı veya neden bir deği­
şikliğin meydana geldiği her zaman açık değildir. Manetho’nun amacı dü­
zenli bir sıra oluşturmaktı, fakat Manetho, sülalelerin ülkeyi birlikte yönetmiş
3 0 MISIR, YUNAN VE ROMA

olabilecekleri ara dönemlerde, bu sülaleleri birbiri ardına yerleştirerek tarih­


çileri daha da karmaşaya sevk etmiştir. Manetho’nun listesinde bulunan bazı
sülalelerden (örneğin yedinci ve on dördüncü) geriye adlarından başka bir
kanıt kalmamıştır. Buna karşın, bir çalışma modeli olarak onun listesi, Antik
Mısır tarihinin izlerini sürmede ne kadar yararlı olduğunu kanıtlamıştır.

İlk Sülaleler

Yazının ortaya çıkışı, ülkede birliğin sağlanması ve Memphis’te bir başkentin


kurulması, birden üçüncü sülaleye kadar olan ve İlk Sülaleler olarak bilinen
dönemin (İÖ y. ) başlangıcını işaret eder. Bu beş yüzyılda, yüzyıl­
lar boyunca sürecek bir krallık modeli geliştirilmiştir. ’e gelindiğinde,
firavunun doğrudan doğruya güneş tanrısı Ra’nın vârisi olduğu mitosu geliş­
mişti. Ra’nın kraliçeyi (ona kocası kılığında görünerek) gebe bıraktığı söyle­
niyordu. Ardından, kraliçeye Ra’nm çocuğunu doğuracağı haberini veren
Tanrıların habercisi Tot söylencesi ortaya çıktı. Böylece kraliyet çifti, varis­
ler için vekil ana-baba işlevini görmeye ve hiçbir kırılma olmadan ‘oğul’ ‘ba-
ba’nın yerine geçmeye başladı. Firavunun karısına geleneksel olarak, ‘iki Tan­
rıyı birleştiren’ yakıştırması yapılırdı. Daha önceki koruyucu Horus geleneği,
Horus’u Ra ailesinin bir üyesi haline getirerek mitosa dahil edildi; tanrı, dü­
zeni bozan ve Set kimliğinde vücut bulan güçlere karşı kralın özel koruyucu­
su olmaya devam etti.
Yeni bir firavun tahta çıktığında, taç giyme töreni, yani kha yapılırdı,
sözcük aynı zamanda güneşin doğuşu anlamında da kullanılırdı. Hükümdarlı­
ğının otuzuncu yılının sonunda, firavunun önce Yukan Mısır’ın Beyaz Tacını,
sonra da Aşağı Mısır’ın Kırmızı Tacını giyerek eyaletlerin tazelenen bağlılık­
larını kabul ettiği sed’in jübile2 töreni yapılırdı. Her eyalet, firavunu onurlan­
dırmak için kendi yöresel tanrılarını da beraberlerinde getirirdi. Törenin bir
bölümünü, sözde hükümdarlığa uygunluğunu teyid etmek için, firavunun bir
tur koşması oluştururdu.
Tören önemliydi, fakat yeterli değildi. Kutsal firavun ideolojisi eski za­
manlardan beri Mısır yaşamına nüfuz etmişse de, firavunun kalıcılığı düzeni
korumasına bağlıydı (herhangi bir kontrol kaybı, geleneksel olarak tanrıların

2) Jubilee: İbranice'deki koç sözcüğünden türemiş bir kelime. [Yahudi Tarihinde) Her “elli
yılda bir” koç boynuzlarından yapılma borularla “jubilee yılı”nın başladığı duyurulurdu. Bu
yılın başlamasıyla birlikte ülkenin her yerinde tarlalar işlenilmeden bırakılır, İbrani köleler azat
edilir, daha önce satılmış araziler, kır evleri ya da etrafı duvarlarla çevrili olmayan şehirler eski
sahiplerine ya da mirasçılarına devredilirdi. Aynca; bir olayın, durumun vb. ellinci yıldönümü,
ellinci yıldönümü kutlaması. Kutsal Yıl. (ç.n.)
MISIR, NİL'İN ARMAĞANI 31

desteklerini çekmelerinin bir göstergesi olarak düşünülürdü) ve bu durum


bürokratik açıdan uzmanlığı da kapsardı. Çok eskiden beri vergiler türlerine
göre saray tarafından toplanır, imar projelerinin desteklenmesi ve işçilerin
beslenmesi için pay edilmeden önce, tahıl ambarlarında depolanırdı. Nil taş­
kınlarının yüksekliğinin o yıl için beklenen ürün miktarının hesaplanmasın­
da kullanılmak üzere her yıl kaydedilmesi, sistemin inceliğini gösterebilir. Bir
yazı sisteminin gelişmesini teşvik eden de, bu gelişmeler olmalı. Ayrıca, ham­
maddelerin ana tüketicisi ve zanaatkârlığın merkezi saray olduğundan, kral
dış ticareti de kontrol etmiş olabilir.
Memphis’teki kraliyet sarayının etrafındaki idari site Per Ao, yani Büyük
Ev olarak bilinirdi ve bu ad ileride, IO civannda bizzat firavun için
kullanılmıştır. Yönetimin başında, kanunlar ile düzenin korunmasından ve
bütün yapı işlerinin denetiminden sorumlu olan vezir vardı. Ardından, ‘kapı
kıdemlisi’, ‘resmi emirlerin sırlarının başı’ ve ‘İki Tahtın denetçisi’ gibi işlevi
kaybolan unvanlarla, bir başka memur kalabalığı geliyordu. Eyaletlerle sıkı
bağların olduğu düşünülürse, bunlarsız düzenin korunamayacağı ya da kay­
nakların yukarıya, saraya doğru yönlendirilemeyeceği farz edilebilir. Bununla
birlikte, bu erken dönemde bölgesel yönetimin işleyişi hakkında henüz bir
şey bilinmiyor.
Kaynaklara, yalnızca kralların ve yüksek memurlarının hayattayken ihti­
yaçları yoktu. İlk sülalelerden beri, bir firavunun ölümüyle onun ilahi ruhu­
nun, yani fca’nın3, bedenini terk edeceğine ve doğuda yeniden görünmeden
önce her gece gemisiyle seyahat ettiği babası güneş tanrısı Ra’ya eşlik edeceği
cennete yükseleceğine inanılırdı. Bununla birlikte, firavunun varacağı yere
güvenle ulaşabilmesi için bir sürü formalitenin yerine getirilmesi gerekiyor­
du. Kralın vücudu korunmalı, ismi mezara kaydedilmeli ve Jca’ya ötehayat
için gereken her şey sağlanmalıydı. Ka, beslenmeden hayatta kalamazdı.
Bu temel gereksinimler bütün Mısırlılar için aynıydı, fakat normal olarak
yalnızca firavunlar ötedünyaya seyahat edebiliyorlardı. Diğerleri bu dönemde,
mezarda ya da belki de onun altındaki gölgeli ölüler diyarında var olmaktan
memnun olmalı. Ancak, onun özel himayesinden nasiplenebilen yüksek me­
murlar firavunla birlikte yükselebilirlerdi ve onun ötedünya hizmetkârları
olarak cennete gidebilme umudu, bu görevlilerin mezarlarını firavunlann me­

3) ‘Perispri’nin eski Mısır metinlerindeki adı. Eski Mısır dininde insan varlığı esas olarak
üç kategoride ele almıyordu: “Aufu” (fiziksel beden), “ka” (perispri) ve “sahu” (ruh). Perispri
terimi ise, Latince’de “peris (etrafında)” ile “spiritus (ruh)” sözcüklerinden türetilmiştir. Ka,
yaşamsal güçlerin tezahür ettiği, koruyucu ve yaratıcı nitelikli olup, fiziksel bedenden bağımsız
bir varlıktı ve her varlığın kendi ruhsal olgunlaşmasıyla değişim gösterirdi. K a’nın fiziksel be­
denden ayrılışı, insan başlı bir kuşun bedeni terk etmesi biçiminde temsil edilirdi. K a’nın hiye­
roglifi ibis kuşuydu. Ruhun hiyeroglifi ise şahindi, (ç.n.)
3 2 MISIR, YUNAN VE ROMA

zarlarının yanma yapmaları geleneğini yaygınlaştırdı. Bu, önde gelen soylu­


ları ve görevlileri sadakate özendirmenin kurnazca bir yoluydu.
Başlangıçta firavunların cesetleri kerpiç odalara gömülmüştür. Muhte­
melen beraberlerinde gömülen değerli eşyaların korunması amacıyla cesetler
daha derinlere gömülürken, bu defin yöntemleri de giderek ayrıntılı bir hale
geldi. Ne var ki, ceset ne kadar derine gömülürse, çürümesi ihtimali de o
kadar yüksekti (yüzeye yakın kuma bırakılmış bir ceset, normal olarak güneşin
ısısından kururdu) ve böylece, cesedi koruyabilmek amacıyla mumyalama
yöntemi gelişti. Dördüncü Sülaleden büyük piramit inşaatçısı Hufu’nun (Yu-
nanca’sı Keops) annesi Kraliçe Heteferes’in iç organları İÖ y. ’den kal­
mıştır, fakat Beşinci Sülaleden (İÖ y. ) önce günümüze bütün olarak
ulaşmış hiçbir mumya yoktur. (İngiltere’ye bir Dördüncü Sülale örneği getiril­
mişti, fakat daha sonra Londra’daki yıldırım saldırıda yok edildi!) Yeni Kral­
lıkla birlikte mumyalama sanatı, dünyaya Mısır uygarlığının en kalıcı imgele­
rinden birini kazandırarak karmaşık bir ritüele dönüşecekti.
İlk firavunlar güneyli olduklarının bir göstergesi olarak Yukarı Mısır’ın
kutsal kenti Abydos’a gömülürlerdi. Tipik bir mezar tapınağında, eşyaların
konduğu depolarla, görevlilerin bulunduğu ek mezarlarla çevrelenmiş ve etrafı
keresteyle örülmüş merkezi bir defin odası bulunurdu. Her mezarın yakının­
da etrafı çevrili kapalı bir alan vardı ki, burada her firavunun kült heykeline
tapınılan ayinler yapıldığına inanılırdı. Yüzyıllarca süren yağmaya rağmen,
mezarlann (içlerinde ötedünya için gereken yiyecekler ve içeceklerin olduğu)
taslarla, ustalıkla işlenmiş, bazen altınla cilalanmış taş kaplarla, bakır ve fildişi
eşyalarla dolu olduğunu gösterecek yeterince materyal kalmıştır. Memphis
yakınlarındaki Sakkara’da başka bir defin yeri vardı. İlk firavunlann mezar­
larının gerçekte burada olduğuna, Abydos’takilerin yalnızca içi boş abideler
olduğuna inanılırdı. Günümüzde ise, güzel bir şekilde yapılmış olsalar da,
Sakkara’daki mezarların, gerçekte önde gelen görevlilerin mezarları olduk­
ları anlaşılıyor. Firavunun ve saray görevlilerinin ötedünyada hayatta kala­
bilmek için güzel eşyalara ihtiyaç duymaları, İlk Sülaleler dönemi boyunca
sanattaki büyük patlamanın ateşleyicisi olmuştur.
Mezarın gövdesi kazıldıktan ve etrafındaki oda tamamlandıktan sonra,
yapının tamamı, yer seviyesindeki mezarın üzerine dikdörtgen bir bina inşa
edilip bitirilirdi. Modern Mısır evlerinin dışında bulunan sekilerden sonra bu
yapılara da, mastaba adı verilir oldu. Firavun olsun olmasın ilk mezarların
mastaraları saray modeli şeklinde yapılmıştır. Ka’nm geçebileceğine inanılan
sahte bir kapı inşa etmek âdettendi. Kapının içine stele olarak bilinen taştan
yapılma bir mezartaşı yerleştirilirdi. Steİe’nin üzerine, öleni bir masaya oturmuş
kendisine sunulanları keyifle yerken gösteren temsili bir resmin yanı sıra, adlan
ve unvanlan kazınırdı. Listenin ölen tarafından yalnızca okunmasıyla ka’nın
MISIR, NİL'İN ARMAĞANI 3 3

cisimleştirilmesi ve muhafazası sağlanabilir düşüncesiyle, gerçekten yiyecek


bir şey olmasa dahi, bazen steie’nin üzerine sunulanların bir listesi eklenirdi.

Piramitlerin İnşası

İÖ civannda, Mısır tarihinde nadiren görülen mimari bir devrim gerçek­
leşti. Bu olay, Üçüncü Sülaleden firavun Coser’in, artık kralların gömülme
mekânı haline gelmiş olan Sakkara’daki mezarıyla ilgiliydi. Coser’in danış­
manlarından biri olan İmhotep, daima ölümden çok önce başlayan firavun
mezarının yapılmasını denetlemekle görevlendirilmişti. Tapınak sıradan bir
mastaba olarak başladı, fakat genişletildi ve en sonunda altı katlı, basamaklar
halinde düzenlenmiş bir “piramit” ortaya çıktı. Güney kenarında iki avlu
vardı ve bunların firavunun Memphis’teki sarayında bulunan sütunlann kop­
yaları olduğu görülüyor. Geniş olanı, firavun ailesinin göründüğü ve firavu­
nun ilk olarak taç giyme töreninde ve diğer büyük şenliklerde kullandığı,
dikkatle tasarlanmış bir forumdu. (Bu kullanım doruk noktasına, İÖ 34 yılında
İskenderiye’de, Kleopatra’nın tanrıça İsis kılığında göründüğü büyük taç giy­
me töreninde ulaşmıştır.) İçinde, taşralı tanrılar için taklit mabetlerin ve Mı­
sır’ın her krallığını temsilen iki tahtın yer aldığı daha küçük olan avlunun,
sed festivali için kullanılanın bir kopyası olduğu görülüyor. Bütün bunlar,
firavuna yalnızca piramidin altındaki inceden inceye işlenmiş odalara yerleş­
tirilmiş eşyaların değil, aynı zamanda, yaşamdan sonra hükümdarlığa devam
edebileceği bir ortamın da sağlandığını gösteriyor.
Coser’in cenaze kompleksinin benzerine hiçbir yerde rastlanmamıştır. Dış
cephe, Tura’daki taşocaklarından getirilen halis kireçtaşıyla kaplıdır ve bu
şekilde dünyanın bilinen en eski büyük taş anıtıdır. (Mezopotamya’nın ilk
büyük tapınakları kerpiçten inşa edilmişti.) Ustaların daha önceki ahşap mo­
dellerin etkisinde kaldığı görülür. Girişte yer alan sıra sütunlar yivlerle süslen­
miştir, ki bunlar klasik mimaride sürüp gidecek bir tasarımın bilinen ilk örnek­
leridir. Ahşap asıllarını taklit eden yivler, ya birbirine bağlı kamışları ya da
oyulmuş ağaç gövdelerini çağrıştırır. Kompleks, içine adakların yerleştirildiği
ve ana binaya bağlanmış bir oda olan serdab ile bir yeniliğe daha sahiptir.
Coser’in bir heykelinin adakları görebileceği şekilde yerleştirildiği iç odaya
açılan duvarın üstünde, dar ve uzun bir yarık vardır. Ayrıca, firavun ilk kez
kabartmalarda, eski gelenekte olduğu gibi fatih olarak değil, krallığın ritüel-
lerini yerine getiren biri olarak tasvir edilmiştir. Bunların birinde, firavun,
muhtemelen sed töreninde koşarken görülmektedir.
Uzmanlar arasında böyle devrimci bir tasanmın niçin uyarlandığı konusun­
da süregelen spekülasyonlar vardır. Basit bir görüşe göre, Imhotep’in binayı
3 4 MISIR, YUNAN VE ROMA

daha heybetli yapmak istemiştir. Bitmiş haliyle basamaklı piramit 60 metre


yüksekliğindedir. Başka bir görüşe göre de, firavun bir yıldız kültünün üyesidir
ve basamaklar firavunu cennete yükselten bir araçtır. Piramit Metinleri denen
ve daha sonraki piramitlerden çıkanlan kitabeler bu görüşü destekliyor. Birin­
de şöyle yazar: “Üzerinden cennete tırmanabilsin diye önüne bir merdiven
serildi.” Nedeni ne olursa olsun, Basamaklı Piramit yüzyıllar boyunca saygı
uyandırmıştır. Hep gözde bir hac yeriydi ve inşasından iki bin yıl sonra restore
ediliyor. Imhotep daha sonra zanaatkârlığın tanrısı Ptah’ın oğlu olarak ilahlaştı-
nlmıştır.
Üçüncü Sülale olan Coser’in hanedanıyla, ilk Sülaleler dönemi sona erer.
Dördüncü Sülale ile (y. ), hemen hemen IO *a kadar devam edecek
Eski Krallık dönemi başlar. Eski Krallığa, tarihin en büyük idari başanianndan
biri olan piramitlerin inşası hâkimdir. Çünkü yalnızca Hufiı’nun Büyük Pirami­
di (Keops) için, ortalama ağırlığı 2,5 ton olan kireçtaşı blok kullanıl­
mıştır. Napoleon’un ’deki Mısır seferinde ona eşlik eden matematikçiler­
den biri, Gize’nin üç piramidinde kullanılan taşlarla, Fransa’nın etrafına üç
metre yüksekliğinde bir duvar örülebileceğini hesaplamıştır. Eski Krallığın,
gücün büyük ölçüde firavunda odaklandığı bir refah ve istikrar dönemi oldu­
ğunu söylemeye gerek yok.
Basamaklı piramitten kral mezarı olarak yapılan piramide geçiş, Coser’in
modeline dayanarak inşa edilen yedi basamaklı piramidin kalıntılarının yer
aldığı Memphis’in yaklaşık 50 kilometre güneyindeki Meidum’da görülebilir.
Yapı, daha sonra sekiz basamaklı olarak genişletilmiş ve en sonunda gerçek bir
piramit oluşturacak şekilde tamamı Tura kireçtaşıyla kaplanmıştır. İlk kez
bir vadi tapınağına ulaşan bir geçit yapılmıştır. (Vadi tapmağındaki ritüellerden
sonra firavunun cesedi son defin için buraya getirilmiş olmalı.) Piramit Dör­
düncü Sülalenin ilk firavunu Snefru’ya atfedilir, fakat o kendisine biri yakın­
daki Dehşur’da, diğeriyse Meidum’da yer alan iki piramit inşa ettirdiğinden,
bu piramit ona ait olmayabilir. Bu yapılar, en baştan bu şekilde planlanan ilk
piramitlerdi. Ne var ki, öğrenecek daha çok şey vardı. Snefru’ya ait piramitlerin
ilkinin temelinin atıldığı çöl yüzeyi uygun değildi ve yapının çökmesini en­
gellemek için üst blokların eğimi artırılarak ağırlığı azaltılmış, bu da ona ‘eğri
piramit’ adını kazandırmıştır.
Basamaklı biçimden gerçek bir piramit yapımına geçiş inşacılar için zor­
du. Artık bir sonraki kat için taban oluşturan basamağa güvenemezlerdi. Böyle
bir geçişin neden yapıldığı açık değildir, fakat dinsel inanışlardaki değişimin
sonucu olabilir. Örneğin Sneffu’nun bir güneş kültüne bağlı olduğu tartışılmış­
tır. Gerçek piramitleri çevreleyen kompleksteki önemli bir değişiklik, defin
şapelinin güneşin ilk ışıklarını alabilmesi için (geleneksel kuzey kenarından)
doğu kenanna taşınmasıdır. Piramidin bütün biçimi güneş ışınlarının yeryüzü­
MISIR, NİL'İN ARMAĞANI 3 5

