imam ebu yusuf kimdir / İmam ebu Yusuf kimdir? - Kitapları, Özgeçmişi, İletişim bilgileri

Imam Ebu Yusuf Kimdir

imam ebu yusuf kimdir

EBU YÛSUF

(113/731-183/798)

Hanefî mezhebinin imamı Ebû Hanife'den sonra gelen büyük Hanefi fâkihi .

Adı Ya'kub b. İbrahim el-Ensârî'dir. Irak bölgesinin fâkihi kabul edilen Ya'kub 113/731 yılında Kûfe'de doğdu. Yûsuf adlı bir oğlu bulunduğu için Ebû Yûsuf (Yûsuf'un babası) lakabıyla meşhur oldu. Ailesi fakirdi ve Ebû Hanife'nin yardımıyla ilim tahsiline başladı.

Atâ b. es-Sâib, Muhammed b. İshâk b. Yesâr ve Leys b. Sa'd gibi büyük hadisçilerden hadis okudu ve "hadis hafızı'' oldu. Ebû İshâk eş-Şeybânî, Süleyman et-Temimî, Yahya b. Said el-A'meş gibi fâkihlerden ders dinledi. İbn Ebî Levlâ'nın önemli fıkhı problemlerde İmâm-ı Azam'ın ictihadlarına başvurduğunu görünce, ondan ayrılarak Ebû Hanife'nin derslerine devam etmeye başladı. Onun usûlünü benimseyerek "mutlak müçtehid" pâyesine ulaştı. Ebû Hanife onun için şöyle demiştir: "Hem baş kadılığa hem fetvâ makâmına lâyık iki talebem vardır. Bunlar Ebû Yûsuf ile Züfer'dir" (ibn Bezzâzı, Menâkıbu'l-imâmi'l-Âzam, II, 125). Ebû Hanife'nin derslerine onaltı yıl devam eden Ebû Yûsuf, bu arada Kûfe'ye gelen ünlü tarihçi Muhammed b. İshâk'tan İslâm Tarihi (Meğazî) okudu. Ebû Hanife'nin 150/767 yılında vefâtı üzerine Bağdad'a geldi. Halife Mehdî tarafından kadı tâyin edildi. Hâdi ve Harun er-Reşid devirlerinde de kadılık yaparak ilk defa "Kâdi Kudât (Kadılar kadısı-Baş kadı)" ünvânını aldı. Onaltı yıl kadılıktan sonra, 183/798 yılında vefâtı üzerine yerine oğlu Yûsuf kadı tâyin edildi (ez-Zehebî, Tezkiretü'l-Huffâz, Haydarabâd 1957, 1/292; İbn el-İmâd, Şezerâtü'z-Zeheb, 1/298, 300, 321; İbnü'n-Nedîm, el-Fihrist, s.295).

Ebû Yûsuf güçlü hukuk mantığı ve ince zekâsıyla kendisine gelen fıkıh problemlerini rahatlıkla çözüyordu. Bir gün Harun er-Reşîd, "Bu gece ülkemde yatarsam benden üç talak ile boş ol" diyerek hanımı Zübeyde'yi boşadı. Fakat sonradan pişman olarak âlimlerden fetvâ istedi. Ebû Yûsuf Kur'ân'daki bir âyete dayanarak "Câmilerde yat, çünkü câmiler senin değil Allah'ındır" dedi (el-Cin, 72/18).

Taberî, Ebû Yûsuf'un re'ye fazla başvurması, Sultan'a yakınlığı, kadılık yaparken yöneticileri memnun etmek için çalıştığından dolayı bazı ulemânın ona karşı hadis rivâyetinde çekingen davrandığını söylemektedir (İbn Abdilberr, el-İntikâ, s.173). Ebû Yûsuf ikinci fukahâ tabakasından sayılmıştır. İmam, örf âdet ve toplumsal şartların değişmesi sebebiyle, nassların hayâttâki bütün ayrıntıları kapsamadığını, dolayısıyla zaman, zemin örf ve âdet ortamının değişmesiyle hüküm ve ictihadların da değişebileceğini savunmuştur. Bu bakımdan nassların teşrî hikmetini âdet ve toplumsal şartların, sosyal değişmenin yönünü iyi değerlendirerek, yeni olaylar karşısında nassların ruhunâ uygun fetvâlar vermiştir. Böylelikle o, nassların hükmünü hâdiselere uygulamış ve yeni olaylar karşısında dinî teşrîden ayrılmadan meselelere ictihadla çare bulmuştur. Bazı fakîhler Rasûlullah'ın hadisinin lâfzına bağlanarak, buğday, arpa, hurma ve tuzun birbiriyle her zaman ölçülerek satılacağını, aralarındaki eşitliğin tartı ile değil, ölçü ile tesbit edileceğini ileri sürmüşlerdir (İbn Âbidin, Neşru'l-Âf fî binâi Ba'zi'l-Ahkâm ala'l-Urf, Mecmûatü'r-Resâil içinde, II, 125). Halbuki İmam Ebû Yusuf alış-verişte artık teâmül haline gelen altınlar arasındaki eşitliğin ölçü ile, buğdaylar arasında da tartı ile tesbit edileceğine dair hüküm vermiştir (İbn Âbidin, a.g.e., 118). O bu ictihadı ile nassa muhâlefet etmemiş, zikredilen hadisin vürûdu zamanında bahis konusu ölçü ve tartı meselesinin o günkü şartların ürünü olduğunu bu yüzden de hükmün o şartlara göre konulduğunu söylemiştir. Sonraki yıllarda tartı ile satılan şeyler eğer o zamanki ticârî ortamda da cârî olsaydı, hüküm de ona göre olacaktı. İbn Âbidin (v. 1252/ 1836) altın ve gümüş paranın ondokuzuncu yüzyılda artık tartı ve ölçü ile değil, sayılarak mübâdele edildiğini belirtmiş ve Ebû Yûsuf'un büyük bir ribâ kapısını kapatmış olduğunu söylemiştir (İbn Abidin, a.g.e., 1 18). Fıkhı hükümlerin çoğu nassların açık dalâletinden değil, kapalı delâletinden istinbat veya kıyas yoluyla elde edilmiştir. İctihad işte burada sözkonusu olmakta ve müctehidler, yaşadıkları ülke ve zamanın icaplarını gözönünde bulundurarak katı ve donuk nasslaştırma yoluna gitmemişler, böylelikle kolaylığı güçleştirmemek suretiyle de din ile hayatın arasının kopmasına mani olmuşlardır. Ebû Yûsuf bu alanda üstadı Ebû Hanife'yi de geçmiş, hattâ çoğu meselede ona muhâlefet etmiştir ve kendi zamanında ortaya çıkan örf ve âdet hukukuna uygun olarak kendisi ictihad yoluna gitmiştir. Meselâ Ebû Hanife zamanında toplumda ahlâk bozukluğu yoktu ve İmam bu nedenle açık adaleti öngörmüştü. Halbuki Ebû Yûsuf zamanında ahlâk bozulduğundan o da Ebû Hanife'nin fetvasıyla değil, kendi ictihadıyla amel etmiştir. Yine, Hz. Ömer'in Hayber'den hissesine düşen arazisini vakfetmesiyle ilgili rivâyetini öğrenen Ebû Yûsuf, vakıfların satılmasının câiz olduğu görüşünü savunan üstâdı Ebû Hanife'nin görüşüne karşı şöyle demiştir: "Bu, (Hz. Ömer'in icraatı) muhâlefet edilmesi mümkün olmayan bir husustur. Eğer Ebû Hanife bunu duymuş olsaydı onu kabul eder ve ona muhalif bir görüşü ileri sürmezdi." İşte bu büyük imamlar, böylesine geniş bir istinbat özgürlüğünü geliştirmişler, üstelik katı bir mezhep taassubunu da savunmadan ve aynı mezhep içerisinde veya farklı mezheplerde de olsalar daima birbirleriyle görüş ve rey alışverişinde bulunarak ümmetin sorunlarını gidermeye çalışmışlardır. Hanefi mezhebinde yakın zamanlara kadar, hattâ günümüzde de fetvâların çoğu, Ebû Hanife'den ziyade Ebû Yûsuf ile İmam Muhammed'in görüşünce verilmektedir. Çünkü büyük imamın mezhebini tedvin eden bu iki talebesidir ve birçok görüş ve ictihadını geliştiren de yine onlardır.

"Müslüman nerede bulunursa bulunsun İslâm hükümlerine bağlıdır." diyerek hocasına muhâlif kalan Ebû Yûsuf'tur. O bu görüşüyle hükümlerin şahsiliği ilkesini kabul etmiştir. Yani bir hüküm yalnız İslâm ülkesinde değil, her yerde yaşayan müslümanlara tatbik olunacaktır. Bir İslâm ülkesinin harp ülkesi haline gelmesi için orada küfür ahkâmının uygulanması yeterlidir diyerek hocasına muhâlif kalan yine Ebû Yûsuf'tur... Bu genişlik ve kolaylık, bu ihtilâfın rahmeti sünnettir, izlenen usul de sünnetten alınmıştır.

İmam Ebû Yûsuf ictihadlarında hadîse önem vermekle birlikte, daha çok re'ye bağlı idi. Hakkında nass bulunmayan meselelerde sahâbe'nin sonra da Ebû Hanife'nin içtihadlarına başvurur, eğer bunlarda bir çözüm bulamazsa, kendi re'yi ve kıyası ile hareket ederdi. Hanefi fıkhı, Ebû Yûsuf sayesinde yaygınlaşmıştır. Çünkü o, kadılık görevini üstlenmekle Hanefi mezhebinin bizzat uygulanmasını sağlamıştır. Kadılığı sırasında halkın çözülmesi gereken problemleri ile karşı karşıya gelmiş, bunları çözme yollarını araştırmıştır. Bu yüzden onun istihsanları ve kıyasları bizzat hayattan alınmıştır. A'meş ve İmam Mâlik'ten hadis öğrendi. Yahya b. Mâin ondan hadis rivâyet etti. Hanefi fıkıh usûlüne ait ilk eseri o yazdı (Osman Keskioğlu, Fıkıh Târihi, Ankara 1980, 82-86).

Ebû Yûsuf'un bilinen eserleri şunlardır: İhtilâfü'l-Emsâr, Edebü'l-Kâdı alâ Mezhebi Ebî Hanife, E'mâlı Fi'l Fıkh, Kitâbü'l-Büyû', Kitâbü'l-Cevâmî, Kitâbü'l-Hudûd, Kitâbü'l-Harâc, Kitâbü'r-Red alâ Mâlik b. Enes, Kitâbü'z-Zekât, Kitâbü's-Salât, Kitâbü's-Sıyâm, Kitâbü's-Sayd ve'z-Zebâih, Kitâbü'l-Gasb, Kitâbü'l-Fevâiz, Kitâbü'l- Vesâyâ, Kitâbü'l-Vekâle, el-Asl, Kitâbü'r-Red alâ Siyeri'l-Evzâî, İmlâ.

İmam Ebû Yûsuf'un hocaları arasında, Ebî Leylâ, Ebû Hanife, Mâlik b. Enes, Süfyân b. Uyeyne, İsmail b. Uleyye, İbn-Cureyc, Hasan b. Dinar, Hanzala b. Ebû Süfyân, Hişâm b. Urve, Ebû İshâk eş-Şeybânı, Süleyman et-Temîmi en meşhurlarıdır (ö.Nasuhi Bilmen, Istılâhât-ı Fıkhıyye Kâmusu, I, 392). Ebû Yûsuf'un Kitâbu'l Harac'ı, Muidzâde (H. 982) ve Rodosluzâde Muhammed (1113/1701) tarafından Türkçe'ye tercüme edilmiş, Ali Özek tarafından da yeni Türkçe'ye çevrilmiştir (1970). Eserin Fransızca tercümesi 1921'de, İngilizce tercümesi de 1958'de basılmıştır. Kitabın 1896'da basılan bir edisyon-kritiği de vardır. Ebû Yûsuf'un yazdığı ve İmam Muhammed'in tertiplediği "el-Mebsut", Hanefi fıkhının başta gelen kaynaklarındandır. Kitabın çeşitli bölümleri ayrı ayrı yazıldıktan sonra biraraya getirilmiştir. El-Câmiu's-Sağir (hâşiye) de bin beşyüz küsûr fetvayı kapsar. Eskiden kadıların bu kitabı ezbere bilmeden tâyin edilmedikleri söylenmiştir. el-Cüzcânî'nin düzelttiği el-Mebsut bugün için de en iyi başvuru kaynağı sayılmaktadır. İslâmî toprak hukukunda Ebû Yûsuf'un tesiri görülmektedir. Metruk arazinin ikta olarak verilmesi sisteminin asr-ı saâdette uygulandığını belirten, Hz. Peygamber'in toprakları çeşitli kimselere verdiğini, halifelerin de gayrimüslimlere İslâm'ı sevdirmek ve boş kalan toprakları ektirmek için aynı siyaseti devam ettirdiklerini söyleyen Ebû Yûsuf, Hz. Peygamber'den şu hadisle sonuca varmıştır: "Metruk arazı, Allah'a ve Peygambere sonra da size aittir. Bir kimse sonradan bunları ihyâ ederse bu onun malı olur, fakat onu ekmeden üç yıl bırakan kimse bu hakkını kaybeder" (Ebû Yûsuf, Kitâbu'l-Haraç, 66 vd.).