ne düşmesi olarak düşünülebilir. (Bunun bir yansıması, güneş tannnın kült


merkezi Heliopolis’te bulunan ve kabaca bir piramit şeklinde inşa edilmiş ve
ben-berı adıyla bilinen taştan yapının, güneşin sembolü olarak kullanılmasın­
da görülür.)
Babasının yapısını taklit eden ve Gize’deki üç büyük piramidin ilkini başla­
tan Sneffu’nun oğlu Hufu (Keops) oldu. Tamamıyla yeni bir mevki seçmesi
kendi etkisini yaratmaya kararlı olduğunu ve yüzyıllarca zalim bir megaloman
olarak hüküm sürdüğünü akla getirir. (Yunanlı tarihçi Herodotos bir öyküde,
onun, projelerine daha fazla para bulabilmek için kendi kızını bile geneleve
gönderdiğini anlatır. Öyküye göre, kız, her müşteriyle bir taş karşılığında yatar
ve bu alışverişte öyle başanlı olur ki, kendisine küçük bir piramit inşa ettirecek
kadar taş biriktirmeyi bile başanr.)
Gize platosunda başlıca üç piramit vardır. Birisi Hufu’nun Büyük Pirami-
di’dir; onun oğlu Hafre (Yunanca’sı Kefren) için olanı biraz daha küçüktür;
üçüncüsü de diğer iki büyük piramidin yansı büyüklüğünde olan ve hükümdar­
lığı kısa süren Menkaura (Yunanca’sı Mikerinos) için yapılan piramittir. Uç
piramidin de defin odalan Antikçağda soyulmuştur. Piramitlerin inşası büyük
teknik beceriler, buna karşın pek az teknoloji gerektiriyordu. Kaya, yapının
muazzam ağırlığını taşıyabilecek kadar sert, piramit inşası için seçilen yer ise,
sel zamanı taşın getirilebilmesi için suya yeterince yakın olmak zorundaydı.
(Defin odalarına ve bazı piramitlerin alt yollanna dizilen elli tonluk granit
blokların, yüzlerce kilometre uzaklıktaki Assuan’dan getirilmesi gerekiyordu.
Başlıca kaplama malzemesi olan kireçtaşına ulaşmak daha kolaydı.) Hufu nun
Büyük Piramidi, ortada bırakılan daha yüksek kayalardan oluşmuş bir yığınla,
piramidin planlanmış kenarlarının etrafında dikkatle düzlenen zemin üzerine
inşa edilmişti. Piramitlerin kenar uzunluğu aşağı yukarı metreydi ve üçü
de mükemmel olarak kuzeye doğru sıralanmıştı. Bunların, kuzey yıldızının
doğuş ve batış pozisyonları arasındaki orta nokta alınarak yerleştirildiği görü­
lüyor.
En olanaklı inşaat yöntemi rampaların kullanılmasıydı. (Roma dönemine
kadar makara bilinmiyordu.) Yekpare bir taş bloğun bile (bazı piramit taşlan
ton ağırlığındaydı) yerinin değiştirilebilmesi için önerilen eğim yaklaşık
on ikide birdi. Bu eğimde, piramit tabanına dik bir rampa inşa ediliyor ve bu,
seviye arttığında eğimi koruyacak biçimde yükseltilip uzatılabiliyordu. Taşların
halatlara bağlanan kızaklara yüklendiği, daha sonra da kütüklerin üzerinden
insan gruplarıyla çekildiği anlaşılıyor. Yakın zamanda Gize’de taş bloklarla
yapılan deneyler, Büyük Piramidi yaklaşık kişilik bir işgücünün yirmi
yılda tamamlayabileceğini göstermiştir.
Piramitler yalmzca cenaze kompleksinin bir parçasıydı. En kapsamlı şekilde
Hafre Piramidinin etrafındaki kalıntılardan anlaşılacağı gibi, piramit, doğu
3 6 MISIR, YUNAN VE ROMA

kenarında yer alan ve firavunun cesedinin definden önceki son törenler için
kabul edildiği ve daha sonraki adakların bırakılabileceği bir mezar tapınağını
içeriyordu. Sonu tapınağa açılan ve duvarı kabartmalarla dolu metrelik
kapalı bir geçit vardı. Bu geçit, muhtemelen defin mekânındaki son yolculuğu­
na gitmeden önce, firavunun cesedinin törensel bir arınmadan geçirildiği
vadi tapınağından başlıyordu.
Hufu’nun piramidinin etrafında doğuya ve batıya doğru sıralar halinde
yerleştirilmiş, çok sayıda geleneksel mastaba mezan vardı. Doğu mezarlığı en
çok tercih edilendi. Yüksek görevliler sırayla batı mezarlığında gömülürlerken,
buranın firavun ailesine ayrıldığı görülüyor. Yaşam sonrası rahatı için düzenle­
meler yapan, tebaasından muazzam derecede yüksek bir statüye sahip bir
firavuna bundan daha canlı bir örnek olamaz. Hufu ile ilgili bir başka önemli
bulgu da, piramidin kenarındaki bir çukurda ’den fazla parçaya ayrılmış
olarak bulunan tören gemisidir. Onu kürekleri ve kamarasıyla 44 metre uzun­
luğunda tam bir tekne haline getirmek neredeyse on dört yıl sürmüştür. Bu,
firavunun cesedini defin yerine ulaştıran gerçek gemi de olabilir, firavun öl­
dükten sonra Ra’nm gece yolculuğuna eşlik ederken kullanacağı gemi de.
Gize platosunun diğer bir önemli anıtı Büyük Sfenks’tir. Büyük Piramidin
yapımı esnasında, muhtemelen taşın düşük kalitesi yüzünden bir kayanın
kazılmadan bırakılmış çıkıntısına biçim verilerek yapılmıştır. Sfenks'in, firavun
Haffe’nin insan başlı aslan şeklinde bir temsili olduğuna inanılmaktadır. Aslan
güneş tanrıyla ilişkilendirilir; hem doğu hem de batı ufkunun ölüler diyarının
kapılarını koruduğuna inanılırdı. Böylece anıt, Haffe’nin güneşin oğlu olmasıyla
bağlantılı olarak, piramitlerin bir çeşit muhafızı olarak ortaya çıkmaktadır.
Antik Mısır bilimi uzmanı Barry Kemp’in işaret ettiği gibi, sırf büyüklük­
lerinden ötürü bile piramitlere hayran olmak çok kolay, öyle ki, onlan inşa
etmek için gereken insan ve malzemenin yönetilmesindeki olağanüstü kar­
maşık sorunlar akıldan çıkıyor. Sürekli ihtiyacı karşılamak için taşlar bulun­
malı, kazılıp çıkarılmalı, biçim verilmeli, taşınmalı ve yerine yerleştirilmeliydi.
Piramidin şeklinden kaynaklanan sorunlar vardı. Alt tabakalann yanlış yerleş­
tirilmesi yukarı çıkıldıkça korkunç sorunlara yol açabilirdi. Dış yüzeyi biçim­
lendirmek özel ustalık gerektirirdi. Kaçınılmaz olarak uzun yıllara yayılan
bütün bu işlemler, ileriyi görebilen kişiler ile işgücüne tam bir güven gerekti­
riyordu. Bu kadar çok insanı bu kadar uzun süre çalıştırabilmek için hangi
mükafatların gerektiği yalnızca tahmin edilebilir. Yaygın görüşün aksine on­
lar köleler değil, tahminen yıllık taşkınlar yüzünden tarlalan sular altında
kaldığında çalışmaya alınan sıradan köylülerdi.
Kısacası Gize’deki büyük piramitler, firavuna ve onun büyük imar progra­
mına tutkuyla bağlanmış bir toplum izlenimi veriyor - gerçekten totaliter bir
toplum. Bu, bu şekilde sürdürülemezdi. Beşinci Sülaleyle birlikte firavun üze­
MISIR, NİL'İN ARMAĞANI 3 7

rindeki bu yoğunlaşma hafiflemiştir. Piramitlerin inşası devam etti; fakat


bunlar daha küçük ve daha insani ölçülerdeydi. Bazı Beşinci Sülale firavun­
ları, Ra için önemli bir kült merkezi olan Deltanın girişindeki Heliopolis’te
bulunan orijinal bir tapınağı model alarak, bütün güçleriyle güneş tann için
tapınak yaptılar. Tapınak rahiplerinin yönetimle yakınlaştıklarına ilişkin bazı
deliller var (veya muhtemelen, bizzat önde gelen soylular Ra nın rahipleri
oluyorlardı).

Altıncı Sülale ve Eski Krallığın Çöküşü

Beşinci Sülale dönemindeki gelişmelerin en önemlisi, taşralı soyluların daha


da güçlenmesi oldu. Ya ince elenip sık dokunan bir krallık siyasetinin ya da
merkezi yönetimin zayıflamasının bir sonucu olarak, pek çok idari ordugâh
miras yoluyla geçer oldu ve oralann hamileri, yönettikleri eyaletlerde bulu­
nan malikânelerde yaşamaya başladılar. Bu durum firavunların otoritesinde
aşamalı fakat önüne geçilemez bir gerilemeye yol açtı. Eyaletlerde yaşayan
soylular oraya kendi mezarlarını da inşa ettirdiler. Birçoğu, erken dönemler
için kolay kolay kabullenilemeyecek ölçüde büyük bir servet edindi. Her
yüksek memurun başarılan, başkalan tarafından ebediyet için sunulanlara
sahip çıkma hakkının gerekçesi olarak, mezar duvarlanna otobiyografik biçim­
de işlenerek ilan edildi. Mezar sahiplerinin yaşamdan sonrası için firavunlar­
la aralarındaki bağlara daha fazla güvenemeyecek olmalan, ölen kişinin yer­
altı dünyasının tanrısı Osiris’le ilişkisini öne çıkaran yeni bir felsefenin doğ­
masını sağladı. Bundan böyle ölen kişi firavunla ilişkisinden dolayı değil, kendi
yararlılığı ve fazileti açısından yargılanacaktı. Bu, sonraki yüzyıllar için ege­
men bir inanç haline gelmiştir.
IO civannda, bir sonraki Altıncı Sülalenin merkezi yönetimdeki çö­
küşünü getiren bir dizi önemli faktör sayılabilir. Kuzey Afrika’daki yağış miktan
azalmış ve Nil taşkınları alçalmış olabilir. Bu dönemde yaşanan kıtlığa ilişkin
kesin raporlar var. Altıncı Sülaleden II. Pepi’nin uzun yıllar süren hükümdarlı­
ğının (geleneksel olarak doksan yılın üzerinde olduğu iddia edilir, fakat muhte­
melen elli ile yetmiş yıl arasındadır) eyalet soylulanmn konumlarını daha da
güçlendirmelerine ve siyasi olaylann giderek yozlaşmasına yol açtığı görülüyor.
Yerli nüfusun altın konusundaki güçlü muhalefetini ve yapılan toplantıları
araştırmak için düzenlenen seferlerle, Nübye üzerindeki kontrol zayıflamıştır.
Gerilemenin işaretleri saray mensuplarının tapmakları yoluyla da görülebilir.
Pepi’nin Sakkara’daki piramidini çevreleyen mezarlar, erken dönemlerde ol­
duğu gibi taştan değil, kerpiçten yapılmıştır. Krallığın sınırları boyunca göçebe
kabilelerin giriştiği akınlan bildiren raporlar da bulunmaktadır.
38 MISIR, YUNAN VE ROMA

Altıncı Sülalenin sona ermesinin ardından, geleneksel olarak Birinci Ara


Dönem (İÖ y. ) denilen dönem gelir. Bazı bölgelerdeki eyalet yöne­
ticilerinin, yönetim-üstü bir konuma geldikleri ve bu kararlılıklarını başarıyla
sürdürdükleri görülür. Bu dönemde idari sistem çok iyi yapılanmıştır ve yerel
görevliler yönetimin işleyişi konusunda epey deneyim kazanmışlardır Bu yük­
sek görevliler sadece kendi konumlarının korunmasını istemekle yetinmeye­
cek, aynı zamanda ölümden sonraki hayatları için kendilerine, içinde sunu­
lanlarla birlikte önceden hazırlanmış mezarlar gibi olanakların sağlanmasını
da talep edeceklerdir. Bununla birlikte, Mısır’ın tamamı barış içinde değildi.
Memphisli firavunların mirasçıları olduklarını iddia eden Orta Mısır’daki
Herakleopolis yöneticileriyle, hükümdarlıklarını güneydeki Nübye’ye kadar
genişletmiş ve eyalet başkentleri olarak Yukarı Mısır’daki Teb’i seçmiş yöne­
ticiler arasında esaslı bir güç çekişmesinin olduğu görülüyor. Bazı metinler
sosyal düzendeki büyük bir çöküşü işaret ediyor. Bir dokümanda yaşanan
kıtlığın sonucu olarak dünyanın altüst olduğu ve zenginle yoksulun birbirine
karıştığı anlatılıyor. ‘Soylu bayanlar ümitsizlik içinde gezinirken, altın ve lapis
lazuli4, gümüş ve turkuvaz, akik ve bronz köle kızların boyunlarında sallanı­
yor. .. Küçük çocuklar (babalarına) yaşamama izin vermemeliydin diyor.’ Fa­
kat gene de, bu ölçekte bir sosyal ve siyasal karışıklığın olduğunu gösteren
hiçbir arkeolojik kayıt yok. Mısırlılar daima düzensizliği abartma eğiliminde
olmuşlardır ve buradaki de muhtemelen benzer bir durumdur.

Orta Krallığın Doğuşu

İÖ civarında, On Birinci Sülale’den bir Teb prensi olan II. Mentuhatep,
Mısır’ı nihayet eski bütünlüğüne yeniden kavuşturdu. Sağlanan bu yeni bü­
tünlük Orta Krallığın başlangıcını temsil eder. Mentuhatep’in Mısır’a getir­
diği birliğin gelişimi, onun kendisi için birbiri ardına seçtiği üç Horus isminde
görülebilir. ‘O ki, İki Ülkenin yüreğine birden hayat veren* tanımlaması onun
ülkeyi bütünleştirme arzusunun ilk ifadesidir. Daha sonraki Horus adı sanki
onun güneyliliğini vurgulamak ister, ‘Tanrısal olan (Güney Mısır’ın) Beyaz
Taçtır’ ve son olarak, kendisini tamamen güvende hissettiği hükümdarlığının
otuz dokuzuncu yılında artık o, ‘İki Ülkeyi birleştiren’ firavundur.
Mentuhatep’in ilgisi birlikten çok daha fazlasına uzanmıştır. Göçebe sal­
dırılarına karşı ülke sınırlannın güvenliğini sağladıktan sonra, Mısır’ın etkisi­

4) Lacivertaşı olarak da bilinen koyu mavi ya da lacivert renkli, takı ve süs eşyası yapımında
ve boyacılıkta kullanılan yarı değerli bir taş. Eskiden Doğuda bu taş yıldızlı gökyüzüne benze -
tildiği için, büyülü bir anlam içerdiğine ve kutsal olduğuna inanılırdı, (ç.n.)
MISIR, NİL'İN ARMAĞANI 3 9

ni sunduğu bütün zenginliklerle birlikte Nübye ye doğru genişletmiştir. Men-


tuhatep ve On ikinci Sülaleden gelen ardılları, bölgenin ve insanlarının
topyekûn tahakkümünü amaçlamışlardır. Güçlerini, Nil’in Birinci ve İkinci
Çağlayanları arasına özenle inşa edilmiş bir dizi kale aracılığıyla ifade etmiş­
lerdir. Mentuhatep öldüğünde, Orta Krallığın en güzel anıtlarından birinde,
Teb’in batı kıyısında doğal taş bir amfiteatrın karşısında inşa edilmiş büyük
bir cenaze kompleksine gömülmüştür. Eski Mısır’la bağlarını kurmak ister
gibi, komplekste, vadi tarzı bir tapınak, kenarını firavunun Osiris biçiminde
heykellerinin kapladığı metrelik bir geçit ve bir mabet bulunuyordu. Ce­
naze kompleksinde eksik olan, (bazı uzmanların mabedin çatısında bir tane
inşa edilmiş olabileceğine inanmalarına rağmen) bir piramitti. Cenaze uçuru­
mun ön cephesine, yanındaki altı ‘kraliçe’nin, Mentuhatep’in eşlerinin ya da
cariyelerinin mezar tapınaklarından oluşan ana komplekse gömülmüştür.
O zamana dek Teb’de firavunlara ait başka defin yapılmamıştı. IO
civarında, I. Amenemhet’in tahta el koymasıyla On Birincinin yerine geçe­
cek olan On ikinci Sülale dönemi başladı. Muhtemelen eski bir vezir olan I.
Amenemhet ve ardılları, Mısır tarihindeki en başarılı firavunlar arasında
sayılırlar. Amenemhet, bir yandan konumunu güçlendirmenin stratejik yol­
larını ararken, Orta Mısır’daki Lişt’te yeni bir başkent kurdu (tam adı, ‘O, iki
ülkeyi fetheden Amenemhettir’ diye okunur), öte yandan Teb, Yukan Mısır’ın
yönetim merkezi olarak alıkonuldu. Amenemhet, aynı zamanda firavunun
ölümünde, tahtın daha rahat el değiştirebilmesi için oğlunu tahta ortak ede­
rek yeni bir gelenek başlattı.

Orta Krallık: İstikrar Yılları

Sonraki iki yüzyıl boyunca (İÖ y. ) Mısır bir denge dönemi yaşadı.
Bu dönem Orta Krallığın görkemli yılları oldu. Firavunlar etkilerini Mısır’ın
geleneksel sınırlarının çok daha ötelerine kabul ettirdiler. Nübye’yi eskiye
oranla daha etkili kontrol ettiler ve nehrin batısında geniş bir vaha olan
Feyyum’da yeni tarım alanları açtılar. Nehir yoluyla ve karadan Sina çölünü
geçerek yapılan keşif seferleriyle, Asya ve Doğu ile önemli temaslar kuruldu.
En önemli ticaret merkezi Lübnan sahilindeki Byblos’tu ve buradan sedir ke­
resteleri ile (mumyalama işinde kullanılan) reçine gemilerle Mısır’a getirildi.
Kurulan ilişki o denli yakındı ki, Byblos’un yerel yöneticileri Mısır unvan­
larını, rütbelerini, isimlerini kendilerine uyarladılar ve hiyeroglif kullanmaya
başladılar. Girit’le de bazı ticari bağlantılar kuruldu. Ne var ki, o dönemdeki
Mısır etkisini abartmak yanlış olacaktır. Denizaşın etkilerle ilgili arkeolojik
kayıtlarda hemen hemen hiçbir kanıt yok, öte yandan, Yukarı Fırat yöresin­
4 0 MISIR, YUNAN VE ROMA

deki Mari’de (İÖ ’larda yıkıldı), büyük arşivde korunan kayıtlar arasın­
da bile Mısır’ın bahsi geçmiyor.
Krallık gücü, etkileyici bir nüfuza erişmiş yönetici seçkinler tarafından
himaye edilmiştir. Yüksek görevliler çok yönlü olmak istiyorlardı; bir yandan
orduyu yönetirken, bir yandan çöldeki taş ocağından taş getirmek için düzen­
lenecek seferi organize ediyor ve mahkeme salonunda adalete nezaret ediyor­
lardı. Hayatın her alanında devletin kılı kırk yaran denetimi söz konusuydu.
Krallık gemisinin babafingo sereni üzerine oturan doğramacılar, enli kalas­
ların ve keçi postlannın bile sevkiyatını kaydettiler. Başkentten yüzlerce kilo­
metre uzakta, Nübye sınırındaki kalelerde garnizonlar oluşturuldu ve bunlar
desteklendi. Firavun II. Senusret adına Nil ile Kahun’daki Feyyum arasında
bir piramit inşa etmek için yapı işçilerini bir araya getirmek gerektiğinde,
erzaklarıyla birlikte işçiyi barındırabilecek yapay bir kasaba kuruldu.
Orta Krallık yöneticileri hâkimiyetlerini alttan alta destekleyen bir ideoloji
geliştirip yaydılar. Bu ideoloji, dürüst yaşamakla ve adaletle kazanılan ahenk
demek olan ma*at kavramı üzerine temellendirildi. (Ma’at bir tanrıça olarak
kişiselleştirildi.) Firavunlar görevlerinin, yöneticilerle tannlar arasındaki den­
geli ilişkinin korunabilmesi için mesafeli davranmak olduğunu iddia ettiler
ki, bu sav ma at'm da dayanağıydı. Bu, cömertliği ve bağışlamayı içeren bir
davranıştı. I. Senusret’in (h. İÖ y. ) maiyetinde küçük bir memur
olan Sinuhe hakkında anlatılan ünlü bir öykü şöyledir. Sinuhe, çok küçük
olması muhtemel bazı olayların ardından, firavunun öfkesinden korkarak
Mısır’dan kaçar ve Suriye’ye sığınır. Yıllar sonra, yurdunun özlemiyle dolar.
Firavunun merhametine sığınmak üzere Mısır’a döner, af diler ve yeniden
krallık ailesiyle birlikte yaşamak, hatta firavunun yanında bir mezara sahip
olmak için izin ister. Bu, firavunların betimlemekten hoşlandıkları türden
bir imgeydi. Hatta heykellerinin sırf anıtsallıklarından uzaklaştırılmalan bile,
geleneksel tavırlar aracılığıyla ortaya çıkacak olan kişiliklerinin ipuçlarına
olanak yaratmak içindi.
Aşırıya kaçmamak her yönetici için kişisel hoşnutluğun anahtarı olarak
sunulur; içinde babaların oğullanna öğütler verdiği günümüze ulaşmış metinler
şöyledir:

Sarayın yüksek memurlarını çiğneyip geçme, bu adil insanları isyana kış­


kırtma. Parlak elbiseler giyene fazla itibar etme; yıpranmış elbiseler giyen­
den saygını esirgeme. Ne güçlünün ödülünü kabul et, ne de onun için za­
yıfa kıy.

Bu sözde ‘Bilge Edebiyat’ın bazı örnekleri Orta Krallık’tan önceye tarihilen­


dirilir, fakat aynı zamanda bu çağın ahlaki ruhunu yansıtmaktadır.
MISIR, NİL'İN ARMAĞANI 41

Aynı düşünceler, Orta Krallık’ta halkın en çok sevdiği metinlerin birin­


de, ‘Belagatli Köylü Masalı’nda da görülebilir. Bir köylü yüklü eşekleriyle
Deltadan Nil Vadisine doğru yola çıkar. Açgözlü bir toprak sahibi tarafından
yolu kesilir ve adam eşekleri tarlasındaki arpalara yönlendirerek köylüyü
kandırır. Eşeklerden biri ağız dolusu arpayı yediğinde, toprak sahibi zafer
kazanmış bir edayla eşeğe el koyar. Öykünün kalanı köylünün adalet arama
çabalarıyla sürer; yerel yüksek görevlinin huzurunda yaptığı, bıktıracak kadar
uzun belagat gösterisinin ardından, köylü nihayet dileğine erişir. Hoş bir değin­
me de, köylünün bütün bu hak arama gösterisi sırasında, günlük tayınını zaten
almış olmasıdır. Aynca karısına da gizlice erzak gönderilir. Aldatılmış köylünün
zorunlu bırakıldığı bütün dil dökmelere rağmen öyküden çıkanlan ders, devle­
tin bu çetin sınavlarda haklının tarafını tutması, hatta eziyete uğrayana des­
tek olmasıdır.
Yazmak, yöneticinin konumu için vazgeçilmez ve temel bir etkinlikti. ‘Bir
yazıcı ol. Dudakların parlayıp ellerin yumuşayacak. Saraylıların selamı eşli­
ğinde, beyaz giysiler içinde onurlandırılmış olarak ilerleyeceksin’ şeklindeki
tavsiye, bütün mesleklerle, uğraşılar ve sanatlarla alay eden Mesleklerin Hicvi
adlı bir Orta Krallık metninde verilmişti. Öğrenme süreci uzundu - daha geç
dönemden bir Mısır metnine göre on iki yıl. Hiyeroglif yazabilmek büyük bir
saygınlık anlamına geliyordu. Öğrenecek yüzlerce işaret vardı; tıpkı Japon ve
Çin yazı sanatı gibi, hiyeroglif yazmak da başlı başına bir sanat haline gelmişti.
Hiyeroglif, özellikle kutsal metinlerin taşa oyulmasında kullanılan resmi
yazıydı. En basit düzeyde olan kişisel hiyeroglifler, yazıcının ifade etmek iste­
diği insan için bir insan figürünün, piramit sözcüğü yerine piramit figürünün
olduğu resimlerdi (piktogramlar). Piktogramın sesi aynı zamanda uzun bir
sözcüğün içinde bir hece şeklinde kullanılabilirdi. Gürz h(e)dj idi ve böylece
bir gürzün piktogramı, bir sözcükteki her ‘hedj’ hecesi için kullanılırdı. Bazı
hiyeroglifler sessiz harfleri temsil ederdi, fakat Mısır dilinde hiç sesli harf yok­
tu. Gerçekte, gürz sembolü sadece ‘hedj’ sesini ifade etmek için değil, aynı
zamanda ‘hadj’, ‘hidj’, ‘hodj’ ve ‘hudj’ seslerini ve sözcüklerini temsilen de
kullanılırdı. Sözcüğün gerçekte ne ifade ettiğini tam olarak açıklayabilmek
için, çoğunlukla fazladan hiyerogliflerin eklenmesi gerekirdi. Örneğin, gür­
zün gerdanlıkla birlikte kullanılması ‘gümüş’ demekti. Piktogramlar soyut
kavramlan da temsil edebilirdi. Bir papirüs rulosu, yazmak anlamına gelirdi.
Nil’de akıntıya karşı ‘güneye doğru gitmenin’ hiyeroglifi yelkenli bir kayıktı;
akıntı yönünde ‘kuzeye doğru gitmek’ için yelkeni açılmamış kürekli bir kayık
hiyeroglifi kullanılırdı.
Mısır yazılı materyalinin en büyük kısmını oluşturan idari funduszeue.info metinler
için yazıcılar, gün geçtikçe hieratik yazıyı kullanır oldular. Hieratik, en yaygın
hiyeroglif sembollerin kısaltılarak kullanıldığı bir çeşit stenografiydi. Zaman
4 2 MISIR, YUNAN VE ROMA

içinde öyle yoğun bir hale geldi ki, bütün hiyerogliflerden farklı bir yazıya
dönüştü. Metinlerin birçoğu, bataklık bitkilerinin gövdelerinden yapılan ve
şeritler halinde kesildikten sonra düzgün bir yüzey elde etmek için üst üste
yapıştırılan papirüslere yazılıyordu. Hemen hemen 48 x 43 santimetre boyu­
tunda olan her tabaka uç uca eklenebilir; böylece 40 metreye varan rulolar
oluşturulurdu. Ruloların üzerine kamışla ve siyah karbon kullanılarak yazılır,
önemli sözcüklerin altı kırmızı aşıboyasıyla çizilirdi.
Orta Krallık döneminden kalan metinler, sadece öğrenmek için öğrenme
sevgisini önerir. Mütevazı bir geçmişe sahip bir baba olan Khety, oğluyla konu­
şuyor. ‘Yazmayı annenden daha çok sevmeni sağlayacağım - sana onun gü­
zelliklerini sunacağım. Şu anda o, başka her işten daha önemli - bu diyarda
onun eşi benzeri yok.’ Orta Krallık, edebiyatın klasik çağı olarak görülmüş ve
yukarıda özetlenen iki metin gibi, en ünlü hikâyeler sonraki nesiller için tekrar
tekrar kopyalanmıştır. Ne var ki edebi metinler, aynı zamanda günümüze
kadar ulaşmış olan idari dokümanlardan, tıbbi bilimsel eserlerden, ölülerin
gömülmesine ilişkin tanımlamalardan ve dinsel ritüel raporlarından oluşan
toplam yazılı materyalin, küçük bir bölümüydü.
Orta Krallığın diğer bir kültürel başarısı da kuyumculuktu. Birçok işlevi
olan kuyumculuk krallığın onayını aldığı gibi, zenginlik ve statü simgesi olarak
da rol oynamıştır. Günümüze kadar devam eden bir gelenek gereği, firavun
iltimaslı saraylılara armağanlar sunardı. Savaşta gösterilen kahramanlıklar
için verilen Kraliyet Yaka Nişanı, Eski Krallık dönemine dek uzanır. Mücev­
herin aynı zamanda kötü ruhları ve hastalıkları savuşturmaya yarayan sihirli
güçleri olduğuna inanılırdı. Turkuvaz ve lapis lazuli gibi belirli taşların özel
önemi vardı. Orta Krallığın usta zanaatkârlan, kraliyet kadınlarının mezar
tapınaklannda rastlanan göğüs süslerinin ve taçların olağanüstü örneklerini
yaratmışlardır. Bunların ayırt edici özellikleri, üzerine işlenmiş değerli taşların
altın şeritlerle çerçevelendiği kakma (cloisonné) işçiliğiydi.
Çok eskiden beri düzenin çatısı ve ortak cemaat ruhu din aracılığıyla
kurulup korunmuştur. Mısırlılar mistik güçlerin karmaşıklığına duyarlıydı-
lar; kendilerini düzensizliğe, yıkıma ve gündelik talihsizliklere karşı koruya­
bilecek tanrılann öfkesini yatıştırma ihtiyacı hissettiler. Dinsel inancın bütün­
lüğü, tanrıları ailenin içine çekmekle korunabildi; ihtilaflar, Osiris, Horus ve
Set arasındakine benzer, tannlararası çatışma mitoslan sayesinde akılsallaş-
tırıldı. Siyasi aynlık tehdidi, kuzeyde, Heliopolis’ten Ra ile güneyde, Teb’den
Amon örneğinde olduğu gibi, tanrıların birleştirilip kaynaştınlmasıyla den­
gelendi. Mistik güçler insan ve hayvan formunda temsil edildi. Ra başının
üstündeki bir güneş diskiyle beraber şahin kafalıdır (bir şahin güneşe doğru
çok yükseklere uçar). Bilgelik tanrısı Tôt, ibis başlıdır ve elinde yazıcı takım­
ları tutar. Set daima hayvanlara özgü uzun burnu ve çatal kuyruğuyla sevim­
MISIR, NİL'İN ARMAĞANI 4 3

siz bir yaratık olarak sunulmuştur. Mısır dininin bütünlüğü hayatın gizemle­
rine yönelik incelikli bir yaklaşım getirmiş ve bütünlüğündeki istikrarın des­
teklenmesine yardımcı olmuştur.
Popüler dini inanışa göre, Orta Krallık Osiris’in dönemidir. Onun ölümü,
acı çekmesi ve buyruklarına uygun yaşayanlar için bir kurtarıcı olarak başka
bir dünyada yeniden doğmasıyla hikâyesi, pek çok kültürde eski bir ritüel
olarak rastlanan, yıllık yenilenme inancı üzerine temellendirilmiştir. Orta
Krallık döneminde Osiris için başlıca kutsal yer, Set tarafından parçalara
ayrıldıktan sonra bedeninin yeniden toparlanıp kurulması geleneğinin ya-
şatıldığı Abydos’taydı. Mezar resimlerinde sıklıkla, ölen kişinin cesedi, gömül­
meden önce Abydos’u ziyaret ederken resmedilirdi. Abydos’u ziyaret eden-
lerce, merhumun anısını ebediyen yaşatacak küçük bir şapel ya da boş bir
mezardan oluşan bir abide inşa etmek âdet olmuştu.
Osiris öldükten sonra kendisine gelen her ruhu yargılar. İyi bir insan ol­
manın gereklerini açıklayan metinlerde, ılımlı davranışları ve doğal dünyay­
la ahengi temel alan benzer vurgular vardır. Merhum, yalnızca öldürmediği,
zina yapmadığı ve tanrılan gücendirmediği için değil, çocuklardan sütü esirge­
mediğine, suyun başını tutmadığına ve hayvan sürülerinin elinden otlaklan
almadığına dair de yemin eder. Bu, daha sonraki bir zamana ait Konfüçyüs
felsefesine benzerliğiyle, hayatın ilgi çekici bir şekilde kodlanmasıdır.
Her toplumun idealleriyle gerçek başarılan arasında alabildiğine geniş bir
boşluk vardır. Hangi konuda itiraz ederlerse etsinler, hiç kuşkusuz, Orta Kral­
lık yöneticileri, hükümdarlıklarına karşı her tür muhalefete tahammülsüz
korkunç adamlardı. Muhtemelen nüfusun yüzde Tini oluşturan elit tabaka
hakkında bize kadar ulaşabilmiş sözler, güçlü bir hükümetin iş başında oldu­
ğu bir dönemden en çok bu zümrenin faydalanmış olabileceğini gösteriyor.
Köylü sınıfının çok büyük bölümü hakkında pek az şey biliniyor; Nübyeliler
gibi bu dönemde kolonileştirilmiş halklar hakkında ondan da az. Bununla
birlikte hiç kuşku yok ki, Orta Krallık, Mısır uygarlığının ulaştığı zirvelerden
biridir. Dördüncü Sülalenin kendini büyük görme hastalığının ardından, ha­
yatın daha çok insani boyutuyla ilgili bazı canlandırıcı yeniliklere bu yüzyıl­
larda rastlanır.

Hyksoslar ve ikinci Ara Dönem

Orta Krallığın çöküşü, seleflerinde olduğu gibi aşama aşama gerçekleşmiştir.


İÖ civarında On İkinci Sülale sona ermiş ve ardından kısa sürelerle
hükümdarlık yapan firavunlar dönemi gelmiştir. Bu firavunlar, Mısır’ın sınırla -
nndaki hâkimiyetlerini yavaş yavaş yitirmeye başladılar. Tam bir refah dönemi­
4 4 MISIR, YUNAN VE ROMA

ne erişmiş olan Filistin’den Doğu Deltasına göçebe akını vardı. Bunların daha
güçlü bir ülkeden gelen istilacılar mı, yoksa sosyal bir kanşıklık döneminin
mültecileri mi olduklan açık değil. Mısırlılar onlan, ‘yabancı diyarların şefleri’
anlamına gelen Hyksoslular olarak adlandırdılar. On yedinci yüzyılın ortala­
rına doğru Memphis’in yönetimini ele geçirmek için yeterince örgütlenmişlerdi
ve Doğu Deltasındaki (bu ana kadar, uzun bir süre kime ait olduğu saptanama­
mış bölge) Avaris’te kendi başkentlerini kurdular. Hyksoslulann ta güneydeki
Nübyelilerle müttefik olduklarma ve böylece Mısır firavunlarının Teb civa­
rındaki topraklarının azaldığına dair kanıtlar bulunuyor. On yedinci yüzyılın
başlarında Nübye sınınndaki güney kalelerinin birdenbire terk edildiği, bo­
şaltılan garnizonların yakıldığı görülürken, Orta Krallığın başkenti Lişt de
istila edilmişti.
Daha sonraki Mısır firavunları Hyksoslulan barbarlar olarak nitelediler
(Manetho tarafından aktanlan bir öyküde, ‘şehirlerini acımasızca yakıp yıkmış,
tanrıların tapınaklarını yerle bir etmiş ve yerli halka zulmetmiş, ırklan belirsiz
istilacılar’ olarak betimlenir.) Bunda bir gerçeklik payı olabilir. Orta Krallık
dönemi Mısır kapalı dünyasına yapılan böyle bir tecavüz çok rahatsız edici
olmalı. Bununla birlikte, Hyksoslular, kesinlikle, Mısır kültürünü yakıp yok
eden uygarlaşmamış barbarlar değildi. Beraberlerinde koşumlu atlar, yeni zırh
çeşitleri ve dikey tezgâhlardan çıkma dokumalar getirdiler. Lir ve lavtayı da
onların tanıttığı biliniyor. Dahası, kendi kraliyet unvanlarına Ra’nın adını
katıp bu isimleri hiyeroglif üzerine yazacak kadar Mısır kültürünü kavramış­
lardı. Mısır yöneticilerini de kullanmışlardır. Büyük olasılıkla, dışandan ge­
len yabancılar olarak konumlarını en iyi biçimde ifade ettiğini hissettikleri
Tanrı Set’i, kendi durumlarına uyarladılar ve doğulu tanrılarının yanı sıra
ona da tapındılar. Söylenecek bir şey varsa, o da Hyksoslular döneminin Mı­
sır’ın yaşadığı bir kültürel zenginlik dönemi olduğudur.
Bu arada Teb’de yeni bir sülale (On Yedinci) ortaya çıkmıştı. Başlangıçta,
bu yeni sülale firavunları Hyksoslu yöneticilerle işbirliği içinde olmuşlardır.
Ticari bağlantılarla, hatta Hyksos Kralı Apopis’in Tebli firavun ailesi içinden
evlilik yapmış olabileceğiyle ilgili bazı kanıtlar var. Ne var ki, IO civa­
rında bir tarihte Tebli firavunlar kuzeye doğru ilerlediler. İlk olarak Hyksos­
lular ile Nübyeliler arasındaki bağlantıyı kestiler, daha sonra I. Ahmose’nin
önce Memphis’i ardından Avaris’i ele geçirip, nihayet Hyksoslulan Filistin’e
sürmesiyle, tekrar Deltayı ele geçirdiler. Hyksoslular bozguna uğradı. Sınırla-
nn güvenliğini sağladıktan sonra Ahmose, Nübye üzerindeki Mısır egemenliği­
ni yeniden kurmak için güneye yöneldi. Şimdi artık, yıl sürecek bir istikrar
dönemi olan Yeni Krallığın kurulması ve Mısır egemenliğinin Asya’da muaz­
zam şekilde yayılması için sahne hazırdı.
3
imparatorluğa Özgü Bir Güç Olarak Mısır,
İÖ '