Halife Harun er-Reşid için yazdığı bu kitabında Ebû Yûsuf devletin maliyesi ve gelir kaynaklarını tafsilatıyla yâzmıştır.

Fıkıh bâblarına göre tertiplediği Kitâbu'l-Asâr'ı ise, Ebû Hanife'nin müsnedidir. Ebû Hanife'nin rivâyet ettiği hadislerle, hükümlerinde dayandığı hadisler, hadis şartlarını, Tâbiînin Kûfe ve Irak fukahâsından seçilmiş fetvâları bu kitapta bulmak mümkündür.

"İhtilâfu Ebu Hanife ve İbn Leylâ" adlı kitabında da, bu iki imamın ihtilâf ettikleri meseleleri ele almıştır. Kitabı İmam Muhammed rivâyet etmiştir. Bu kitap İmam Muhammed'in eseri sayılmıştır. Kitap o çağdaki imamların ihtilâfını nakletmesi bakımından değerlidir .

Harb ahkâmı, emân verme, mütâreke, ganimet ahkâmı konularında Ebû Hanife'ye muhâlefet eden Evzaî'ye karşı yazdığı "Kitâbu'l-Red alâ Siyer-i Evzâî" adlı kitabında Evzâî'nin görüşlerini reddetmektedir. Kitap aynı zamanda hadis ehli ile rey ehli arasındaki ihtilâfları da ihtiva etmektedir.

Şâmil İA

Ebû Yûsuf Ya’kub b. İbrâhîm b. Habîbb. Sa’d el-Kûfî {ö. 182/798) Ebû Hanîfe’nin önde gelen talebesi, müctehid hukukçu ve ilk kâdılkudât.

113 (731) yılında Kûfe’de doğdu. Da­ha çok künyesiyle meşhur olmuştur. Ba­zı kaynaklarda mevcut seksen dokuz ya­şında vefat ettiği şeklindeki bilgiyi göz önünde bulunduran M. Zâhid Kevserî. doğum tarihinin 93 (711) olması gerek­tiği sonucunu çıkarmaktaysa da altmış dokuz yaşında vefat ettiğine dair taba-kat kitaplarında yer alan bilgiler karşı­sında bu değerlendirme zayıf kalmakta ve daha sonraki araştırmacılar tarafın­dan da kabul görmemektedir. Ebû Yû­suf’un büyük dedesi Sa’d b. Büceyr sa­habeden olup henüz küçük yaşta bulunduğu için Uhud Gazvesi’ne iştirak et­mekten alıkonulmuş, genç yaşta katıldı­ğı Hendek Gazvesi’nde ise büyük yarar­lıklar göstermiştir. Bu sebeple Hz. Pey-gamber’in onu çağırtıp hem kendisi hem de soyu için hayır duada bulunduğu riva­yet edilir. Ebû Yûsuf bu hadiseyi övünç­le hatırlar ve, “O anın bereketi şu an bi­le bizimle beraberdir” derdi. Sa’d b. Bü­ceyr daha sonra Küfe şehrine yerleşti. Hz. Ali’nin hilâfeti döneminde düşünce ve siyaset hayatında önemli roller üst­lenmiş olan Küfe aynı zamanda bir ilim merkezi haline geldi. Bu şehir bazı sa-hâbîve tabiîlerin üstün gayretleriyle olu­şan zengin bir ilmî miras ve geleneğe sahip bulunmaktaydı. Başta Ebû Hanîfe olmak üzere çeşitli âlimlerin de katkıla­rıyla Küfe Abbasîler döneminde gelişme göstermiş ve o bölgenin diğer ilim merkezlerinden Basra’yı bir hayli geride bı­rakmıştı. Ebû Yûsuf’un yetişmesinde şahsî kabiliyet ve arzusunun yanı sıra İlmî gelenek ve mirasa sahip böyle bir ortamda doğup büyümüş olmasının da önemli payı vardır.

Ebû Yûsuf çok çocuklu ve yoksul bir aileye mensuptu. Kaynaklar, çocukluk ve gençlik yıllarının büyük sıkıntılar için­de geçtiği, ailesi tarafından bir iş tut­maya zorlandığı, bütün bu olumsuzluk­lara rağmen tahsil hayatını sürdürdüğü konusunda ortak ifadelere sahiptir. Yi­ne kaynakların belirttiğine göre Ebü Yû­suf, evlendikten sonra da ailesinin na­fakasını temin etmek için zaman zaman Ebû Hanîfe’nin ders halkasından uzak kalmış, fakat hocası azmini ve zekâsını çok takdir ettiği bu öğrencisinin nafa­kasını üzerine alarak derslerine düzenli şekilde devam etmesini sağlamıştır. Bu rivayetten. Ebû Yûsuf’un henüz öğrenim hayatını tamamlamadan evlendiği anla­şılmaktadır. Muvaffak b. Ahmed el-Mek-kî, Bezzâzî, Takıyyüddin et-Temîmî, Zeynüddin İbn Nüceym, M. Zâhid Kevserî gibi müellifler tarafından nakledilen ve Ebü Hanîfe’nin Ebû Yûsuf’a yaptığı söy­lenen tavsiyeler arasında, öğrenim ha­yatını tamamlayıp iyi bir iş sahibi olma­dan evlenmeme, evliliğin ilim öğrenme­ye büyük bir engel teşkil ettiği hususla­rı da yer almaktadır. Bu bilgi İlk bakış­ta Ebû Yûsuf’un talebeliği sırasında ev­lendiğine dair yukarıdaki rivayetle çeli­şiyorsa da bu tür vasiyetnamelerin ge­nel hayat tecrübelerine dayanan tesbit-lere yer verdiği, bu sebeple aslında ge­lecek nesillere Öğütte bulunmayı hedeflediği de söylenebilir. Ebû Yûsuf Kûfe1-de çok sayıda âlimden ders aldı. En önemli hocası Ebû Hanîfe olmakla birlik­te İbn Ebû Leylâ, Ebû İshak eş-Şeybânî, Süleyman et-Temîmî, A’meş, Hişâm b. Urve, Muhammed b. Yesâr. Hasan b. Dînâr ve İsmail b. Ümeyye gibi âlimlerin de onun yetişmesinde önemli paylan var­dır. Hadis ilminde en büyük hocası ise Husayn b. Abdurrahman’dır.