Yeni Krallığın Doğuşu

On Sekizinci Sülaleden I. Ahmose’nin Hyksoslara karşı zaferiyle birlikte Mı­


sır’da yeniden birlik ve istikrar dönemi başladı. Yeni Krallık’ta (İÖ )
çok farklı bir atmosfer vardı. Hyksos saldırılannın şoku Mısır gibi düzenli ve
yalıtılmış bir toplumu derinden etkilemişti ve bu akınların misillemesinde
Yeni Krallık yöneticileri, en geniş sınırları Fırat Nehri’ne kadar uzanan bir
Asya imparatorluğu yaratırlarken savaşçı firavunlar haline geldiler. Normalde
firavunların güçlerini zayıflatan bir unsur olarak görünlen Seti kuvvetlerinin,
artık yeniden boyun eğdirilmiş ve tekrar Mısır’ın düşmanlanna karşı yönlendi­
rilmiş güçler oldukları düşünülüyordu. Fırat Nehri’ne ulaşan ve Suriye’deki
Mitanni Devletini mağlup eden I. Tutmosis’ti (İÖ ). Filistin şehirle­
rinin kontrol altına alınmasıyla birlikte, Mısır askerlerinin gözetimindeki ye­
rel prensler, yeni imparatorluğun asayişinin korunmasında kullanıldılar.
Daha önceki sülalelerde olduğu gibi, Yeni Krallık firavunları da Nübye
üzerindeki sıkı denetimlerini sürdürdüler. Mısır egemenliği güneyde öncekiler­
den daha ileriye, Nil’in dördüncü Çağlayanına, belki de onun bile ardına
kadar kabul ettirildi. Çölü aşıp gelen tüccarlar için bir sınır noktası olan Napa-
ta’daki Gebel Barkal Masadağmın gölgesi altında, bir sınır karargâhı kurul­
du. Mısırlılar ilk kez, Orta Afrika’nın zengin ürünlerini ve egzotik mallarını
4 6 MISIR, YUNAN VE ROMA

getiren ticaret yollannı doğrudan kontrol edebildiler. Aynı zamanda Nübye


altın madenlerini öyle kapsamlı bir şekilde işlettiler ki, Yeni Krallık sona
erdiğinde ocaklar da tükenmişti.
Son olarak Martin Bemarın Kara Atena’sında belirttiği gibi, Mısır impara­
torluğu, Bemal’in ‘hükümdarlık’ olarak adlandırdığı ve Mısır’ın IO ile
tarihleri arasındaki (daha önceki dönemlerde başlayan temaslar dahil
olmak üzere) Ege deneyimiyle birlikte, Akdeniz boyunca da genişlemişti. Şim­
diye kadar bu çıkanmı destekleyen çok az kanıt bulundu. Akdeniz’de bazı
Mısır yapıntılarına rastlanmıştı, fakat bunlar ‘hükümdarlık’ iddiasını destekle­
meye yetmiyor. ’de yapılan bir araştırmada, üzerinde Mısır firavunlarıy­
la ilgili isim, resim ve kabartmaların yer aldığı ve pek çoğu Ege’nin Mısır’a en
yakın parçası olan Girit’te keşfedilen, sadece yirmi bir yapıntı toplanabildi.
Öyle görünüyor ki bunlann birçoğu, Levanten liman kentlerinde alınıp satılmış
olmalı. İskenderiye’nin İÖ ’de Büyük İskender tarafından kurulmasına
kadar, Akdeniz sahilinde Mısır’a ait tek bir kent yoktu ve kayıtlar yedinci
yüzyıldan önce Mısır’ın sahip olduğu bir deniz filosuna da işaret etmiyor. Bu
durumda Mısır’ın Ege üzerinde sağlayabildiği herhangi bir kontrolden bahset­
mek hayli güç ve Bemal’in tezi de pek az bilimsel destek gördü.
Yeni Krallığın gücünü artırması zaman aldı. Askeri başarılarına rağmen,
On Sekizinci Sülaleden Ahmose, Tura’daki kireçtaşı ocaklarını saltanatının
son dönemine kadar yeniden açmadı. Onun zamanındaki bütün binalar ker­
piçtendi. Ardılı I. Amenofis (İÖ ) kendini saldırgan ve savaşçı bir
kral olarak betimledi (onun Horus adı ‘Ülkeler fetheden boğa’ demekti),
fakat o, yirmi yıllık huzur ve istikrarın bir kanıtıdır. Mısır başarısının bilinen
bütün işaretleri onunla birlikte geri geldi. Teb ve Nübye’de yeni tapınaklar
inşa edildi ve tekrar canlanan sanatsal etkinliği desteklemek için hammad­
deler akmaya başladı.
Hemen arkasından Mısır tarihinde ender görülen bir olay meydana geldi:
bir kadın hükümdar. Kraliçelerin artan gücünün işaretleri On Sekizinci Süla­
lenin ilk dönemlerinde görülmeye başlanmıştı. Ahmose’nin annesi ve karısının
Teb’de kendilerine adanmış kültleri olan müthiş kadınlar olduklan görülüyor.
I. Amenofis’in yeğeni ve onun ardılı I. Tutmosis’in kızı Hatşepsut daha da
ileri gitti. Hatşepsut üvey kardeşi Firavun II. Tutmosis ile evlendi. Hiç erkek
evladı olmadı, fakat II. Tutmosis’in cariyelerinin birinden bir oğlu oldu ve
babasının ölümü üzerine İÖ ’da küçük bir çocukken, III. Tutmosis ola­
rak tahta çıktı. Hatşepsut üvey oğlunun naipliğini üstlendi, fakat bir süre
sonra I. Tutmosis’in gerçek varisinin kendisi olduğunu iddia ederek, yöneti­
mi doğrudan ele geçirdi.
Her başanlı Mısır yöneticisi, iyi yapılanmış krallık ideolojisine kendisini
kabul ettirmek zorundaydı. Bu, bir kadın için neredeyse en aşılmaz sorundu
İMPARATORLUĞA ÖZGÜ BİR GÜÇ OLARAK MISIR 4 7

ve Hatşepsut kendi imgesini büyük bir dikkatle tanımlayacaktı. Örneğin


heykeller gibi bazı temsillerde, Hatşepsut kendisini bir kadın olarak sunmak­
tan dolayı çok mutluydu ve ‘Saf altının kadın Horusu’ adını aldı. Bununla
birlikte tapınak kabartmaları gibi daha geleneksel mekânlarda, bir erkek ola­
rak betimlenmiştir. Aynı zamanda Deyrü’l-Bahri’de inşa ettirdiği tapmakta,
Amon’un ağzından söylettiği kendi düşüncelerinin ayrıntıları, Tannsal asa­
letinde büyük bir rol oynamıştır. Burada kendisinden Amon’un oğlu olarak
bahseder. Özellikle bir grubun dışında gelen Mısır hükümdarlarının, kendi
imgelerini erken çağların yerleşmiş örnekleriyle yoğurup biçimlendirmeleri
çok ilginç bir örnektir.
Hatşepsut yirmi yıldan uzun bir süre iktidarda kaldı. Bu, başanlı ve istikrarlı
bir dönem oldu. İlk kez Yeni Krallık’ta bir yönetici, Orta Mısır üzerinde etkili
bir kontrol sağlamış ve orada pek çok tapmak inşa ettirmişti. Hatşepsut, güçlü
konumuna çalışıp didinerek ulaşmış mütevazı bir aile adamı olan seçkin
başmemuru Senenmut ile kutsanmıştı. (Kaçınılmaz şekilde onun kraliçenin
âşığı olduğu yönünde söylentiler vardı. Krallık ailesiyle ilişkisindeki yakın
dostluğu, şimdi British Museum’da olan ve onu, kraliçenin tek çocuğu II.
Tutmosis’ten olan kızına hastabakıcılık yaparken betimleyen çekici bir heykel­
de teyid edilmiştir.)
Senenmut’un saray görevlilerine liderlik etmek olan başlıca görevi dışında,
yetenekleri ve ilgilendiği konular çok çeşitliydi. Anıtmezarı çok sayıda sem­
bolle süslenmiş ve Orta Krallık din edebiyatının klasikleriyle donatılmıştır.
Başmimar konumunda en büyük başarılarından biri, kraliçesi için Deyrül-
Bahri’de yaptırdığı ve Orta Krallığın kurucusu Mentuhotep’in görkemli anıt
mezarının kuzey cephesi boyunca uzanan mezarlık tapınağıydı. Sıra sütun­
larla desteklenen bir teras dizisi, kenarlarında yer alan ve I. Tutmosis, Amon
ve Mısır’ın en sevilen tanrıçası Hathor’un anısına yapılmış ibadethanelerle
birlikte, yamaçtaki doğal bir amfiteatra doğru uzanır. Nihayet, kayayı kesen
bir geçit iç mabette son bulur. Hatşepsut, bu komplekse gömülmemiştir.
Muhtemelen, cesedinin rahatsız edilmeden bırakılmayacağından korkmasının
bir göstergesi olarak, sitenin ardındaki vadilerde kendisi için iki anıtmezar
yaptırmıştı.
Hatşepsut kompleksindeki kabartmalardan en ünlüsü, Punt diyanna yapı­
lan bir seferin anısını kutlar. Bu gizemli ülkeyle ilgili, Eski Krallığın ilk dönem­
lerine yapılan göndermeler var. Şimdiye dek herhangi bir sitenin varlığı sapta­
namamış olsa da, Punt muhtemelen güney Kızıldeniz’in Afrika kıyısında bir
yerdeydi. Hatşepsut kabartmaları, Kızıldeniz boyunca yapılmış bir yolculuk
izlenimini uyandırıyor ve Punt’ta başlı başına ağaç ev ve tropik fauna resim­
leri var (aynı zamanda Punt Kraliçesi şişkin ve eğri bedeniyle tasvir edilmiş).
Bu seferlerde elde edilenler arasında, tütsü olarak yakılan hoş kokulu bitki­
4 8 MISIR, YUNAN VE ROMA

ler, abanoz ağacı, elektron1ve kısa boynuzlu iri sığırlar vardı; bu durum, bu
sırada yaklaşık üç ay boyunca orada oyalanan, belki de yurtlarına dönmek
için uygun rüzgârı bekleyen tüccarlar olduğunu gösteriyor.
Hatşepsut’un kayıtlardan kaybolmaya başlaması İÖ civarına rastlar.
Bu konuyla ilgili, Senenmut’un kraliçenin aleyhine döndüğü ve III. Tutmo-
sis’in tekrar tahta çıkması için çalıştığı yolunda bir iddia var. Hatşepsut adını
simgeleyen hiyeroglifler bu dönemde sistematik olarak bütün anıtlardan, hatta
dikilitaşların tepelerinden bile silinmiştir. Kitabelere kazınmış isimlerin var­
lığı, ötedünyanın garantiye alınmasının bir yolu olarak düşünüldüğünde, bu,
herhangi bir Mısırlı için korkunç bir akıbet. Hatşepsut adının bu kapsamlı
imhası, Tutmosis’in kudretli üvey annesini hiçe saymasının bir işareti olabi­
lir, fakat muhtemelen asıl amaç, bir kez daha erkek krallık üzerinde odaklan­
mış düzenli ve kavranabilir bir geçmişi yeniden onarmaktı.
T ek yönetici olarak III. T utmosis döneminde (IÖ ), Yeni Krallık
Asya’daki egemenliğinin sarsılması tehdidiyle karşılaştı. Daha önce I. Tutmosis
tarafından mağlup edilmiş Mitanni Krallığı, Levant’ın denetimi konusunda
Mısır’a meydan okuyordu. Filistin şehirleri arasındaki rekabetin canlandınlma-
sı yoluyla, Mısır egemenliğinin çökertilmesi denendi. T utmosis Asya’ya, sonuç­
larını Karnak’taki Amon tapınağının duvarlarına gururla kaydettirdiği en az
on yedi sefer düzenledi. Bu savaşların içinde en ünlüsü Megiddo’da yapıla­
nıydı ki, bu savaşta, bütün uyarılara rağmen ordularını zor bir dağ geçidinden
aşırarak düşman kuvvetlerini arkadan sardı ve bozguna uğrattı. Tutmosis,
Filistin üzerindeki denetim yeniden kurulduktan sonra Fırat’ı başanyla geçe­
rek Mitannileri ele geçirdi. Aynı zamanda Nübye’ye egemenliğini zorla kabul
ettirdi. Ülke kaynakları, artık köklü Mısır gelenekleriyle doğrudan sömürüle-
biliyordu, sonunda yerli kültürün önemli bir kısmı yok olup gitti.
Kraliyet mitolojisinde T utmosis, Mısırın kudretli firavunlarından biri olarak
betimlenmiştir. O, muzaffer bir fatihten çok daha öteydi. Uzun yıllar hüküm
süren Teb firavunlarının ardılı olarak tarihteki kendi yeri konusunda keskin
bir öngörüye sahipti. Atalannın bir listesi Kamak’taki tapınağa dikildi ve bu
listeye özel bir saygı duyuldu. Tutmosis, aynı zamanda kültürlü ve meraklı bir
adamdı. Resimlerini bir botanik manzarası gibi Kamak’taki tapınağın duvarlanna
çizdirdiği bitki ve çiçek örneklerini Suriye’den getirmişti. Antik metinlerin he­
vesli bir okuyucusuydu ve kendisinin de edebi metinler yazdığına inanılmaktadır.
Tutmosis’in kültürel ilgilerine rağmen, Yeni Krallığın değer ve inançlar
sistemi askeri bir devlet üzerine kurulmuştu. Mısır tarihinde ilk kez askerler

1) A laşım ınd a % 4 0 altın % 60 güm üş bulunan bir çeşit doğal m aden. H erodotos T a rih i’nde
bu m aden “ altın k um u” , bu doğal m adeni taşıyan L ydia’daki P aktolos Irmağı da (Sart Ç ayı),
“T m o lo s’tan (Bozdağ) altın pullar taşıyan çay” diye betim lenir, (ç.n.)
İMPARATORLUĞA ÖZGÜ BİR GÜÇ OLARAK MISIR 4 9

kendilerini firavunun kilit adamları konumunda buldular. Tutmosis’in ardılı


II. Amenofis (İÖ ) savaş kahramanı rolüyle gururlandı. Onun
‘Olağanüstü güçlü boğa’ denilen taşkın Horus adı, aslanlan yalınayak avladı­
ğı ve Suriye prenseslerini elleriyle boğazladığı efsanelerde yankılanır. Bununla
birlikte yaptığı propaganda, onun döneminde Kuzey Suriye’nin büyük bölü­
münün kaybedildiği gerçeğini yalanlayamadı. Yerine geçen IV. Tutmosis yö­
netimi altında (İÖ ) Mitannilerle banş sağlandı. Mitanniler ku­
zeydeki Hitit imparatorluğunun yükselişinden kaygı duyuyordu ve Filistin’deki
Mısır egemenliğinin devamına göz yumarken, büyüyen Hitit tehdidi karşısında
Kuzey Suriye’yi elinde tutmaktan memnundu. III. Amenofis (İÖ )
Mitanni Kralı’nın kızıyla evlenince barış pekişmiş oldu.

Yeni Krallık Yönetimi

III. Amenofis dönemi Yeni Krallığın zirvesidir. Krallığın idari yapısı gayet iyi
bilinir. Kral üç hükümet kanadını da gözetimi altında tutardı. Birincisi kendi
ailesiydi. Bu, geniş olabilirdi: Örneğin II. Ramses’in (İÖ ) çocu­
ğa babalık yaptığı söylenir. Kraliyet ailesi sınırsız yetkiye sahipken, siyasi gücün
ailenin pek çok üyesine verilmediği görülür. Herhalde firavun, kraliyet kanı
taşıyanların etkili konumlar elde etmemeleri konusunda çok hassastı. Fakat
istisnalar da vardı. Ordunun komutası veliahta verilebilirdi; kraliçenin ya da
firavunun en büyük kızının Amon’un Başrahibesi olmak gibi geleneksel bir
rolü vardı. (Kraliçenin en büyük oğluna Amon’dan gebe kaldığına inanıldığı
için, bu durumda Amon, Ranın yerine geçti ve kraliçenin hak ettiğinden öte
bir şey olmayan bu durum onun konumunu mutlaklaştırdı.) Kraliçenin bu rolü
sayesinde firavun tapınak hâzinelerinden yararlanma olanağına kavuştu.
Hükümetin ikinci kanadı imparatorluğun Nübye ve Asya’daki idaresin­
den sorumluydu. Alışkın olduklan iklimin çok benzerine sahip Nübye dışında,
Mısırlılar başarılı koloniciler değillerdi. Dünyaları Nil vadisinin düzenli çev­
resine öylesine bağımlıydı ki, dışarıda yaşamaya uyum sağlamakta çok zorlan­
dılar. Mısır ordulan Fırat’a vardığında nehir onları büsbütün sersemletti, daha
önce sulan güneye akan bir nehirle karşılaşmamışlardı. Komünist Çin’in yeni
siyasi söylemini anımsatan sözlerle, nehri ‘yukan giderken aşağı doğru akan
su’ olarak tanımladılar.
Mısırlılar, egemenliklerini sürdürebilmek için eninde sonunda askeri kuv­
vetlere bağlıydılar ve Mısır tarihinde ilk kez firavunlar, muhtemelen
ile kişiden oluşan geniş bir ordu kurdular. Ordu piyadelerden ve savaş
arabası sürücülerinden oluşan taburlara ayrılmıştı; her tabur bir tanrının adı
altında savaşıyordu. Bu gücün büyük kısmı, imparatorluktan zorla toplanan
5 0 MISIR, YUNAN VE ROMA

askerlerden oluşuyordu. Bunun yanı sıra ordunun sürekliliğini sağlamak hem


zor hem de pahalıydı, askerlik yapmak hiç de sevilen bir meslek değildi. Uy­
gulamada firavunlann pek çoğu, hükümdarlıklarının ilk dönemlerinde Asya
ya da Nübyfc’de katıldıkları baskınlardan ve ardından tekrar saraylarındaki
yerleşik hayata dönmekten hoşnuttu. Vassal prensler yoluyla yöneten, elçi­
ler ve garnizonlarca desteklenen Mısırlı valileriyle, devletin örgütlenme mo­
deli dolaylıydı. Valiler asayişin sağlanmasından, vergi, haraç ve hammadde
toplanmasından sorumluydular. En başarılı Asya fatihi olan III. Tutmosis,
memleketlerindeki iyi davranışlarından dolayı, Filistinli prensleri öldürmek
yerine rehine olarak Mısır’a getirme siyasetini başlattı.
İmparatorluk önemli bir hammadde kaynağıydı. Nübye için bu hep böyle
olmuştur; fakat Asya, savaşlardan ganimet ve ticaret için fırsatlar da elde
etmiştir. III. Tutmosis tarafından Megiddo ovalarının tahıl ürünleri tahsis
edildi, kalay Suriye’den, bakır Kıbns’tan ve Mısır için altından daha değerli
olan gümüş Güney Anadolu’daki Kilikya bölgesinden geldi. Tapınak kitabe­
lerine inanılacak olursa, zanaatkar, şarap işçisi, uşak ve paralı asker olarak
bulunan yabancılar ve binlerce tutsak Mısır’a getirildi. Onlarla birlikte Asya-
lı tanrı ve tannçalar da geldiler; aralarında at binenlerin koruyucu tanrıçası
Astarte’nin de olduğu bu tanrı ve tanrıçalar Mısır panteonuna uyarlandı.
Hükümetin üçüncü kanadı içişlerinin yönetimiyle ilgilenirdi, içişleri dört
alt-göreve bölünmüştü: kraliyet mal varlığının yönetimi, ordu, din işlerinin
gözetimi ve sivil hayatın idaresi. Her biri, olaylan firavunla hayli samimi olan
ve muhtemelen sayısı yirmiden otuza kadar değişen küçük bir danışman grubu
tarafından yönlendiriliyordu. Taşra iki idari bölgeye ayrılmıştı; Teb’e bağlı
olan Yukarı Mısır ile Memphis. Sivil idarenin başarısı yöneticinin kişiliğine
bağlıydı. Yönetici, gerekli enerjiyi yüzlerce kilometrelik vadi boyunca yayılmış
eyalet hükümetleri arasındaki bağlantıyı sağlayacak şekilde kullanabilecek
tek kişiydi. Küçük merkezlerde, muhtemelen toplam üretimin onda biri olan
vergileri toplamakla ve her ne kadar kendi kasabalarının dışına çıkan kırsal
alandaki yetkilerinin sının belli olmasa da, yukandan gelen emirleri taşımakla
sorumlu belediye başkanlan vardı. Suça ve yılın dört ayı sular altında kalan
toprakta birdenbire beliren sayısız mal ve mülkün kime ait olduğuna ilişkin
durumlarla, askeri konseyler, rahipler ve bürokratlar ilgilenirdi.

Firavunlar ve Tapınaklar

III. Amenofis, krallığını güvence altına aldıktan sonra bütün gücüyle büyük
bayındırlık projelerine yoğunlaştı. Amon ve ‘anatannça* Mut için Teb’de
yaptırdığı tapınaklar yarattığı en muhteşem eserlerdir. On birinci ve On ikinci
İMPARATORLUĞA ÖZGÜ BİR GÜÇ OLARAK MISIR 51

Sülale firavunlarının ve daha sonra da Mısır’ı birleştirmiş olan On sekizinci


Sülalenin dayanağı olan Teb, kutsaldı. Burası, Mentuhotep ve Hatşepsut
için Deyrü’l Bahri’de yapılan büyük cenaze komplekslerinden de anlaşıla­
bileceği gibi, firavunların en beğenilen gömülme mekânıydı. Hatşepsut’un
babası Firavun I. Tutmosis, Deyrü’l Bahri’nin arkasındaki ıssız vadiyi kendi
anıtmezarı için seçen ilk hükümdardı. Daha sonra Firavunlar Vadisi adıyla
ünlenecek olan vadi, hemen hemen tümü krallığa ait altmış iki anıtmezarın
evi olmuştur.
Teb’e özgü olan tanrı, Amon’du. O havanın görünmez tanrısıydı (Amon
‘gizli olan’ anlamına gelir) ve ‘hayvan’ formunda olmasına rağmen insan ola­
rak tasvir edilmiştir. Daha önce bahsedildiği gibi, Orta Krallık döneminde,
Amon kültü geleneksel güneş-tanrı Ra kültüyle bağdaştırılmış ve Amon-Ra
bileşik tanrısı oluşturulmuştur. Orta ve Eski Krallık zamanında, Amon için
Teb’in ‘banliyöleri’ olan Luksor ve Kamak’ta inşa edilen tapınaklar kısmen
küçük ölçekliydi. Yeni Krallığın zaferleriyle birlikte Amon’un saygınlığı da
arttı ve bu muazzam tapınaklardaki, en çok III. Amenofis’in yaptırdığı kabart­
malarda, savaşçı firavunların kahramanlıkları ilan edildi.
Luksor ve Kamak’taki tapınaklar duyumsattıklan dıştalayıcılıklanyla, tan-
nlann ikâmetgâhı olarak inşa edilmişti. Tapmaklara, Amon’un koç başlı sfenks­
lerinin dizildiği geniş yollardan ulaşılıyordu. (Koç Amon’un kutsal hayvanıydı.)
Tapınakların girişi, muazzam taş geçitler olan pilonlarla2 korunuyordu ve
sıra sütunların örttüğü bir dizi avlu tanrının mabedine açılıyordu. Yaradılışın
kaynağı olduğuna inanılan tepeciği simgeleyen en içteki en kutsal mekâna,
tavanları gittikçe alçalmaya, zeminleri yükselmeye başlayan bekleme oda­
larından geçilerek ulaşılıyordu. Mabede ulaşanların, tanrının kült heykeliyle
neredeyse karanlıkta karşılaşmaları için salonun ışığı da sınırlandınlmıştı.
Teorik olarak firavun, tanrının ka'sinin beslenip yaşatılmasını gerektiren
ritüelleri yürütebilecek yeterlilikte tanrılık vasfi olan tek kişiydi. Yokluğunda
onu temsil edecek rahiplerin seçilmesine izin verilirdi. Rahipler, tapmağa
girerken annmak için kullandıkları gereçlerle birlikte, her tapınakta önemli
bir yer tutan kutsal havuzda ve törensel bir biçimde temizlenirlerdi. Ancak
daha sonra, tannyı her gece koruyan kapı mühürlerini kırarak vakur bir biçim­
de mabede girerlerdi. Heykel her gün yağlanır, temiz ketenlere sanlır ve buyru­
lan dualar önünde okunurdu.
Halkın Teb’deki tapmak ritüellerine katılabilmesinin tek koşulu, her yıl
Nil taşkınlannın vadide yeniden kendini gösterdiği şenlik sırasında kutlanan
büyük Opet festivaliydi. Kamak’taki Amon heykeli altın ve mücevherlerle

2) Pilon: Arkeolojide, bir köprü ya da caddenin baş taraflarına inşa olunmuş dört köşe taş
ayak biçiminde süslemeli bölüm. Kuleli kapı (ç.n.)
5 2 MISIR, YUNAN VE ROMA

süslenerek mabedindeki yerinden alınır ve kutsal bir kayığın üstünde Nil’in


kıyısına getirilirdi. Ardından Luksor’daki Amon Tapınağını ziyaret etmesi
için nehir yoluyla taşınırdı. Nil’in kıyısı boyunca dizilen izleyiciler dinsel bir
şevkle kendilerinden geçmiş bir halde dans eder, şarkı söyler, bayraklarını
sallar ve tann önlerinden geçerken yere kapanırlardı.
Tapınaklar modem dünyanın anladığı şekliyle sadece dinsel kurumlar
değildi. Onlar devlet yönetiminin aynlmaz bir parçasıydı. Teb’deki Amon
Yüksek Rahibi, terfi ettirilmiş bir rahip olabileceği gibi, kıdemli saray ileri
gelenlerinden ve ordu generalleri arasmdan seçilebilirdi. Tahıl ambarları, kral
mezarlarında çalışan zanaatkarlar ve genel olarak halkla ilgili işler sorumlu­
luktan arasındaydı. Tapınaklar, muhtemelen toplam ürünün belli bir oranının
tekrar devlete ödeneceği beklentisiyle, büyük kısmının firavunlann bağışlann-
dan sağlandığı muazzam zenginliklere sahipti. Yeni Krallığın son döneminde
sadece Karnak’taki Amon Tapınağına ait olan arazi tahminen kilomet­
rekareydi ki, bu Mısır’daki toplam ekili arazinin hemen hemen dörtte biri
demekti. Toplam işgücü ’in üzerinde olarak kaydedilmişti. Teb’deki
Amon tapınaklarının toplam yıllık geliri, yaklaşık iki milyon çuval tahıldı.

Aton Kültü

III. Amenofis döneminin sona ermesiyle birlikte (IO y. ), zenginlikleri


büyük ölçüde artan tapmaklar, firavunun siyasi ve ekonomik rakipleri haline
gelmişti. Gerginliğin ilk işaretlerine Amenofis döneminde bile rastlanabilir.
Firavunun kendini Teb’in etkilerinden yavaş yavaş uzaklaştırdığı görülür.
Oğlunu, ki onun da ismi Amenofis’ti, Memphis’te kendisi yetiştirdi ve Kuzey
Mısır’da başka koruyucu kültler kurdu - Sakkara’daki kutsal boğalar ve Heliopo-
lis’teki güneş tann kültü gibi. İlk kez Amenofis döneminde kendi fiziksel biçimi
içinde güneşe tapma kültü olarak yeni bir kült ortaya çıktı: Aton. Amenofis’in
ardılı IV. Amenofis (İÖ ) yani bilinen ismiyle Ahenaton, yani
1Aton’un Dindar Hizmetkân’, Mısırın geleneksel tannlan yerine Aton’a dayalı
tek tanrılı bir din yaratmaya çalışarak dinsel ve sosyal bir devrime girişti.
Bir güneş tanrıya tapma Mısır dininde çoktan kurumlaşmıştı ve güneşe
tapınma Mısır hâkimiyeti altındaki Ortadoğu kültürleri arasında da yaygın­
dı. Ahenaton Mısır’ın diğer tannlan arasında Aton’u vurgulamakla yetinmiş
olsaydı, muhtemelen herhangi bir karışıklığa yol açmayacaktı. Fakat o Mısır’ın
diğer tanrılarına, özellikle de Amon’a karşı bir mücadele başlatmak ve kendi­
sini de Aton ile halkı arasında doğrudan tek arabulucu olarak atama yolunu
seçti. Ahenaton’u din değişikliğine yönelten gerekçeler anlaşılır değildir. Öl­
meden önce bir süre saltanatına naiplik yaptığı babasının ya da yeni krallığa
İMPARATORLUĞA ÖZGÜ BİR GÜÇ OLARAK MISIR 5 3

kadar yaşamış annesi yenilmez kraliçe Tiy’in etkisi altında kalmış olabilir. Ya
da sadece kendi gücünün tapınakların gücünden bağımsız olduğunu söyle­
meye, belki de kendi dinsel inançlarını samimi bir şekilde geliştirmeye
çalışıyordu. Gerekçeleri ne olursa olsun ağır bir görev üstlenmişti. Dinsel
inanışlar Mısır dünyasına öyle derinden nüfuz etmişti ki, gerçekte Ahenaton
devletin entelektüel yapısına meydan okuyordu.
Bunun etkisi çok büyük oldu. Birçok tapınak kapatıldı ve kamulaştırıldı.
Toprakların bütün kullanım hakları doğrudan firavuna devredilirken ülke­
nin ekonomik yapısı altüst oldu. Halk, festivallerinden edildi. Hükümdarlık
Amonun zulmünü bir kanıta dayandırabilmek için aşırıya kaçtı. Amon adı,
hatta çoğul anlamıyla ‘tannlar’a gönderme yapan her şey tapmaklardan silindi.
Aton için ilk tapınak Teb’de Ahenaton tarafından yaptırıldı. Kabartma­
ların kalitesinden aceleyle inşa edilmiş olduğu anlaşılıyor. Tapınağm Amon
inancının kalesi niteliğindeki bölgeye çok yakın olduğu ortaya çıktı. Tahta
çıkışından beş yıl sonra Ahenaton, başkentini Orta Mısır’daki el değmemiş
bir bölgeye taşıdı. Ahenaton adını verdiği şehir, Teli el-Amama olan modem
ismiyle daha çok bilinir. Başka nedenler olsa da, bu taşınma, muhtemelen
firavunun Mısır geleneğinin ağırlığından kurtulma arzusunu yansıtır. Teli el-
Amarna’nın doğu kıyısındaki uçurumların ortasında vadiye açılan doğal bir
geçit vardı ve buradan bakılınca güneşin doğuşu bir an için yakalanabiliyor­
du. Kentin ana tapınağı vadiyle aynı hizada inşa edilmişti ve Amon’un gele­
neksel kapalı mabetlerinin tersine, bu tapınağın üzeri gökyüzüne açık bıra­
kılmıştı. Aton daima, gece yerine gündüz, ölüm yerine yeniden doğuş, ka­
ranlık yerine aydınlık gibi hayatın olumlu yönlerini vurgulamak için kullanıldı.
Ahenaton’la ilgili kabartmaların ve resimlerin pek çoğu onu doğrudan doğ­
ruya ışın saçan güneşin altında gösterir; her biri küçük insan elleri biçiminde
sona eren ışınlar firavuna doğru uzanır ve onu kuşatır.
Yeni din benimsenmedi. Halkın büyük bölümünün gözünde, gündelik
hayatın derinine nüfuz etmiş geleneksel dinsel pratiklerden vazgeçmeyi gerek­
tiren bir çekiciliğe sahip değildi. Tersine, Mısır dini yaygın ve şaşırtıcı bir biçimde
esnek olarak algılanıyordu. Farklı insani ve mistik gereksinimleri farklı kim­
lik ve niteliklerle donatıp karşılayabilecek bir tann bolluğuna sahipti. Yaradılışı
ve ötedünyayı içeren zengin bir mitoloji içinde tannlar, ya gruplar halinde ya
da bileşik tanrılar olarak birbirleriyle kaynaştırılmış durumdaydı. Onlan, yal­
nızca bir tek biçimi olabilen tek bir fiziksel varlıkla değiştirmek, Mısırlıların
başa çıkabileceklerinin ötesinde kültürel bir şoktu. Teli el-Amama’nın imann-
da çalışan yapı işçileri bile geleneksel tanrılarına sadık kaldılar.
Aton kültünün başarısızlığı Ahenaton’un hükümdarlığına itibar kaybettir­
medi. O, tanrısının tek aracısı olarak krallığı kendi elinde toplayan güçlü bir
firavundu. Tapmakların mal varlığına el koymakla siyasi kimliğini güçlendirdi
5 4 MISIR, YUNAN VE ROMA

ve ülke yönetiminin kontrolünde daha etkili bir konuma geldi. Önemli kül­
türel değişimler ileri süren ender Mısırlılardan biriydi. Karısı Nefertiti ve aile­
siyle birlikte, gelenekselden çok daha gayri resmi ve gerçekçi bir duruş sergi­
ledi. Böylece, tannlann mitolojik ailelerinin yerini alan bir krallık ailesi orta­
ya çıkmış oldu denebilir. Hatta bazı portrelerinde, kabul edilebilir bir firavun
tasvirinden olağanüstü farklı bir dış görünümde, koca göbekli biri olarak resme­
dilmiştir. Aynı zamanda geleneksel biçimiyle metinlerde kullanılan klasik
dilden uzaklaştı, kimliğini daha fazla vurgulayabilmek için, yarı klasik, yarı
halk deyimlerine dayanan kendi geliştirdiği yapay bir dil önerdi.
Teli el-Amama Nil’in taşkın bölgesinin hayli uzağında kurulmuştu. On
dört sınır stelae'sı3 tarafından tanımlanmış geniş bir arazi içinde ve büyük bir
dikkatle biçimde planlanmıştı. Şehir Ahenaton’un ölümünden sonra büyük
ölçüde tahrip edildi, fakat kral saraylarının, yanındaki haremlerin, Aton için
yapılmış Büyük Tapınağı'nın ve idari büroların haritalannı çıkarmaya yete­
cek kadarı ayakta kaldı. Bir dizi bahçe ve yöneticilerin evlerinin bulunduğu
dış mahalleler duruyor. Geceleri sakinlerini koruyan duvarlarıyla bütün bir
işçi köyü, daha güneydeki Deyrü’l Medine’de yer alan bir diğerini anımsa­
tıyor. (Bkz. 4. Bölüm)
Teli el-Amama’nın planı, krallığın idari yapısı hakkında pek çok şey anla­
tıyor. Firavun ve ailesi Özel konutlarını kuzeyde, kentin geri kalan kısmından
epeyce uzakta tahsis etmişlerdi. Kentin tören yapılan merkezinde, ikamete
özel saraya törensel bir güzergâhla bağlanmış, daha görkemli, firavunun halka
görünmesi ve yabancı elçileri kabul etmesini sağlamaya yönelik bir tasarıma
sahipmiş gibi görünen, başka bir saray bulunuyordu. Devasa firavun heykel­
lerinin çevrelediği kocaman bir avlu sarayın merkezi bölümüydü. Muhteşem
Aton Tapınağı da idari bürolar gibi yakındaydı. Amarna özellikle kudretli ve
bağımsız bir firavuna göre bir ev olabilirdi, fakat kent, bir yöneticinin gücünün,
çevresini etkilemek ve memurlannı yakından denetlemek için nasıl mesafeli
biçimde kullanılabileceğini gösteriyor.
Teli el-Amama’dan çıkarılan en ilginç bulgulardan biri, III. Amenofis ve
Ahenaton’a ait diplomatik arşivdir. kil tabletten oluşan ve hieratik ya da
Mısır yazısıyla değil, Yakındoğu’nun lingua franca’sı4olan Akad çiviyazısıyla

3) Stele (çoğ.: stelae ya da stela) (Metnin devamında [bkz. 5. Bölüm] “stel” olarak karşılandı):
Üzerinde kitabeleri ya da oyulmuş diğer tasarımlan taşıyan, dikey konumdaki dikdörtgen ve
yekpare taş levha. Aynca, dikilmiş ve yekpare bir taştan ibaret yapıların genel adı. Antik Yunan
mezar taşlanna da ‘mezar steli’ dendiği olur. Steller üzerinde aile hayatına, toplantılara, ziya­
fetlere ilişkin figürlere rastlamak olasıdır, (ç.n.)
4) Farklı dilleri konuşan haklann birbirleriyle ilişki kurmalannı sağlamak için oluşturulmuş
herhangi bir karma dile ya da jargona verilen ad. Aynca, eskiden Levanten’de konuşulan ve
büyük çoğunluğu tonlamasız İtalyanca sözcüklerden oluşma karma bir dil. (ç.n.)
İMPARATORLUĞA ÖZGÜ BİR GÜÇ OLARAK MISIR 5 5

yazılmıştır. Arşiv, Mısır İmparatorluğu’nun denetimine ilişkin siyasi gerçek­


leri daha karmaşık ve ilginç hale getiren bir resim sunuyor bizlere. Asya impa­
ratorluğu, kalabalık bir yerel yönetici topluluğuna nezaret eden Mısırlı üç
vali tarafından yönetilmişti. Bu yöneticilerden gelen mektuplann çoğunda,
bağlılıklar bildirilmiş, komşu yöneticiler şikâyet edilmiş ya da göçebe kabile­
lerin yağma tehdidine karşı yardım istenmiştir. Aynı zamanda, Mitanni, Asur
ve Babil’in de aralarında olduğu bölgenin başlıca devletlerinin krallan arasında,
Mısır yöneticisine ‘kardeşim’ diyerek hitap eden ve sık sık kendi ailesiyle
onunki arasında evliliklerin olması teklifinde bulunan türden bir iletişim var.
Ahenaton İÖ civannda öldüğünde ülke karmaşaya sürüklendi. Yeri­
ne tahta geçen Tutankaton küçük bir çocuktu ve bu isimle sadece birkaç ay
yaşadı. Aton’a tapınmayı anımsatan adı resmi olarak hâlâ geçerliydi, fakat bir
yıl içinde firavunun adı Tutankamon olarak değiştirildi ve Teli el-Amama’daki
kent tamamen terk edildi. Tutankamon hiçbir zaman kendi kurallan olan
bir yönetici olamadı. 19 yaşındayken, büyük olasılıkla beyin kanaması sonucu
öldü. Muhtemelen anıtmezarının bulunduğu bölgenin unutulması ve ardından
tünel çalışması enkazının altında kaldığı için Krallar Vadisi’ndeki mezann
yılında İngiliz arkeolog Havard Carter tarafından yeniden keşfedilene
dek bozulmadan kalması, bütünüyle bir şanstı. Bulgulann bütünlüğü, mezar
eşyalannın zengin içeriği ve çok genç yaşta ölen firavunun dokunaklı hikâyesi,
’lerde dünyayı kasıp kavuran ‘Tutmania’ dalgasına yol açtı.