Ebû Yûsuf, devrinin ilmî geleneğine uyarak belli temel dersleri aldıktan ve özellikle hadis tahsil ettikten sonra fıkıh öğrenimine yöneldi; bu amaçla İbn Ebû Leylâ’nın derslerine devam etmeye başladı. Dokuz yıl boyunca ondan yargı­lama hukuku (kaza) ve fıkıh okudu, ar­dından Ebû Hanîfe’nin ders halkasına katıldı. Bu ayrılışın sebebi olarak muh­telif hadiseler gösterilmekteyse de içle­rinde en mâkul olanı, çeşitli vesilelerle hakkında bilgi sahibi olduğu Ebû Ha­nîfe’nin fıkıh metodunun kendisine da­ha uygun gelmesidir. Hocasının vefatı­na kadar yaklaşık on yedi yıl onun ders­lerine devam eden Ebû Yûsuf, bu süre içinde Kûfe’ye gelen İbn İshak’tan bir ay kadar megâzî dersi alması gibi kı­sa süreli bazı kesintiler dışında Ebû Ha­nîfe’nin derslerine hiç ara vermemiştir. Bu sırada hadis öğrenimini de ihmal et­memiş, fırsat buldukça hadis meclisle­rine devam ederek buralarda dinlediği hadisleri Ebû Hanîfe’nin ders halkasın­da müzakereye açmış, bu sayede hadis-çilerin görüş ve temayüllerinin de tartı­şılıp değerlendirilmesine imkân hazırla­mıştır. Bu meclislerde birçok hadis üs­tadı yanında Haccâc b. Ertât ile de tanı­şan Ebû Yûsuf’un kuvvetli bir hafızaya sahip olması sebebiyle hadisçiler tara­fından da takdirle karşılandığı, fıkıh il­minde olduğu gibi hadis İlminde de de­rinleştiği ve ehl-İ re’y içinde hadisi alı­nabilen en güvenilir kişi olarak tanındı­ğı belirtilir.

Hocası Ebû Hanîfe’nin vefatından son­ra (150/767) kadılık görevine başlayın­caya kadar yaklaşık on beş yıl süre ile Ebü Yûsuf’un ne işle meşgul olduğu tam olarak bilinmemektedir. Hocasının yeri­ne bir diğer talebesi olan Züfer b. Hü-zeyl’in geçmesiyle hiç değilse bunun ve­fatına kadar (ö. 158/775) geçen süre için­de o halkada ders verme imkânını bu­lamadığı anlaşılmaktadır. Küfe Camii’n-de özel bir ders halkası açıp açmadığı, geçimini temin etmek için ne işle uğraş­tığı gibi hususlarda da bilgi bulunma­maktadır.

Ebû Yûsuf, geçim sıkıntısı sebebiyle Abbasî Halifesi Mehdî-Billâh zamanın­da (775-785) ailesiyle birlikte Bağdat’a yerleşti. Burada halife ile tanıştı ve ba­zı kaynaklarda kaydedildiğine göre 166 (782) yılında kadılık görevine getirildi. Daha sonra Cürcân’a vali tayin edilen ve­liaht Mûsâ el-Hâdî ile oraya giden Ebû Yûsuf’un yerine oğlu Yûsuf kadı olarak tayin edilmiş, bu süre içinde aralarında birçok kazâî yazışmalar olmuştur. Meh-dî’nin vefatı üzerine halife olarak Bağ­dat’a gelen Hâdî ile birlikte Ebû Yûsuf da Bağdat’a döndü ve kadılık görevine devam etti. Halife Hârûnürreşîd de onu görevinde bırakmış ve ilk defa onun za­manında (786-809) “kâdılkudâflık kuru­mu oluşturularak yargılama hukukun­da ve uygulamada birliğin sağlanması yönünde önemli bir adım atılmış, Ebû Yûsuf da İslâm yargı tarihinin ilk kâdıl-kudâtı unvanını almıştır. Hatta Abbasî hilâfetine bağlı bütün bölgelerdeki ka­dıları tayin ve azletme yetkisine sahip olduğu için “kâdî kudâti’d-dünyâ” diye anılmıştır. Makrîzfnin ifadesine göre Ebû Yûsuf’un bu makama gelmesinden son­ra İrak, Horasan, Şam ve Mısır bölgele­rinde onun onayı olmaksızın kadı tayin edilmemiştir. Hayatının sonuna kadar bu görevde kalan Ebû Yûsuf, yakın arkada­şı Bişr b. Velîd el-Kindrnin kaydettiğine göre S Rebîülevvel 182 ta­rihinde altmış dokuz yaşında Bağdat’ta vefat etti. Seksen dokuz yaşında vefat ettiği şeklindeki rivayetlerin zayıf bulun­ması yanında 172 (788) veya 181 (797) yılında, yahut rebîülâhir ayında vefat et­tiğine dair rivayetlerin de tabakat âlim­leri arasında pek kabul görmediği bilin­mektedir. Cenaze namazını bizzat kıldı­ran Hârûnürreşîd, namazdan sonra ce­nazenin önünde yürümüş ve onu kendi aile kabristanına defnettirmiştir. Kab­ri Bağdat’ın Kâzımiye bölgesinde, Kâzı-meyn Türbesi’ne bitişik olan ve kendi adıyla anılan caminin yanındadır.

Gerek çağdaşları gerekse daha son­raki dönemlere mensup âlimler Ebû Yû­suf’un ilminin yanı sıra şahsiyetinden, ahlâk ve karakterinden övgüyle söz eder­ler. Bezzâzî, Kasım b. Züreyk’ın Ebû Yû­suf’u yatağının üzerinde ufacık cüsse­siyle görünce hayret ederek, “Allah, ilmi bir kuşun kursağına koymayı dileseydi koyardı” dediğini rivayet etmekte, bundan da onun küçük yapılı bir kişi olduğu anlaşıl­maktadır. Ebü Yûsuf üstün bir zekâya, güçlü bir hafızaya ve intikal yeteneğine sahipti. Elli altmış hadisi bir defa dinle­mekle yanlışsız olarak ezberlediği riva­yet edilir. Ebû Hanîfe’nin talebelerinden Hasan b. Zİyâd el-Lü’lüî’nin anlattığına göre Ebü Yûsuf bir hac yolculuğu sıra­sında hastalanmış, kendisini ziyarete gelen Süfyân b. Uyeyne’den dinlediği kırk hadisi ileri yaşına, yolculuk yorgunluğu­na ve hastalığına rağmen ezberlemiş, sonra da etrafındakilere yazdırmıştır. Devlet adamlarıyla yakından görüşme­ye başladığı günlerde Hârûnürreşîd’in veziri Yahya b. Hâlid el-Bermekrnin Ebü Yûsuf’a, eyyâmü’l-Arab’ı bilmediği için sultanlarla sohbetin tam olarak hakkını veremediğini söylemesi üzerine bir ay eve kapanarak bu konuda çalışmış, ne­ticede edindiği bilgiler onu dinleyenleri hayrete düşürmüştür. A’meş’in öğren­cisi olduğu günlerde bir soruyu cevap­landırırken yaptığı açıklamalara hayret eden hocası bu cevabı nereden buldu­ğunu sormuş, o da, “Bize daha önce öğ­retmiş olduğunuz şu hadisten” diye ce­vap verince, “Ben bu hadisi sen daha ana rahmine düşmeden önce biliyordum, fakat yorumunu ancak şimdi öğrendim” demiştir.