On Dokuzuncu Sülale: Büyük Mısır Sülüklerinin Sonuncusu

Tutankamon’un ölümüyle On Sekizinci Sülale fiilen sona erdi. Ülke parçalan­


mış bir haldeydi ve nihayet, hiç de şaşırtıcı olmayan bir biçimde, bir komutan
olan Horemheb tahta çıktı. Horemheb kendisini geleneksel düzenin onarıcısı
olarak gördü. Hatta yetkilerini, Ahenaton ve ardıllarının isimlerini firavunlar
listesinden silecek şekilde genişleterek, adını On Sekizinci Sülalenin bir üyesi
olarak yazdırdı. Ağırlığı Kamak’m bayındırlığına verdi, Ahenaton’un Aton için
yaptırdığı tapınağı yıkarak tapmağın sütunlarını kendi amaçları için kullandı.
Erkek varisi olmadığı için krallık, kendisi gibi komutan olan arkadaşı ve Mı­
sır’ın göreceği son güçlü sülale On Dokuzuncu Sülalenin kurucusu, Firavun
I. Ramses’e geçti.
Ramses’in ailesi Doğu Deltasındandı ve böylece merkezi otorite yeniden
kuzeye kaydı. Teb rahiplerinin tapınaklarına kavuşmalan sağlandı, fakat Yeni
Krallığın kalan yılları boyunca bir daha eski siyasi güçlerini yeniden kurmala­
rına izin verilmedi. Aile krallık kanı taşımıyordu ve Ramses’in oğlu 1. Seri İÖ
civannda tahta çıktığı zaman, bu gerçeği gizleyebilmek için çok kurnazca
5 6 MISIR, YUNAN VE ROMA

davrandı ve (şimdi British Museum’da bulunan Abydos Tapınağından) bir


taş kabartma üstüne kendi portresini, birleşik Mısır’ın kurucusu olarak kabul
ettiği Narmer’e kadar geriye giderek, altmış dokuz selefinin yanma resmettirdi.
Kayda değer bir şekilde, Hatşepsut ile Ahenaton ve onun ardılları ihmal edil­
diler. Geçmişin, geleneksel krallık ideolojisine göre düzenlenmesi gerekiyordu.
Mısır İmparatorluğu şimdi de, geç on dördüncü yüzyılda en geniş sınırla-
nna ulaşmış yeni bir düşmanın, topraklannın çoğunun üzerinde Mitanni Kral­
lığının olduğu Orta Anadolu yaylasına, güneyde de Levant’a kadar yayılmış
olan, Hitit İmparatorluğu tehdidiyle karşı karşıyaydı. (Hititler hakkında ayrın­
tılı bilgi için 5. Bölüm’e bakınız.) Mısır İmparatorluğu nun kuzey sınırlarındaki
çekişme kesin gibiydi ve daha önceden, I. Seti döneminde, bölgedeki Mısır
kontrolünün tekrar sağlanması için Asya’ya yeni seferler başlatılmıştı. Hititlere
karşı yapılmış savaşlann en ünlüsü, I. Seti’nin oğlu II. Ramses’in (İÖ y.
) resmi olmasa da Mısır İmparatorluğu’nun sının olarak kabul edilen Su­
riye’nin Kadeş şehrinde, İÖ civarında yaptığı savaştır. Ramses bu savaşı
Mısır’daki tapınak duvarlarında ezici bir zafer olarak sundu, fakat Hitit kaynak-
lanndan günümüze kalmış kayıtlarda, Mısır ordusunun Hitit savaş arabala­
rının elinden şans eseri kurtulduğunu görmek mümkündür. Gerçekte bu giri­
şim, kazananın belli olmadığı bir çıkmazdı ve Ramses ülkesinden çok uzakta,
böyle güçlü bir imparatorluğa karşı girişilecek seferin tehlikeli olabileceğinin
farkındaydı. IÖ civannda, Hititlerle bir İttifak imzalayarak askeri kariye­
rini de sonlandırmış oldu.
Ramses uzun hükümdarlığı süresince giriştiği büyük bayındırlık programıyla
hatırlanır. Bugün Mısır’da hâlâ ayakta kalan tapınakların neredeyse yansı onun
firavunluk döneminden kalmadır. Ondan günümüze ulaşan en ünlü kalıt,
Assuan Barajının inşasından sonra Nasır Gölü sulannın altında kalması tehdidi
ortaya çıkınca, ’larda UNESCO tarafından kurtarılan ve yeniden inşa
edilen Büyük Abu Simbel Tapınağıdır. Her biri 21 metre yüksekliğindeki
dört devasa Ramses heykeli, taş yüzleri boyunca yan yana dizilmiştir. Onların
arasındaki tapınak girişi büyük bir salona açılır ve daha içeride tanrıların
dört heykeli daha vardır. Yılda iki kez, doğan güneşin ışınlan tannlan aydınlat­
mak için içeri girerdi. Mısır egemenliğinin güney ucundaki tapınak, açıkça,
firavun’un Nübyeli tebaası üstündeki kudretinin gerçekliğini göstermek için
tasarlanmıştı.

Eski Krallığın Dağılması

Ramses, Deltada memleketinin bulunduğu yöreyi yüceltmek için, Per Rames-


su’da etkileyici yeni bir başkent kurdu. Burada kendi sarayı ile başlıca Amon,
İMPARATORLUĞA ÖZGÜ BİR GÜÇ OLARAK MISIR 5 7

Set ve Ra tapınakları vardı. Hükümdarlığının otuzuncu yılma yaklaştığı için,


iktidann otuzuncu yıl kutlaması demek olan sed töreninin yapılacağı muazzam
büyüklükte Jübile Salonları inşa ettirdi. Ramses, doğal olarak ölümünü plan­
lamayı ihmal edemezdi ve o da Krallar Vadisi’ndeki anıt mezarların içinde
belki de en zengin olanını inşa ettirerek, bu geleneği izledi. Aynca Teb’de,
daha gözle görünür bir anıt olarak, Nil’in batı kıyısında muazzam mezar tapmak
Ramesseum’u yaptırdı. Tapmağın sadece tahıl ambarlarının genişliği, tüm
üyeleriyle birlikte yılda aileyi besleyebilecek büyüklükteydi.
Per Ramessu’da yapılan kazılarda, kentin su yollarıyla çok iyi korunduğu
ve burada, en azından üç askeri kışlanın bulunduğu anlaşılmıştır. Halka açık
olmasındaki ihtişama ve hükümdarlığın bütün dışa dönük güvenine karşın,
daha şimdiden, devletin daha savunmaya yönelik olduğunun işaretleri vardı.
Ramses’in ölümünden sonra Mısır üzerindeki dış baskılar arttı. Büyük Sah-
ra’nın kurumaya devam etmesi, toprağa susamış göçebeleri vadinin zenginliğini
yağmalamak konusunda cesaretlendirdi. Mısır tarihinde ilk kez On Dokuzun­
cu Sülale zamanında, Libyalıların batıdan gelen saldınlarından bahsedilir.
İÖ civarında sözde Deniz Kavimleri’nin Deltaya saldırısına yol açan
büyük ayaklanma ile, Akdeniz başlı başına bir sorun haline gelmiştir.
Daha sonraki Yirminci Sülale döneminde sadece tek bir yetenekli firavun,
III. Ramses (İÖ y. ) göze çarpar. III. Ramses davetsiz misafirlere
karşı bir dizi parlak zafer kazanmış ve aralarında Teb yakınındaki Medinet
Habu’da yapılan muazzam bir tapınağın da olduğu, bazı güzel yapıdan inşa
ettirmeyi başarmıştı; fakat devleti parçalanıyordu. Amon tapınaklarının yıl­
lık gelirleri III. Tutmosis dönemindeki gelirlerin ancak beşte biri kadardı.
Ramses hükümdarlığının sonuyla birlikte iç kargaşanın sinyalleri artmaya baş­
ladı. Firavunun hareminde bir suikast girişimi planlanırken, bürokrasinin işle­
yişinde nadir olarak görülen bir aksaklık yüzünden, kral mezarlannın inşasında
çalışan ustalara paylarına düşen tahıl miktarlan ulaştırılamadı. Buna karşılık
yapı işçileri tarihte bilinen ilk greve gittiler.
Yirminci Sülaleden son dokuz firavunun tümü de, daha fazla bozulmaya
karşı bir sembol olacağmı umduklan Ramses adını aldılar, fakat çöküşü durdur­
mayı başaramadılar. Sorunun bir kısmını, tahta çıktıklannda çoktan kemikleş­
miş meseleler oluşturuyordu. Bunların çözümü için hem hükümdarlık süreleri
çok kısaydı hem de güçlerini kullanacak kadar güçlü değillerdi. On Sekizinci
Sülalenin ortalama yirmi yıl olan tahtta kalma süresi, Yirminci Sülale için
ortalama on iki yıldı. Firavunlann kullanabilecekleri kaynaklar da azalıyordu.
Yeni Krallığın sonuyla birlikte Nübye’deki altın madenleri tükendi. Feyyum
gibi, Orta Krallıktan beri Mısır’ın işlenmiş topraklarının zengin bölümleri,
Libyalılara karşı giderek savunulamaz oldu. Sınırlı kaynaklanyla yaşlı firavun­
ların yönetimindeki merkezi idare bocalarken, imparatorluk da çözüldü. IV.
5 8 MISIR, YUNAN VE ROMA

Ramses () döneminde Asya imparatorluğu kaybedildi. Altın ma­


denciliğinin sona ermesiyle birlikte Nübye’nin nüfusu azaldı ve Yirminci Sü­
lalenin sonu itibarıyla, bu eyaletin yönetiminden el çekildi. ’a gelindiğinde
Mısır, ilk baştaki vadi sınırlarına kadar gerilemişti.
Mısır toplumunun çöküşüne ilişkin en canlı resim olarak kral mezarlannda
yapılan soygunlar gösterilir. Hep yapılagelmiş olan bu tür soygunlann bu dö­
nemde dramatik oranda arttığı görülmüştür. Tapınakların tahıl stoklannı
boşaltan ve içlerindeki eşyayı çalanlann en başında, Batı Teb’in yoksullaştınl-
mış halkının geldiği anlaşılıyor. Kral mezarlannm bile dokunulmazlığının olma­
ması, otoriteye duyulan saygının parçalandığının kesin bir göstergesidir. Res­
mi görevlilerin geri aldığı eşyalar arasında altın ve gümüşün yanı sıra keten,
yağ vazolan, ahşap, bakır ve tunç da vardı. Rüşvet yaygınlaşmıştı. Resmi görev­
liler bile bu çürümeye bulaştılar ve kral mezarlarında, anıtlarda girişilen yağ­
mayı durdurabilmek için Nübye’den askeri birlikler getirildi. Aralannda Büyük
II. Ramses’in de olduğu firavun mumyaları, çaresizlik içinde fakat başarıyla
anıtmezarlarından alındı ve Deyrü’l Bahri’nin ardındaki tepelere, on dokuzun­
cu yüzyıla kadar keşfedilmeden öylece yatacakları gizli bir yere taşındı.
Erken dönem bir şölen şarkısındaki matem, Yeni Krallığın son yıllarında­
ki ruh halini yansıtıyor:

Şimdi piramitlerinde dinlenen o tanrılar, soylu ve kutsanmış ölüler gibi


her şeyden önce var oldular. Kutsal barınakları inşa edenler ve o saraylar,
tıpkı bir daha olmayacak olan o krallar gibiler. Dönen kimse yok, bize
onların sağlıklarından söz edecek, bize onların ihtişamlarını anlatacak ve
güvenimizi tazeleyecek, onların gittiği yere erişene dek.

Geçmişine duyduğu saygıyla ve tannsal intizamıyla çok fazla gururlanan


bir toplum için, harap olmuş bir andı bu. Bazı ulusal canlanış anlarına rağ­
men Mısır devleti bir daha asla, Yeni Krallık zamanında sahip olduğu güce
ve refaha ulaşamadı.
(İlk binyıl Mısır tarihi için, 5. Bölümün sonuna bakınız.)
4
Yeni Krallık Mısırında Gündelik Hayat

Yeni Krallık, Mısır’daki gündelik hayata ilişkin olarak, Mısır tarihinin diğer
dönemlerinden daha fazla bilgi bırakmıştır. Soyluların ve krallann mezarları
(muhtemelen mezar soyguncularına bir tepki olarak) genellikle kayalık yamaç­
ların derinliğine oyulmuş ve defin odalarının girişini oluşturan koridorlar,
avlular ve şapeller zengin rölyefler ve resimlerle süslenmişti. Bu kabartma ve
resimlerde, ölen kişinin gelecekte beklediği yaşam biçimi, ev hayatının yeni­
den yaratılması, mülkleri ya da bataklıklarda nasıl avlandığı tasvir ediliyor­
du. Bunlar, günlük yaşamın telaşından ve talihsizliklerinden farklı olarak,
idealize edilmiş ve ısmarlama bir dinginliğe sahip olsa da, gündelik uğraşının
ayrıntıları için zengin bir kaynak oluşturur.
Yeni Krallık yazılı kaynaklar açısından da zengindir. Yalnızca az sayıdaki
seçkinler gerçekte yazabildiğinden, bunlar kısmen toplumun genelini temsil
edemeyecek bir azınlığın görüşleridir. (Bununla birlikte, Deyrü’l Medine’deki
bulgulara göre birçok zanaatkarın basit karalamaları becerebildiği görülüyor.)
Pek çok metin yalnızca yönetimle ilgilidir, ama bunlarda çoğunlukla günde­
lik hayatın canlı bir resmi sunulmuştur. Yeni Krallığın sonuna doğru, devle­
tin mezar soyguncularına karşı yürüttüğü kampanyaların kayıtları okumayı
ilgi çekici kıldı. Diğer metinler çok daha kişiseldir. Örneğin, şaşırtıcı canlılığıyla
yüzyıllar boyunca yankılanan Yeni Krallığın son yıllarından kalma olağanüs­
tü aşk şarkıları vardır. Bir kız, ‘gece gündüz sevginle yanıp tutuşuyorum’ diye
6 0 MISIR, YUNAN VE ROMA

yalvarıyor. ‘Şafak sökene dek uzun saatler boyunca uyanığım. Bedenin yüre­
ğimi tazeliyor. Arzum sadece sana. Sesindir bedenime can veren.’ Genç bir
adam da, çıplak yıkanırken seyretmesine izin vereceğini söyleyerek suyun
karşı kıyısında kendisini baştan çıkaran sevgilisine ulaşmak için, geçmesi
gereken nehirde sinsice dolaşan bir timsahla nasıl baş ettiğini hatırlıyor.
Arkeoloji, mezarlarının ve tapınaklarının bolluğu ve bunların korunmasına
yardım eden iklimin kuruluğu nedeniyle, Mısır’ın geçmişini anlamaya olağan­
üstü katkılarda bulunmuştur. Tutankamon’unki gibi genç bir firavunun nere­
deyse hiç el değmemiş mezannı bulan şanslı kişi dünya çapında tanınmanın
keyfini sürmüştür. Ancak her zaman olduğu gibi arkeolojinin keşifleri seçkin­
lere odaklanmıştır. Yoksullar Nil’in kıyısındaki kerpiç köylerde yaşadılar ve
bu yerleşimlerin çoğu sellerin getirdiği bereketli toprağın altında kaybolup
gitti. Mısır arkeolojisinin çiftçilerin ve zanaatkarların gündelik hayatlarını
sürdükleri yerleşim yerlerine odaklanması ise hayli yenidir.

DeymUMedine Köylüleri

Nispeten yoksul bir toplulukla ilgili daha başanlı kazılardan biri, Fransız Doğu
Arkeolojisi Enstitüsü tarafından işçi köyü tabir edilen Deyrü’l Medine’de
yapılmış olandır. Köy, Yeni Krallık döneminde I. Tutmosis tarafından İÖ
civarında, Teb’in batısındaki Krallar Vadisi yakınlarında kurulmuştur.
Beş yüzyıl boyunca kalifiye işgücünü barındırmış, zanaatkarların sayısı *ye
kadar çıkmıştır, aileleri ve yardımcılarıyla birlikte köyün toplam nüfusu belki
de ’ü bulmuştur.
Deyrü’l Medine kapalı bir topluluktu. Tek amacı, çorak Krallar Vadisi’nde-
ki kral mezarlarının kazılması ve süslenmesiydi. Köyün işçileri, adeta mezarla-
nn sırlanymışçasına sahiplenilmiş, geri kalan bütün Mısır toplumundan kopa­
rılmış, vadide çalışmadıkları zamanlarda ise vadiye çok uzak olmayan duvar­
larla çevrilmiş köylerinde tecrit edilmişlerdi. Köy, dışarıdaki yerel tapınak-
lann depolarından sağlanan tahıla ve köyün su taşıyıcılarının eşek sırtında
getirdikleri suya bağımlıydı. Evlilik topluluk içinde gerçekleşir ve maharetler
aile içinde bir nesilden diğerine aktarılırdı.
Deyrü’l Medine, Mısır zanaatkar toplumunun küçük evreniydi, işçileri
arasında kalifiye olmayanların yanı sıra, boyacılar, sıvacılar, ahşap oymacıla­
rı, heykeltıraşlar, duvarcılar ve yazı ustalan vardı. Köy, kendi polis gücüne ve
çamaşırcılardan, un öğüten köle kadınlardan, kapıcılardan ve habercilerden
oluşan bir ‘yerel kadroya sahipti. Köyün ana caddesine açılan evler birömek
yapılmıştı. Evlerin arka arkaya dizilmiş üç ya da dört odası, bir ön salonu,
genelde sütunları ve dam penceresi olan bir ana oturma odası, bir uyku alanı
YENİ KRALLIK MISIR'INDA GÜNDELİK HAYAT 61

ve arkada açık bir mutfağı vardı. Kilerde ailenin bütün nevalesi saklanırdı
(evin sahibi genellikle yatağını kilerin girişine koyardı), dam ise hem otur­
mak hem de uyumak için kullanılırdı. Duvarlarda eve ait eşyalar için uygun
girintiler olurdu. Bes, yani cüce tanrı, ailelerin ve lohusaların koruyucusu
olarak en çok göze çarpanıydı, fakat gebeliğin, doğumun ve emzirmenin tanrı­
çası Tavaret, hamile bir hipopotam olarak tasvir edilmişti; hane mutluluğu­
nun ve kadınlann koruyucucu Hathor ile birlikte Tavaret de yaygındı. (Ra’nın
kızı Hathor, kişiliğinde birçok özelliği birleştirmişti - hem çocuklannı göze­
ten bir annenin şefkati, onları koruyan bir dişi aslanın Öfkesi, hem de erotik
duygular uyandıran insan formundaki kadın cinsiyeti.) Mobilyalar da güzel
yapılmıştı ancak basitti - alçak tabureler, ahşap karyolalar, çömlekler, hasır­
lar ve sazdan örülmüş sepetler.
işçilere on günde, bir gün izin verilirdi. Daha sonralan, Yeni Krallık’ta
bunun iki güne çıkarıldığı görülüyor, işçiler genellikle bu ‘haftasonları’nda,
kendileri için zanaat ve inşa işleri yaparlardı. Birçoğunun kendi alet takımı
vardı. Böylelikle evlerini süslemiş ve genellikle duvarlara isimlerini yazmış­
lardır. Aynı zamanda kendi aile mezarlannda da çalıştılar, bunun sonucunda
köyün batısındaki yamaçta bir mezarlık oluştu. Mezarlık çok dikkatli planlan­
mıştı. Sıradan işçilerin mezarlarının şefleri olan işçinin mezannın etrafında
toplanması sağlanmış ve ilerideki vadide inşa edilen kral mezarlarıyla aynı
hizada olmalan gözetilmişti. Defin odaları yamaçların içine ya da yeraltına
kazılmıştı. Beyaza boyanmış ve genellikle tepesinde küçük bir piramit olan
kerpiç mabetler, her girişin dışında dururdu.
Deyrü’l Medine’deki en önemli bulgular arasında, birçoğunun üzerinde
gündelik hayatın her yönünü kapsayan ve çalakalem tutulmuş notlann bulun­
duğu binlerce kırık çanak çömlek parçası, mektuplar, yapılmış işlerin kayıtlan,
tartışmalann raporları, ilahilerden ve edebi metinlerden kısa alıntılar ve has­
talıklara karşı büyülü sözler yer alıyor. Bunlarda köydeki yaşamdan canlı bir
resim görülüyor; kocalarıyla birlikte gezen kadınlar, tanrılar ya da sevilen
krallar için bayram günlerinde yapılan kutlamalar, akrepler tarafından soku­
lan işçiler, doğum günlerinde sarhoş olanlar, yitirilen bir dostun yası. Yapay
bir yerleşim yeri olan köy, çiftçi-köylü ağırlıklı halkın yaşantısına tipik bir
örnek oluşturmamasına rağmen, Mısır Yeni Krallığı’ndaki gündelik hayatm
kavranabilmesine dair önemli ipuçlan içermektedir.

Yaşamın Tehlikeleri

Deyrü’l Medineli köylüler arasındaki didişmelerin kayıtlarına rağmen, eski


Mısır’daki yaşam çoğu kez sakin bir cennet olarak sunulmuştur. Mısır’la ilgili
6 2 MISIR, YUNAN VE ROMA

tanıtım kitaplarının çoğunda, hâlâ alternatif bir anlatım sunulmamaktadır.


Gerçekte Mısır uygarlığı, hayli etkili, hatta insafsız olan, köylülerin ürettiği
ihtiyaç fazlası tahılın, aileleriyle birlikte belki de nüfusun yüzde beşinden de
azını oluşturan idari seçkinlere transfer edilmesine dayanıyordu. Yöneticiler
tarafından öne sürülen idealler ne olursa olsun, bir bütün olarak topluma
yönelik hizmet girişimi yoktu. (Bunun tek istisnası belki de, kıtlık yıllarında
yapılan bir çeşit tahıl yardımıydı. Elbette büyük miktarlarda tahıl depolanmıştı
ve çeşitli eyalet valileri yoksullara yaptıkları bu yardımdan dolayı gurur du­
yarlardı.) Köylülerin çoğu, tarlalarda çalışmadıkları zamanlarda, firavunların
büyük imar projelerindeki işlerde çalışmak zorundaydı. Kral mezarlan, tapı­
naklar ve saraylar onlara yasaklanmış, umuma açık olmayan yerlerdi.
Bazı metinlerde, köylülerin başına gelebilecek talihsizliklerin bir ölçüde
bilindiği görülüyor. Örneğin esas amacı yazıcılık dışında bütün mesleklerle
alay etmek olan The Satire ofTrades (Mesleklerin Hicvi), öğrenciyi kırsal
yaşamın sefaletlerine karşı uyarıyor:

Mahsulün yarısını yılan, diğer yarısını da suaygırı gövdeye indirdiğinde,


hasat vergisiyle yüz yüze gelen köylü-çiftçinin durumunu hatırla. Sıçan­
lar tarlanın altını üstüne getirir, çekirge üşüşür ve sığırlar ne bulursa yiyip
bitirir. Serçeler çiftçinin üzerine yoksulluk getirir. Harman yerinde ka­
lanlar, hırsızlara düşer Vergi memuru hasat vergisini toplamak için
değnek taşıyan odacıları ve palmiyeden falaka taşıyan Nübyelilerle ırmak
kenarında bekler. ‘Tahılı bırak’ derler ortada olmamasına rağmen. Onu
döverler Kuyudan baş aşağı atılır Böylece tahıl uçup gider.

Durum, memurlann denetçisiz bırakıldığı kargaşa zamanlannda daha da be­


ter olmuş olmalı.
Eski Mısır’da sürülen ömür genellikle kısaydı, günürriüz dünyasının çoğu
bölümünden kesinlikle daha kısaydı. Mumyalama işlemini yaptıracak kadar
zengin olmayanların iskeletlerinin yanı sıra, çok sayıda mumyalanmış ceset
incelenmiştir. Koruyucu etkisi olan anne sütünden katı yiyeceklere geçilen 3
yaş civarındaki çocuk ölümü çok yüksekti. 60 yaşını geçen birkaç kişi dışmda,
çocukluk devresini atlatanlar için ortalama ömür 29 yıl olarak hesaplanmıştır.
Seçkinlerin ortalama hayat süresi daha uzundu, ama 26 kraliyet mumyası
(bulgular genel kabul görmemiştir) üzerinde yapılan bir araştırmaya göre,
içlerinden sadece üçünün 50 yıldan fazla yaşadığı ortaya çıkmıştır. Ciğerler
kum ve kömür tozundan (muhtemelen ateşin dumanını soluduklanndan)
acı çekerken, birçok Mısırlı da, büyük olasılıkla kirlenmiş su kaynaklarından
geçen parazitlerden çekmişti. Tüberküloz da yaygındı. Dişler muhtemelen
harman ya da değirmen taşlarındaki silikon nedeniyle yavaş yavaş aşınmıştı
YENİ KRALLIK MISIR'INDA GÜNDELİK HAYAT 6 3

ve diş eti iltihabı çok yaygındı. Aynı zamanda kemiklerin analizi acı veren ve
güçsüzleştiren sakatlıkların olduğuna işaret ediyor. 40 yaşına kadar yaşaya­
bilenlerin çoğunda omurilik eğriliği ve aşın gerilme nedeniyle omurilikte nor­
malden fazla büyüme görülmüştü. Bunlann çoğu yağ oranı yüksek beslenme­
den kaynaklanan damar sertliği belirtileri gösterse de, daha zengin definlerde
bu tür lezyonlar eksiktir. Muhtemelen çok az Mısırlı normal dediğimiz yaşa
eriştiği için, kanser ender görülüyordu.
Homeros Odysseia'da, Mısır’da ilacın dünyanın başka bir yerinden çok
daha gelişmiş olduğunu yazmıştır; üç yüzyıl sonra yazan Herodotos da onunla
aynı fikirdedir. Mısırlı hekimlerin elbette, uzmanlığın uygulanmasıyla ve has­
talıkların çok titiz muayenesiyle kazandıklan bazı becerileri vardı. Ebers pa­
pirüsünde1 dahili yaralanmalarda etkilenen organ için yazılmış reçete
varken, bir papirüste, farklı yılan ısırıkları en ince detaylarına kadar tarif
edilmiştir. Edwin Smith cerrahi papirüsü, farklı çeşitteki yaralanmalara ilişkin
çok derin deneysel bilgiyi tedavi önerileriyle birlikte gözler önüne seriyor.
Diğer metinlerde, mafsal çıkıklarına ağırlık verilmiştir. Bu metinlerin sakın­
cası, genellikle kendi içlerinde kutsal bir nitelik kazanmaları ve sorgulanma­
dan kuşaktan kuşağa aktarılmaları olmuştur. Edwin Smith papirüsü ikinci
Ara Dönem’e (Hyksos) tarihlenir ancak içeriği bin yıl daha eskidir. Tedavi
ne kadar eskiyse o denli saygı görürdü. Mısır’ı İÖ birinci yüzyılda ziyaret eden
Yunanlı tarihçi Diodoros, bir metni harfiyen izleyen bir doktorun, hastası
ölse dahi bundan sorumlu tutulamayacağını; eğer doktor metni önemsememiş
ve hastası da acı çekmişse, onun ölüm cezasına bile mahkûm edilebileceğini
yazmıştır. Bu durum tedavi denemeleri için cesaret kinci olmamıştır.
Mısırlı doktorlann kırıkları iyileştirdikleri, açık yaralan tedavi ettikleri
anlaşılıyor; cerrah testeresiyle delinmiş ve tamamen iyileşmiş kafatasları olan
iskeletlerse, ameliyat olan bazı hastaların yaşadıkları izlenimini veriyor. Ne
var ki, mumyalama işlemi yakın tetkike izin vermesine rağmen, insan bede­
ninin nasıl çalıştığına ilişkin tam bir kavrayışın olmaması, etkili bir tedavi
yönteminin gelişmesini engellemiştir. Kalbin insan bedeninin merkezi olduğu
ve yalnızca kanın değil, salya, sidik ve sperma gibi bedene ait tüm sıvılann da
kalpten aktığı düşünülmüştür. Çoğunlukla bir tanrının kötü niyetinden do­
layı sıvı dolaşımının engellendiği, bundan ötürü de bütün dahili hastalıkların
ortaya çıktığına inanılmıştır. Bu engellerin başanyla ortadan kaldınlması için,
karmaşık tekniklere ve çoğunda hastalık üzerinde hiçbir etkisi olmayan ilaçlara
bel bağlanmıştır. Çeşitli şifalı bitkilerin ve hayvanların et suyunun yanı sıra,
Nil’in çamuru, hastanın tırnaklarından alman kir ve fare gübresi de kullanıl­

1) Mısır’da İÖ ’lere tarihlenen tıp metinleri derlemesi. Papirüs rulosunu yılında
Alman romancı ve Antik Mısır bilimi uzmanı George Maurice Ebers ele geçirmiştir, (ç.n.)
6 4 MISIR. YUNAN VE ROMA

mıştır. Çoğu hastalıktan kurtulma, ya doğal iyileşme ya da özel bir tedavinin


şans eseri tam da hastalığa uymasıyla sağlanabilmiştir (örneğin, penisilin te­
davisi yerine geçecek olan küflü ekmek uygulaması).

Geçmişin Gücü

Geleneğin yoğun baskısı yalnızca hekimlik üzerinde değildi. Bu, Nil’in düzenli
olarak her yıl taşması ve geçmişe ait kültürel ve dilsel bağların korunmasıyla
yaşatılmış bir durumdu. Mısır uygarlığının istikrarı çoğunlukla, yeni olayları
daha önceki yüzyıllann kurumsallaşmış gelenekleriyle bütünleştirebilmesinde-
ki başarıdan gelir. Yarı tannsal vasfa sahip olduklarını iddia eden gasp edici
firavunlar, merkezinde ma at'ın, yani uyumun korunması olan düzenli ve eril
bir yönetim idealini yücelterek, kendilerini geleneksel krallığın riyakâr sınırla­
rına yerleştirmekte acele etmişlerdir. Örneğin Kral Smendes, IÖ civa­
rında Yirmi Birinci Sülaleyi kurduğu zaman, ‘Ma’at’ı yüceltmesi için kolları
Amon tarafından kuvvetlendirilen güçlü boğa, Ra’nın sevgilisi’ gibi, geçmişin
en duygulu terminolojisinden bir Horus ismi seçmiştir.
Geleneğin gücü, yaratıcı düşüncenin önünde hem toplumsal hem de kül­
türel açıdan büyük bir engel oluşturuyordu. Gerçekte gelişme olasılığını daha
da azaltan, asıl koruyucu olan saraydı. Mücevherat, cam ve ağaç işleri (Hufu nun
piramidinin yakınlarında bulunan bir kayığın gösterdiği gibi) olağandışı yük­
sek standarttaydı. Kalıtsal yeteneklerin yanında deneyimlerin babadan oğla
aktarılmasıyla, zanaatkârların becerileri yüksekti, ancak teknolojik gelişme
yetersizdi. Gelişme denense, örneğin yatay tezgâhların yerini dikeylerinin alma­
sı ya da çok büyük ihtimalle Asya’da icat edilmiş olan iki tekerlekli arabanın
savaşta kullanılmasından ibaretti. Bir kralın kültürel değişimi başlatması çok
enderdi. Ahenaton bir istisnadır ve görüldüğü gibi, ardılları tarafından insaf­
sızca yeniliklerinin icabına bakılmıştır.
Astronomi ve matematik becerilerinin gelişimini özendiren, aynı zamanda
statükonun da korunmasını sağlayacak olan, idarenin ve inşaatçılığın ihtiyaçla­
rıydı. Yıldızlar hem binalan hizalamak hem de zamanı hesaplamak için kullanı­
lırdı. Sirius’un, yani ‘Köpek Yıldızı’nın yükselişini temel alan bir takvim gelişti­
rildi. Sirius, Mısır’da yetmiş gün boyunca ufkun altında kalır ve 19 Temmuz
dolaylarında gün doğumuyla birlikte yeniden ortaya çıkardı. Şans eseri Nil’in
sularının taşmaya başlamasıyla aynı zamana rastlayan bu durum, Mısırlılar
için yeni bir yılın başlangıcını işaret ederdi. Ne var ki, doğru güneş yılı olan
gün 6 saate karşılık, idari amaçlarla geliştirdikleri takvimin, otuz günlük
on iki aya tannlann beş doğum gününün eklenmesiyle, toplam günü
vardı. Bu nedenle, bu ulusal takvim her dört yılda bir Sirius’un doğuşunun
YENİ KRALLIK MISIR'INDA GÜNDELİK HAYAT 6 5

bir gün gerisinde kaldı ve bu durum yıl sonra her ikisi yeniden çakışın-
caya kadar böyle devam etti.
(Sonunda bu farkın Antik Mısır bilimi uzmanlarına büyük bir katkı sağ­
ladığı ortaya çıktı. Sirius’un doğuşu ile bir ulusal yılın başlangıcının İS
yılında çakışması Romalı bir tarihçi tarafından kaydedildi ve buradan yola
çıkılarak İÖ , ve yıllarındaki diğer çakışmalar hesaplandı.
Yazılı kaynaklarda, birkaç durum için Sirius’un doğuşu ile ulusal yılın başlangıcı
arasındaki fark kaydedilmiştir. Örneğin, III. Sesostris döneminden kalma bir
metinde, Sirius’un, kralın hükümdarlığının yedinci yılının sekizinci ayının
on altıncı gününde doğacağından bahsedilir, ki buradan İÖ yılı hesapla-
nabilmiştir. Diğer hükümdarlıklar da bu sayede tarihlendirilebilmiş ve Mısır
tarihinin bir kısmının kronolojisi yeniden oluşturulmuştur.)
Matematiksel beceriler, tayınların pay edilmesi gibi daha karmaşık idari
görevlerin üstesinden gelebilmek için geliştirilmiştir. Tipik bir sorun, sabit sa­
yıdaki ekmek somunlannın ya da bira testilerinin, farklı statüde oldukları için
farklı pay sahipleri arasında nasıl bölüştürüleceğiydi. Mısırlılar, payı birden büyük
olan kesirleri hesaplarken zorluk çekiyorlardı; 7/8’i ifade etmek istediklerinde
bunu, 1/2 + 1/4 + 1/8 şeklinde yazar, böylece 6/7 de, 1/2 + 1/4 + 1/14 + 1/28
biçimini alırdı. Hızlı hesaplamalar yalnızca hazır tablolann kullanılmasıyla müm­
kündü.
Geometride daha fazla başan sağlandı. Mısırlılar kenar uzunluklarının
oranı olan üçgenin hipotenüsünün karşısındaki açının dik açı olduğunu
biliyorlardı (bu gerçek bazı otoriteleri Mısırlılann Pythagoras Teoremini bildik­
leri inancına götürür). Üçgenin alanını hesaplayabiliyorlardı. Pi sayısını, 3,
olan gerçek değerine olağanüstü yakınlıkta, 3,16 olarak hesaplamışlardı. Pira­
mitlerin açıları üzerinde de çalışabiliyorlardı. Fakat Mısırlı matematikçiler
genel olarak, belirli idari ve mimari sorunların çözümü üzerinde yoğunlaşmış­
lardı. Her ne kadar bu, bir-bilinmeyenli denklem çözümlerini de kapsamışsa
da, Mısırlılar hiçbir zaman matematiğin soyut ilkelerine ilişkin bir anlayış ge­
liştirmediler. Böylece, bu konuda daha fazla ilerleme umudu da sınırlı kaldı.
Ekonominin başlıca dayanağı olan tarımda da benzer bir tutuculuk vardı.
Mısır hiç şüphesiz Nil’in sularının her yıl taşmasıyla bereketleniyordu, ancak
taşkınlardan yeterince yararlanıldığını gösteren kanıt azdır. Öyle görünüyor
ki, su toprağın üzerinden akıp giderdi ve geriye kalan nem ürünün su ihtiya­
cını karşılardı. Orta Krallıkta bazı kanal çalışmaları yapıldı ancak, yılın kalan
bölümünde sulama yapılabilmesine olanak sağlayacak şhaduf un, yani bir ucun­
da ağırlık diğer ucunda sepet olan sırığın geliştirilmesi, Yeni Krallığın ileri
dönemlerine rastlamıştır. Şhaduf ekilebilir arazi alanını yaklaşık yüzde
oranında artırmış ve sulanan alanlarda bir yılda iki ürün alınmasına olanak
tanımıştır.
6 6 MISIR, YUNAN VE ROMA