Ebû Yûsuf fazilet sahibi bir kişi ola­rak tanınır. Yokluk ve sıkıntı içinde ge­çen günlerini hatırlayarak hayatı boyunca ihtiyaç sahiplerine yardım elini uzatmış, aynı zamanda velinimeti olan Ebû Hanî-fe’yi hayır dua ile anmaktan geri kalma­mıştır. Vefatından önce Mekke, Medine, Küfe ve Bağdat halkına yüzer bin dinar dağıtılmasını vasiyet ettiği söylenir.

Halife nezdinde ve saray çevresinde büyük bir itibara ve buna paralel olarak büyük bir servete sahip olan Ebû Yûsuf zaman zaman, yöneticilerin arzuları doğ­rultusunda fetvalar vererek bu noktaya yükselmekle itham edilmiştir. Takvası, ahlâkı, seciyesi ve karakteriyle ilgili ola­rak nakledilen bilgilerin yanı sıra KM-bü’1-Harâc’m mukaddimesinde Hârû-nürreşîd’e hitaben yazdığı şu satırlar onun bu ithamları hak etmediğini gös­termeye yeterlidir: “Bugünün işini yarı­na bırakma… Allah’ın sana verdiği gö­revde bir saat bile olsa hakkı yerine ge­tir. Kıyamet gününde yöneticilerin en mutlusu halkı en mutlu olandır. Sen doğ­ru yoldan ayrılma ki halkın da ayrılma­sın. Arzularına uymaktan ve öfkelenip intikam almaktan sakın…”

Ebû Yûsuf, ilmin ve ilim sahibinin üs­tün mevkiini insanlara göstermek düşüncesiyle en güzel yerde oturur, en gü­zel şekilde giyinir, en değerli takımlarla donatılmış atlara binerdi. Bu davranışı­nı yadırgayanlara da, “Bir terzi çocuğu­nun ilim sayesinde nerelere kadar yük­selebildiğinin herkes tarafından görül­mesini istiyorum” diye cevap verirdi. Aynı sebeple, yargı işine bakan fakihle-rin halk katında seçkin bir konumda gö­rülmeleri ve kendilerine gerekli saygı­nın gösterilmesi için onların siyah sa­rık ve cübbeden oluşan özel bir kıyafet giymelerini sağlamıştır. Hârûnürreşîd’e Ebû Yûsuf’a niçin bu kadar çok değer verildiği sorulduğun­da, “İlimdeki kemali, hafıza gücündeki üstünlüğü, mezhepteki istikameti ve dindeki muhafazakârlığı sebebiyle” ce­vabını vermiştir. Ebû Yûsuf bu meziyet­lerinden dolayı halifeye çok yakın olmuş, onunla yolculuk etmiş, 170-181 (786-797) yıllan arasında birkaç defa bera­ber hacca gitmişlerdir.

Ebû Yûsuf’un ders halkasına ve ilim meclislerine birçok talebe katılmıştır. Kendisinden fıkıh öğrenmek veya hadis rivayet etmek suretiyle ilim tahsil eden öğrencilerin en tanınmışları Ahmed b. Hanbel, Muhammed b. Hasan eş-Şey-bânî, Bişr b. Velîd el-Kindî, Bişr b. Gıyâs, Yahya b. Maîn, Hilâl b. Yahya er-Re’y. Ca’fer b. Yahya el-Bermekî. Hasan b. Zi-yâd el-Lü’lüî, Esed b. Furât ve Yahya b. Âdemdir.

Ebû Yûsuf, fıkıh ve hadis bilgisinin ya­nı sıra tefsir, siyer, megâzî ve eyyâmü’l-Arab sahalarında da döneminin seçkin âlimlerindendi. Çağdaşları onun bu alan­lardaki bilgisinden övgüyle söz ederler.

MUHSİN AHMET KARABAY

Sünni geleneğin en yaygın kolu olan Hanefi mezhebinin iki önemli ismi var. Biri mezhebin adı ile anılan Ebu Hanife ya da tam adıyla Ebu Hanife Numan bin Sabit bin Zuta bin Mah, diğeri de Ebu Yusuf ya da tam adıyla Ebu Yusuf Yakub bin İbrahim bin Habib bin Sa’d el-Kufî. Ebu Hanife hoca, Ebu Yusuf onun en parlak talebesi. İkisi aynı mezhebin imamları ise de karakter olarak birbirine taban tabana zıt isimler.

Dün mevcut Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın son zamanlarda aktif rol üstlenmeye başlamasından söz etmiş ve bugün için “Sultanın sofrasına oturan alimin fetvasına itibar edilmez” diyen Ebu Hanife’nin talebesi İmam Ebu Yusuf’un hükümdarların sofrasındaki yerini anlatacağımı söylemiştim.

Önce Ebu Yusuf’un hocası olan isimle ilgili birkaç cümle bahsetmeme izin verin. Ebu Hanife’nin hayatı, hem Emevî ve hem Abbasî devletleri zamanına rastlar. Hicri 80, Miladi 699’da doğar ve ömrünün 52 yılı Emevî, son 18 yılı da Abbasi devleti zamanında geçer.

Ebu Hanife, alimliği yanında aynı zamanda başarılı bir tüccar idi. Kelam, fıkıh ve hadis ilimleri konusunda İmam-ı Şabî’nin derslerine devam etti. Hammad bin Süleyman’dan 18 yıl fıkıh ilmi öğrendi.

EMEVİ HALİFESİNE İSYAN EDEN ZEYD BİN ALİ’YE DESTEK VERDİ

Doğup büyüdüğü Kufe’den zaman zaman Mekke ve Medine’ye gidip oradaki alimlerle görüş alışverişinde bulundu. Ehl-i Beyt’ten olan Zeyd bir Ali ve Muhammed el-Bakır ile yakın dostluklar kurdu.

Zeyd bin Ali’nin Emevî halifesi Hişam bin Abdülmelik’e isyan etmesine 10 bin dirhem para göndererek hem maddi hem manevi destek verdi. “Eğer üzerimdeki emanetleri bırakacağım birini bulabilseydim, cismen de gelip yanında olurdum” diye mesaj gönderdi.

Emevi halifeleri, derin ilmi ve etki alanının boyutlarını fark etmeye başladıklarında Ebu Hanife’ye kadılık teklifinde bulunarak yanlarına çekmeye çalıştı. Teklifi Emevîlerin Irak Valisi Ömer bin Hübeyre bizzat giderek iletti.

Bu teklifin kendisini yönetime bağımlı hale getirme amacıyla yapıldığını bilen Ebu Hanife, bu teklifi geri çevirdi. Vali bu tavrına çok kızdı ve zindana attırarak Ebu Hanife’yi kırbaçlattı. Emredilen kırbaçlama sürerse imamın öleceği valiye bildirilince vali teklifi tekrar sundu. Ebu Hanife’nin cevabı şöyle oldu:

“Benden Vasıt Mescidinin kapılarını saymak gibi sıradan bir iş isteseler yine kabul etmem. O bir insanın katline hükmedecek, ben mühür basacağım ha? Allah’a yemin ederim ki bu mümkün değil! Valinin beni öldürmeye gücü yeter fakat tekliflerini kabul ettirmeye asla!”

Bir süre sonra serbest bırakılınca Kûfe’de kalamayacağını anladı ve Mekke’ye gitti. Emevîlerin yıkılıp Abbasî döneminin başlamasını, “Bu iş (hilafet) Peygamberimiz’in yakınlarına geçerek hak yerini buldu” diyerek memnuniyetle karşıladı.

Ne var ki Abbasiler de yönetimi devraldıktan hemen sonra hukuksuzluklar yapmaya, masumların kanına girmeye başlayınca hayal kırıklığına uğradı. Yapılan haksızlıklar karşısında Ehl-i Beyt’ten Muhammed bin Abdullah (Nefs’üz-Zekiyye) ve kardeşi İbrahim isyan etti. Ebu Hanife, haksızlara karşı girişilen bu isyana da destek verdi.

ZİNDANDA KIRBAÇLANARAK HAYATA VEDA ETTİ

Ebu Hanife’nin Ehl-i Beyt’e verdiği destek halife Mansur’un dikkatinden kaçmadı ama doğrudan bir müdahalenin onu daha da güçlendireceğinden çekindi. Değerli hediyeler gönderdi ve başkadılık teklif edildi.

Hediyeleri kamu malından verildiği gerekçesiyle, başkadılık teklifini de kendisinin böyle bir görevi üstlenemeyeceğini belirterek reddetti. Halife Mansur, Musul’da isyan edenlerin katli için imamdan fetva istedi. Bunu da kabul etmeyince halife, zindana attırdı ve her gün imama belli sayıda kırbaç cezası uygulanmasını emretti.

Artık yaşı da hayli ilerlemiş olan Ebu Hanife, kırbaçlara dayanamadı ve hayata veda etti. Bazı kaynaklar, Halife Mansur’un imamı zehirleterek öldürdüğünü yazar.

“Ehl-i rey” olarak tanınan Ebu Hanife, müçtehitlerin yapacağı yoruma önem verirdi. Mana olarak Hz. Muhammed’e atfedilemeyeceğine inandığı hadisleri kabul etmezdi. Bu şekilde 200 dolayında hadise aykırı fetva verdiği kayıtlara geçer.

Hadislere karşı tavrından dolayı hadis derleyicisi İmam Buharî (810-869) tarafından şiddetle tenkit edildi. Ebu Hanife’nin Mürcie olduğunu öne sürdü. Buharî ed-Duafâü’s-Sağir adlı eserinde Ebu Hanife‘yi iki defa küfürden imana davet eder (388 numaralı madde).

BU DA TALEBESİ İMAM EBU YUSUF’UN HAYATI

İmam-ı Azam (en büyük imam) sıfatıyla anılan Ebu Hanife’nin zenginliğinin aksine Ebu Yusuf, çok çocuklu fakir bir aileye mensup idi. Babası erken yaşta vefat edince çocukluk ve gençlik yılları büyük sıkıntı içinde geçti. Çok zeki biri olan Ebu Yusuf, zaman zaman annesi tarafından eğitimini bırakıp çalışmaya zorlandı.

Bu konudan haberi olan hocası Ebu Hanife, azmini ve zekâsını takdir ettiği bu öğrencisinin geçimini üzerine almak suretiyle derslerine düzenli devam etmesini sağladı. Ebu Hanife’den 17 yıl aralıksız ders aldı.

İmam-ı Azam’ın vefatı ardından Bağdat’a yerleşip kadılık görevini üstleninceye kadar geçen 15 yıl boyunca neler yaptığı bilinmiyor. Halife Mehdi-Billah (775-785) ile tanıştıktan sonra hayatı hızla değişmeye başladı. M. 782’de (H. 166) kadı olarak tayin edildi.

Sonraki halife Hadi ile de ilişkileri üst düzeyde sürdü. Asıl öne çıkması ise Harunreşid (786-809) zamanında oldu. Kadılkudat (başkadı-kadılarkadısı) kurumu oluşturulup ilk kadılkudat olarak tayin edildi. Tarihçi Makrîzî’nin (1364-1442) ifadesi ile Irak, Horasan, Şam ve Mısır bölgelerinde onun onayı olmaksızın kadı tayin edilmedi.

Hayatının sonuna kadar bu görevde kalan Ebu Yusuf’un imzası olmadan hiçbir kadı yerinden alınmadı ya da başka yere atanmadı. Hanefi mezhebine mensup kadılara görev verdiği için bu mezhebin yayılmasında önemli rol üstlenmiş oldu.

Öldüğünde cenaze namazını da Abbasilerin en güçlü halifesi olarak bilinen Harunreşid kıldırdı. Halife, cenazesi ile yürüdü ve kendi aile kabristanına defnettirdi.

Kadılkudat olduktan sonraki hayatına ilişkin pek çok detay kayıtlara geçip günümüze kadar ulaştı.

EBU YUSUF, HALİFENİN GÖNLÜ ÜVEY ANNESİNE DÜŞÜNCE ÇÖZÜMÜ SUNDU

Üç Abbasi halifesi ile birlikte çalışan İmam Ebu Yusuf, verdiği fetvalarla adından sıkça söz ettirdi. Ebu Yusuf, en güzel şekilde giyinir, en değerli takımlarla donatılmış atlara binerdi. Bu davranışını yadırgadığını gördüğü kişilere de “Bir terzi çocuğunun ilim sayesinde nerelere kadar yükselebildiğinin herkes tarafından görülmesini istiyorum” diye cevabını verirdi.

Ünlü hadis bilgini ve tarihçi Celaleddin Süyutî, İbn Mübarek’in Tuyuriyat’ından nakille aktardığı anekdot hayli ilgi çekici. Harunreşid, hilafete geçince babası Mehdi’nin cariyelerinden birine aşık oldu. Onunla yatmak istediğinde cariye, “Babanızla birlikte olurdum” diyerek kendisine sahip olmasına engel olmaya çalıştı.