Ekonomi ve Girişim

Eski Mısır’da nüfusun çoğunluğunun serfliğe yakın koşullarda yaşadığı görü­


lüyor. Doğrudan tapınakların denetimi altmda çalışan çok sayıda işçi vardı.
Deyrü’l Medine’deki işçilerin eğlenecek zamanlan olmuş olabilir fakat özgür
olduklannı söylemek çok zordur. Ekonomik anlamda bireysel girişim olanak­
larının da genelde sınırlı olduğu görülüyor. Çok kesin olmamakla birlikte,
eldeki kanıtlardan anlaşıldığı kadarıyla bütün ticaretin ve Nil’in taşkın ovası
dışında yer alan taşocaklarmın işletiminin de firavunlann tekelinde olması
mümkündür, öyle ki firavun tarafından lütuf olarak dağıtıldığı zamanlar dı­
şında, halktan kişilerin hammadde temin etmesi kolay değildi. (Firavunun
savaş ganimetini paylaştırdığı ve gözde memurlarına egzotik mallar verdiğine
ilişkin bazı kanıtlar var.)
Her nasılsa, daha başanlı çiftçilerin ve zanaatkârlann biraz gelir biriktirebil-
dikleri görülüyor. On Birinci Sülale zamanından bir çiftçi olan Hekanakht,
kendi yaptığı alışverişlerle ilgili bir kayıt bırakmıştır ve bu kayıt bize, üretim
fazlası depolanabilir tahılın nasıl kullanıldığı hakkında bir fikir veriyor. Ekip
biçtiği toprağın sahibi değildi ama, değiş-tokuş yapmak ya da kirasını peşin
ödemek için kullanabileceği kadar tahıl, bakır, yağ ve keten benzeri birikmiş
‘sermaye’ye sahipti. Deyrü’l Medine’deki işçilerin bile, tayınlarından artırarak
ve muhtemelen boş vakitlerinde maharetlerini satarak ya da yatak gibi basit
nesneler imal ederek, biraz olsun birikim edindikleri görülüyor. Para kazan­
dıran işlerden biri de yerel su taşıyıcılarına eşek kiralamaktı. Ayrıca, demir
atmış gemilerden getirildiği anlaşılan eşyaları, iskelede oturup satan tüccarları
gösteren bazı Yeni Krallık resimleri de var. Bu tüccarlar (şhuty olarak bilinirdi)
sık sık bir devlet ya da tapınak tarafından işe alınırdı, fakat mesleklerinin
onlara, daha sonra bir kenarda oturup satabildikleri yedek eşyalardan fayda­
lanma olanağı sağladığı görülüyor. Yeni Krallığın son döneminde meydana
gelen mezar hırsızlıklarıyla ilgili kayıtlar, çalınan eşyalara komisyonculuk ya­
panların en çok bu şhuty ’ler olduğunu akla getiriyor.
Üretim fazlası malların takas sistemi, yaklaşık doksan gramlık bir ağırlık
birimi olan deben üzerine kuruluydu. Bir deben, altın, gümüş ve bakır olarak
hesaplanabilirdi; metalin değeri arttıkça, deben'in değeri de artardı. Örneğin
bir deben gümüş, bir deben bakırdan yüz kat daha değerliydi. Penanoukit adın­
daki bir yazıcının tuttuğu kayıtlar günümüze kadar gelmiştir. Yazıcı, bakır
olarak değeri deben olan bir öküzü satmak istemiş. Öküzün yerine, tanesi
60 deben’den bir, tanesi 10 deben' den iki tane olmak üzere toplam üç keten
entari, değeri 30 deben'den bir gerdanlık ve kalan 20 deben’le de tahıl almış.
Mısırlılar hiçbir zaman sikkeyi içeren bir takas sistemi geliştirmediler.
YENİ KRALLIK MISIR'INDA GÜNDELİK HAYAT 6 7

Ev ve Aile

Birikim yapmayı özendiren birçok unsur vardı. İlki ailenin acil ihtiyaçlarıydı.
Aile Mısır toplumunun yaşayan birimiydi. Duvar resimleri ve heykellerde
birbirine sanlmış memnun çiftler görülür. Gençlerin yaşlılarla ilgilenmesi ideali
vardı. Bir kitabede, ‘sana baktığı için annene karşılığını öde* diye yazar. ‘İhtiyacı
olduğu kadar ekmek ver ona ve onu seni taşıdığı gibi taşı Üç yıl boyunca
seni emzirdiği, kirinden pasından çekinmediği için.’ Ancak Deyrü’l Medi­
ne’deki kanıtlar, bu tür işlerin aile içinde her zaman pürüzsüz işlemediği izle­
nimini uyandırıyor. Sadakatsizlik ve kıskançlık, her yerde olduğu gibi Eski
Mısır’da da yaygındı.
Evlilik kadınlar için yaşlar arasında, ergenlik başlangıcında gerçekle­
şirken, erkeklerin evlenme yaşı daha geç, belki 20 civarıydı, ki yönetici sınıf
daha o yaşta para kazanmaya başlardı. İki ailenin de evlilik anlaşması yapılma­
dan önce eşya sağlamak zorunda olduklan anlaşılıyor. Birikim yapmayı özen­
diren teşviklerden biri de bu olmalı. Kraliyet ailesi içinde bir erkek kız karde­
şiyle evlenebilirdi. (Isis ve Osiris efsanesi yasallaşmış ya da pratikte yasal olacak
biçimde geliştirilmişti.) Halk arasında, kuzenler arasında ya da amca ve yeğen
arasındaki evlilikler hayli yaygınken, erkek kardeş-kız kardeş evlilikleri nere­
deyse hiç duyulmamıştı.
Normalde kadınlar, kendilerinden ev işleriyle ilgilenmelerinin, aileyi sür­
dürecek ve aile mezarlan için sorumluluk alacak bir erkek mirasçı üretmeleri­
nin beklendiği, günümüzde hayli geleneksel görülen bir hayat sürmüşlerdir.
Kişisel olarak ya da hizmetçiler aracılığıyla tahıl öğüten, ekmek pişiren, keten
eğiren ve giysi dokuyanlar kadınlardı. İş de kendi statüsünden yoksun değildi
ve bazı kadın haklannın kabulü söz konusuydu. Erkekler özellikle evin idaresi­
ni eşlerine bırakmalan, kadınlarsa mülk edinme, bunlan idare etme ve mülkle­
rine el konulduğunda dava açabilme hakkına sahip oldukları konusunda uyan-
lırlardı. Kocasının boşadığı bir kadın, kocasının sürekli desteğine hak kazanmış
hale gelirdi. Yukarıda alıntılanan aşk şarkılarından da hissedileceği gibi, cin­
siyetler arasında bazı duygusal eşitliklerin var olduğu söylenebilir.
Duvar resimlerinde kadınlar genellikle kocalarından daha açık renkte
resmedilmiştir. Bu kısmen bir gelenek olsa da; kadınların evin içinde harca-
dıklan uzun saatleri yansıtıyor olabilir. (Kadının güneş altında çalışmadığının
bir işareti olan açık ten, yüksek statü göstergesiydi.) Kadınlar tarlalarda ko­
calarına yardım ederken tasvir edilirdi; geç Yeni Krallıktan bir kitabede, ka­
dınların evin dışında özgürce seyahat edebildikleri öne sürülür. Ancak kendi
hayatını kazanan kadın örneği çok azdır. Tapınaklarda düşük kademeli rahibe­
lik ya da koro şefliği gibi bazı fırsatlar bulunsa da, onlara daha çok, bayramlarda
6 8 MISIR, YUNAN VE ROMA

misafir ağırlamak ya da saray hareminin bir üyesi olmak türünden roller biçil­
miştir. (Firavunlar haremlere çok önem vermişlerdi ve III. Ramses, bir portre­
sinde hareminde dinlenirken görülür.)
Çocuk yetiştirmek çok masraflı değildi. Çocuklar güzel havalarda giysisiz
koşar ve papirüs kökleriyle yaşarlardı. Ne var ki ölüm oranı yüksekti, özellikle
de sütten kesildikleri vakit. Erkek çocuklar 14 yaşma eriştiklerinde sünneti
içeren dinsel bir törenin ardından erişkinliğe adım atarlardı. Bir keresinde,
Birinci Ara Dönemde erkek çocuğun aynı anda sünnet edildiği kaydedil­
miştir; böylelikle, bu törenin, toplumda genel kabul gören önemli bir rite de
passage olduğu düşünülebilir. Kızlann evde oturdukları ve onlar için evlilikten
başka bir tören yapılmadığı görülüyor.
Erkek çocuklar 14 yaşlanna geldiklerinde, ya meslek ya da tapınak okulun­
da resmi öğrenim yoluyla babalarının işleriyle ilgili bazı eğitimleri almış olur­
lardı. (Bazı kayıtlarda, resmi eğitim yaşının beş olabileceği öne sürülür.) Ge­
leceğin yöneticileri için kurs zorluydu ve tam teslimiyet beklenirdi. Bir yazıcı
tarafından öğrencilerinden birine verilen kötü raporda, ‘Bana derslerine al­
dırmadığın ve sadece keyfine baktığın söylendi. Sokaklarda dolanıp duruyor,
bira kokuyor, surların üzerinde cambazlık yapıp duruyormuşsun’ diye yazar.
Bir yazıcı olabilmek için gerekli ustalığı kazanmak yirmi yıl sürerdi. (Usta
olmak için yazı yazmayı öğrenmek yetmezdi. Bir yazıcıdan askerlere dağıtıla­
cak payın ne olacağı, bir rampa inşa etmek için kaç tuğla gerekeceği, taştan
bir heykeli kaç adamın kaldırıp dikeceği gibi idari konuların her ayrıntısında
usta olması beklenirdi.)
Servetin bir diğer önemli kullanımı ise ev inşaatlanydı. Deyrü’l Medine’de­
ki evler yukarıda tanımlanmıştır. Ahenaton’un başkenti Teli el-Amama’daki
yöneticilerin evleri ise çok daha genişti. Açık bir avlu ve bir yan şapele yer
bırakan dikdörtgen şeklinde bir çitle çevrili olarak inşa edilmişlerdi. Ana
odalan boyalı alçılarla süslenmişti. Bir evde, göz alıcı mavi bir tavan, kızıl
kahverengi sütunlar vardı, duvarları ağırlıklı olarak beyazdı ve üzerlerinde
yeşil zemin üzerine mavi lotus çiçeği yapraklarından frizler bulunuyordu. Ev
sahiplerinin kullanımına sunulan konforlar arasında banyolar ve taştan iş­
lenmiş tuvalet oturaklan vardı. Yıkanan kişi kireçtaşı bir zemin üzerinde ayakta
durur ve su dökünürdü. Evin arkasında, mutfak avlusunun yanında tahıl
için geniş bir ardiye vardı. Bazı duvar resimlerinde, içinde havuzlan ve çeşitli
ağaçları olan bahçeli evler olduğu görülüyor. Aile kendi sebzesini yetiştirirdi.
Soğan ve pırasa çok sevilirdi. En gözde meyveler üzüm, incir ve hurmaydı.
Elma ve zeytin Hyksos döneminin katkılan arasındaydı.
Bazı seçkinlerin evleri ve sürdükleri hayat, pek çok hizmetçinin yardımını
gerektirirdi. Zengin bir adam iş için dışan çıktığında, kendisine iki uşak eşlik
ederdi. Biri hasırla yelpaze, diğeri de bir çift sandalet taşırdı. Varacağı yere
YENİ KRALLIK MISIR'INDA GÜNDELİK HAYAT 6 9

ulaştığında sahibin ayakları yıkanır, yeni sandaletleri giydirilirdi, ardından


sahip hasınna oturabilir, sinekleri de kovalanırdı. Evin içinde yemek pişirme,
temizlik ve yemek servisi hizmetçiler ya da askeri seferlerde esir alınan köleler
tarafından yapılırdı.
Seçkinlerin incelikli bir yaşam biçimi vardı. Evleri zarafetle döşenmişti;
mobilyalar hayvan başlarından ya da fildişinden oyulmuş, abanoz ya da cam
işlemelerle süslenmişti. Kişisel bakım için her şey yapılırdı. Yeni Krallığın
zirvesi olan On Sekizinci Sülale döneminde yaşayan Tutu adındaki bir kadı­
nın kutusunda, kişisel kullanım için kozmetikler, göz fan, boyalan karıştırmak
için palet, fildişinden bir tarak ve pembe deri sandaletler vardı. Bu hayat
tarzında önemli bir yere sahip olan ziyafetler, her ayrıntısı yerine getirilen
karmaşık ritüellere göre yürütülürdü. Kapıda duran ve gelen konuklarca res­
mi bir şekilde selamlanan ev sahibi, kibarca karşılık verir, onlara, kadınlı
erkekli yemeğe oturulan salona kadar eşlik ederdi. Müzik her türlü şölenin
baştacıydı. Dansçı kızlar harplerin, lavtaların, obuaların ve flütlerin ezgileri
eşliğinde dans ederdi.

Ölüm Ritüelleri

Bu tür ziyafetlerden günümüze kalan şarkılar arasında, hayatın kısalığına ve


ölümün kaçınılmazlığına dair ağıtlar da vardır. Bu da uygun konulardan biridir.
Zengin sınıflar için hayatın dinginliği ve karmaşıklığı, ölümün ani olması gerçe­
ğini gizleyemiyordu. Güzel bir defin yapılmasını sağlayacak olması, insanları
birikim yapmaya teşvik eden en güçlü etkenlerden biriydi. Yirmili yaşlarına
ulaşacak kadar uzun yaşayan Mısırlılar kendi mezarlarını planlamaya başlar­
lardı. Daha önce değinildiği gibi Yeni Krallıkta bu mezarlar, kayanın ön yüzün­
de bulunan bir avludan (örneğin Teb’in batısındaki tepelerde), bir dizi odadan,
koridorlardan, adakların sunulabileceği kayaya oyulmuş şapellerden ve içine
cesedin konulacağı yeraltı odalarına alçalarak inen bir tünelden oluşurdu.
Daha önceki dönemlere ait mezarlar, üzerinde ölenin isminin ve kahramanlık­
larının yazılı olduğu bir steie’yi, yani bir mezar taşını da içerirdi.
Ölen kişi, Osiris tarafından, batı ufkunun ardında bir yerde yemyeşil ve
bereketli bir yer olan Kamış Tarlalan’ndaki yaşama kabul edilmeye değer
bulunmayı umardı. Orada sürülecek yaşam, evvelce katlanılan hayatın çok
daha dertsiz bir uyarlaması olacaktı ve umutlar mezarın duvarlarındaki resim­
lerde tasvir edilirdi. Bu resimlerde çiftçilik yılı düzenlidir, köylüler tarlayı
sürer, bereketli hasadı toplar ve tahılı öğütürler. Zanaatkârlar onun kullanması
için güzel eşyalar yaparlar. Ziyafetler dansçı kızlar ve müzisyenlerle, akşamlan
aydınlatır.
7 0 MISIR, YUNAN VE ROMA

Ölen kişinin ölümden sonraki yaşamında geleceğine karar verilen duruş­


maya başkanlık eden Osiris ile tanışması daha kasvetli bir ruh halini yansıtır.
Tören, bir kopyası mezarda bırakılan Günle Gidenin Kitabı adı kitapla
resmileştirilirdi (genellikle Ölüler Kitabı olarak bilinen kitaba ilk kez Orta
Krallıkta rastlanmıştı). Ölen kişinin önünde, duruşma sırasında yalvarmak
zorunda olduğu kırk iki yargıç bulunurdu. Merhumdan, yüksek standartlar
beklenirdi ve bunlar ahlaki davranışın her alanını kapsardı; öldürmediğini,
çalmadığını, zina yapmadığını ve oğlancı olmadığını ispat etmek zorundaydı.
Firavuna hiçbir zaman hakaret etmemiş, başkasının hakkına tecavüz etmemiş,
tek bir tohum tanesini boşa vermemiş, komşusunun arazisine zarar vermemiş
olmalıydı. Davanın sonunda ölen kişinin kalbi, yani duygulann ve aklın bulun­
duğu yer, bir tüyün ağırlığıyla tartılırdı. Eğer kalbin durduğu kefe ağır gelirse,
günahkârın kalbi korkunç bir canavar tarafından mideye indirilirdi. Aksi
halde, Kamış Tarlaları’na giden yol açık demekti.
Korunmamış bir cesedin ölümden sonra yaşama ihtimali yoktu. Mum-
yacıların ustalığı Yeni Krallık döneminde zirveye ulaşmıştır. Ölümden sonra
bedenin çekirdeği olan kalp yerinde bırakılırken, beyin ve iç organlar çıkanlır-
dı. Bunlar Deltanın batısından elde edilen ve sıvıları emen bir mineral olan
kuru sodyum karbonatla paketlenirdi. Ceset kırk gün kurumaya bırakılır,
ardından şeklinin bozulmaması için keten ya da talaşla yeniden sarılırdı. Diğer
organlar, bedene ait sıvılarla dolmuş sodyum karbonat da dahil olmak üzere,
ayrı ayrı, Canopus adı verilen kavanozlara konur ve Horus’un dört oğlunun
korumasına verilirdi. Ceset, daha sonra bezlerle sarılırdı. Bu, en az on beş
gün süren önemli bir ritüeldi. Başın üzerine bir ölüm maskı konurdu, eğer
ölen firavunsa mask altından olurdu. Ümit edilen, bunun, bedenin ka, yani
ruh tarafından kabul edilmesine olanak tanımasıydı, böyle bir durumda ka
mezara geri dönerdi.
Hazırlanan mumya (sözcük, Arapça katran anlamına gelen ve gerçekte
mumyalama işleminde çok daha sonralan kullanılan bir madde olan mummi-

nest...

çamaşır makinesi ses çıkarması topuz modelleri kapalı huawei hoparlör cızırtı hususi otomobil fiat doblo kurbağalıdere parkı ecele sitem melih gokcek jelibon 9 sınıf 2 dönem 2 yazılı almanca 150 rakı fiyatı 2020 parkour 2d en iyi uçlu kalem markası hangisi doğduğun gün ayın görüntüsü hey ram vasundhara das istanbul anadolu 20 icra dairesi iletişim silifke anamur otobüs grinin 50 tonu türkçe altyazılı bir peri masalı 6. bölüm izle sarayönü imsakiye hamile birinin ruyada bebek emzirdigini gormek eşkiya dünyaya hükümdar olmaz 29 bölüm atv emirgan sahili bordo bereli vs sat akbulut inşaat pendik satılık daire atlas park avm mağazalar bursa erenler hava durumu galleria avm kuaför bandırma edirne arası kaç km prof dr ali akyüz kimdir venom zehirli öfke türkçe dublaj izle 2018 indir a101 cafex kahve beyazlatıcı rize 3 asliye hukuk mahkemesi münazara hakkında bilgi 120 milyon doz diyanet mahrem açıklaması honda cr v modifiye aksesuarları ören örtur evleri iyi akşamlar elle abiye ayakkabı ekmek paparası nasıl yapılır tekirdağ çerkezköy 3 zırhlı tugay dört elle sarılmak anlamı sarayhan çiftehan otel bolu ocakbaşı iletişim kumaş ne ile yapışır başak kar maydonoz destesiyem mp3 indir eklips 3 in 1 fırça seti prof cüneyt özek istanbul kütahya yol güzergahı aski memnu soundtrack selçuk psikoloji taban puanları senfonilerle ilahiler adana mut otobüs gülben ergen hürrem rüyada sakız görmek diyanet pupui petek dinçöz mat ruj tenvin harfleri istanbul kocaeli haritası kolay starbucks kurabiyesi 10 sınıf polinom test pdf arçelik tezgah üstü su arıtma cihazı fiyatları şafi mezhebi cuma namazı nasıl kılınır ruhsal bozukluk için dua pvc iç kapı fiyatları işcep kartsız para çekme vga scart çevirici duyarsızlık sözleri samsung whatsapp konuşarak yazma palio şanzıman arızası