Halife sorununu anlattı ve çözümü Ebu Yusuf’ta aradı. Ebu Yusuf, “Ey Emrü’l-Mü’minin! Bir cariyenin iddiasına ne zaman itimat edilir ki? Ona inanmayınız. Zira o güvenilir değildir” diyerek üvey annesi ile birlikte olmasının önünü açtı.

Celaleddin Suyuti, İbn Mübarek’in notunu şöyle alıntılıyor:

“Bu durumda en çok hangisine şaşacağımı bilemiyorum. Elini Müslümanların kanına ve mallarına daldıran, babasının kadınını sıkıştıran bu adama mı? Kendi rızasıyla Emirü’l-Mü ‘minin’den kaçan bu kadına mı? Yoksa bu dünyanın fakihi ve onun, ‘Babanın kadınının namusuna leke sür, şehvetini tatmin et ve bunun yükünü de benim omzuma koy’ diye konuşan kadısına mı?” (Celaleddin Suyuti, Tarih-i Hulefa/Halifeler Tarihi s. 297)

Yine Halifeler Tarihi’nden bir anekdot. Suyuti, bu kez Silafi’nin Abdullah bin Yusuf’un naklettiklerini aktarır.

Halife Harunreşid, Ebu Yusuf’a bir cariye satın aldığını söyler. Cariyenin henüz adet görmeye başlamadığını ama onunla beraber olmak istediğini dile getirir. “Çare nedir?” diye sorduğunda Ebu Yusuf, “Çare vardır” der.

Çözümü sunar: “Aldığınız cariyeyi önce oğullarınızdan birine verin. Sonra onunla evlenirsiniz.” (Celaleddin Suyuti, Tarih-i Hulefa/Halifeler Tarihi s. 298)

Bu alıntı da İshak b. Rahveyh‘ten. Halife Harunreşid, Ebu Yusuf‘u bir dava üzerine görüşünü sunması için bir gece çağırttı. Ona 100 bin dirhem verilmesini emretti. Bunun üzerine Ebu Yusuf, “Emirü’l-Mü ‘minin ne zaman iyi olanı görse, gün doğmadan evvel onun ödüllendirilmesini emreder” dedi.

Halife yanındakilere, derhal parayı getirmesini emretti. Yanındakilerden biri, “Hazine dairesinin memuru evinde ve kapıları da kilitli” dedi. Bunun üzerine Ebu Yusuf, “Beni çağırttığınızda kapılar hakikaten de kapalıydı” diye konuştu. Böylece kapılar açtırıldı ve para Ebu Yusuf‘a verildi. (Celaleddin Suyuti, Tarih-i Hulefa/Halifeler Tarihi s. 298)

İbn Kesir, “İslam Tarihi” adlı 10 ciltlik eserinin 5. cildinde Harunreşid-Ebu Yusuf dostluğuna ilişkin başka ayrıntılar da anlatır. Kadılkudat olarak atandığı gün, kendisine yapılan tören alayı ile birlikte anne evine görkemli gidişinin ayrıntılarını paylaşır.

İki imamın hayat hikayesini niçin paylaştığıma gelince…

İslam tarihine bakarken herkes kendine örnek oluşturacak olaylara sarılıyor. Mazlumlar kendilerine yapılanlarla Ebu Hanife’ye yapılanlar arasında bağlantı kuruyor. Haksızlık ve hukuksuzluklara alet olmadıkları için zulme uğradıklarını dile getiriyorlar.

Peki, muktedirler ve onunla birlikte yürüyenler İmam Ebu Yusuf’u örnek almış olamazlar mı?

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

Ebu Yusuf Kimdir?

113 (731) yılında Kûfe'de doğdu. Daha çok künyesiyle meşhur olmuştur. Bazı kaynaklarda mevcut seksen dokuz yaşında vefat ettiği şeklindeki bilgiyi göz önünde bulunduran M. Zâhid Kevserî, doğum tarihinin 93 (711) olması gerektiği sonucunu çıkarmaktaysa da altmış dokuz yaşında vefat ettiğine dair tabakat kitaplarında yer alan bilgiler karşısında bu değerlendirme zayıf kalmakta ve daha sonraki araştırmacılar tarafından da kabul görmemektedir. Ebû Yûsuf'un büyük dedesi Sa'd b. Büceyr sahâbeden olup henüz küçük yaşta bulunduğu için Uhud Gazvesi'ne iştirak etmekten alıkonulmuş, genç yaşta katıldığı Hendek Gazvesi'nde ise büyük yararlıklar göstermiştir. Bu sebeple Hz. Peygamber'in onu çağırtıp hem kendisi hem de soyu için hayır duada bulunduğu rivayet edilir. Ebû Yûsuf bu hadiseyi övünçle hatırlar ve, "O anın bereketi şu an bile bizimle beraberdir" derdi. Sa'd b. Büceyr daha sonra Kûfe şehrine yerleşti. Hz. Ali'nin hilâfeti döneminde düşünce ve siyaset hayatında önemli roller üstlenmiş olan Kûfe aynı zamanda bir ilim merkezi haline geldi. Bu şehir bazı sahâbî ve tâbiîlerin üstün gayretleriyle oluşan zengin bir ilmî miras ve geleneğe sahip bulunmaktaydı. Başta Ebû Hanîfe olmak üzere çeşitli âlimlerin de katkılarıyla Kûfe Abbâsîler döneminde gelişme göstermiş ve o bölgenin diğer ilim merkezlerinden Basra'yı bir hayli geride bırakmıştı. Ebû Yûsuf'un yetişmesinde şahsî kabiliyet ve arzusunun yanı sıra ilmî gelenek ve mirasa sahip böyle bir ortamda doğup büyümüş olmasının da önemli payı vardır.

Ebû Yûsuf çok çocuklu ve yoksul bir aileye mensuptu. Kaynaklar, çocukluk ve gençlik yıllarının büyük sıkıntılar içinde geçtiği, ailesi tarafından bir iş tutmaya zorlandığı, bütün bu olumsuzluklara rağmen tahsil hayatını sürdürdüğü konusunda ortak ifadelere sahiptir. Yine kaynakların belirttiğine göre Ebû Yûsuf, evlendikten sonra da ailesinin nafakasını temin etmek için zaman zaman Ebû Hanîfe'nin ders halkasından uzak kalmış, fakat hocası azmini ve zekâsını çok takdir ettiği bu öğrencisinin nafakasını üzerine alarak derslerine düzenli şekilde devam etmesini sağlamıştır. Bu rivayetten, Ebû Yûsuf'un henüz öğrenim hayatını tamamlamadan evlendiği anlaşılmaktadır. Muvaffak b. Ahmed el-Mekkî, Bezzâzî, Takıyyüddin et-Temîmî, Zeynüddin İbn Nüceym, M. Zâhid Kevserî gibi müellifler tarafından nakledilen ve Ebû Hanîfe'nin Ebû Yûsuf'a yaptığı söylenen tavsiyeler arasında, öğrenim hayatını tamamlayıp iyi bir iş sahibi olmadan evlenmeme, evliliğin ilim öğrenmeye büyük bir engel teşkil ettiği hususları da yer almaktadır. Bu bilgi ilk bakışta Ebû Yûsuf'un talebeliği sırasında evlendiğine dair yukarıdaki rivayetle çelişiyorsa da bu tür vasiyetnâmelerin genel hayat tecrübelerine dayanan tesbitlere yer verdiği, bu sebeple aslında gelecek nesillere öğütte bulunmayı hedeflediği de söylenebilir. Ebû Yûsuf Kûfe'de çok sayıda âlimden ders aldı. En önemli hocası Ebû Hanîfe olmakla birlikte İbn Ebû Leylâ, Ebû İshak eş-Şeybânî, Süleyman et-Temîmî, A'meş, Hişâm b. Urve, Muhammed b. Yesâr, Hasan b. Dînâr ve İsmâil b. Ümeyye gibi âlimlerin de onun yetişmesinde önemli payları vardır. Hadis ilminde en büyük hocası ise Husayn b. Abdurrahman'dır.

Ebû Yûsuf, devrinin ilmî geleneğine uyarak belli temel dersleri aldıktan ve özellikle hadis tahsil ettikten sonra fıkıh öğrenimine yöneldi; bu amaçla İbn Ebû Leylâ'nın derslerine devam etmeye başladı. Dokuz yıl boyunca ondan yargılama hukuku (kazâ) ve fıkıh okudu, ardından Ebû Hanîfe'nin ders halkasına katıldı. Bu ayrılışın sebebi olarak muhtelif hadiseler gösterilmekteyse de içlerinde en mâkul olanı, çeşitli vesilelerle hakkında bilgi sahibi olduğu Ebû Hanîfe'nin fıkıh metodunun kendisine daha uygun gelmesidir. Hocasının vefatına kadar yaklaşık on yedi yıl onun derslerine devam eden Ebû Yûsuf, bu süre içinde Kûfe'ye gelen İbn İshak'tan bir ay kadar megāzî* dersi alması gibi kısa süreli bazı kesintiler dışında Ebû Hanîfe'nin derslerine hiç ara vermemiştir. Bu sırada hadis öğrenimini de ihmal etmemiş, fırsat buldukça hadis meclislerine devam ederek buralarda dinlediği hadisleri Ebû Hanîfe'nin ders halkasında müzakereye açmış, bu sayede hadisçilerin görüş ve temayüllerinin de tartışılıp değerlendirilmesine imkân hazırlamıştır. Bu meclislerde birçok hadis üstadı yanında Haccâc b. Ertât ile de tanışan Ebû Yûsuf'un kuvvetli bir hâfızaya sahip olması sebebiyle hadisçiler tarafından da takdirle karşılandığı, fıkıh ilminde olduğu gibi hadis ilminde de derinleştiği ve ehl-i re'y içinde hadisi alınabilen en güvenilir kişi olarak tanındığı belirtilir.

Hocası Ebû Hanîfe'nin vefatından sonra (150/767) kadılık görevine başlayıncaya kadar yaklaşık on beş yıl süre ile Ebû Yûsuf'un ne işle meşgul olduğu tam olarak bilinmemektedir. Hocasının yerine bir diğer talebesi olan Züfer b. Hüzeyl'in geçmesiyle hiç değilse bunun vefatına kadar (ö. 158/775) geçen süre içinde o halkada ders verme imkânını bulamadığı anlaşılmaktadır. Kûfe Camii'nde özel bir ders halkası açıp açmadığı, geçimini temin etmek için ne işle uğraştığı gibi hususlarda da bilgi bulunmamaktadır.

Ebû Yûsuf, geçim sıkıntısı sebebiyle Abbâsî Halifesi Mehdî-Billâh zamanında (775-785) ailesiyle birlikte Bağdat'a yerleşti. Burada halife ile tanıştı ve bazı kaynaklarda kaydedildiğine göre 166 (782) yılında kadılık görevine getirildi. Daha sonra Cürcân'a vali tayin edilen veliaht Mûsâ el-Hâdî ile oraya giden Ebû Yûsuf'un yerine oğlu Yûsuf kadı olarak tayin edilmiş, bu süre içinde aralarında birçok kazâî yazışmalar olmuştur. Mehdî'nin vefatı üzerine halife olarak Bağdat'a gelen Hâdî ile birlikte Ebû Yûsuf da Bağdat'a döndü ve kadılık görevine devam etti. Halife Hârûnürreşîd de onu görevinde bırakmış ve ilk defa onun zamanında (786-809) "kādılkudât"lık kurumu oluşturularak yargılama hukukunda ve uygulamada birliğin sağlanması yönünde önemli bir adım atılmış, Ebû Yûsuf da İslâm yargı tarihinin ilk kādılkudâtı unvanını almıştır. Hatta Abbâsî hilâfetine bağlı bütün bölgelerdeki kadıları tayin ve azletme yetkisine sahip olduğu için "kādî kudâti'd-dünyâ" diye anılmıştır. Makrîzî'nin ifadesine göre Ebû Yûsuf'un bu makama gelmesinden sonra Irak, Horasan, Şam ve Mısır bölgelerinde onun onayı olmaksızın kadı tayin edilmemiştir. Hayatının sonuna kadar bu görevde kalan Ebû Yûsuf, yakın arkadaşı Bişr b. Velîd el-Kindî'nin kaydettiğine göre 5 Rebîülevvel 182 (26 Nisan 798) tarihinde altmış dokuz yaşında Bağdat'ta vefat etti. Seksen dokuz yaşında vefat ettiği şeklindeki rivayetlerin zayıf bulunması yanında 172 (788) veya 181 (797) yılında, yahut rebîülâhir ayında vefat ettiğine dair rivayetlerin de tabakat âlimleri arasında pek kabul görmediği bilinmektedir. Cenaze namazını bizzat kıldıran Hârûnürreşîd, namazdan sonra cenazenin önünde yürümüş ve onu kendi aile kabristanına defnettirmiştir. Kabri Bağdat'ın Kâzımiye bölgesinde, Kâzımeyn Türbesi'ne bitişik olan ve kendi adıyla anılan caminin yanındadır.

Kaynak: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi


nest...

batman iftar saati 2021 viranşehir kaç kilometre seferberlik ne demek namaz nasıl kılınır ve hangi dualar okunur özel jimer anlamlı bayram mesajı maxoak 50.000 mah powerbank cin tırnağı nedir