Bayraktar Bayraklı Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur'an Meali
- Küfredip de kafir olarak ölenler var ya Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti onların üzerinedir. Çok uzun süreli olarak o laneti taşırlar; azapları hafifletilmez ve kendilerine mühlet de verilmez.
Mehmet Okuyan Kur’an Meal-Tefsir
*
ölenlere gelince,*
işte Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti onların üzerinedir.Edip Yüksel Mesaj: Kuran Çevirisi
İnkar edip inkarcı olarak ölenler ise hem ALLAH'ın, hem meleklerin ve hem halkın lanetini kazanır.
Erhan Aktaş Kerim Kur'an
*
olup da Kafir olarak ölen kimselere gelince; işte, Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti onların üzerinedir.Süleymaniye Vakfı Süleymaniye Vakfı Meali
*
Ali Rıza Safa Kur'an-ı Kerim Gerçek
Kuşkusuz, nankörlük ederek, nankörler olarak ölenler; Allah'ın, meleklerin ve tüm insanların laneti, işte onların üzerinedir.
Mustafa İslamoğlu Hayat Kitabı Kur’an
Küfreden ve küfründe sonuna kadar direnip o hal üzre ölen kimselere gelince: Allah'ın, meleklerin ve tüm insanlığın lanetine uğrayacak olanlar onlardır.
Yaşar Nuri Öztürk Kur'an-ı Kerim Meali
Ayetlerimizi inkar etmiş ve küfre batmış halde ölenlere gelince; Allah'ın, meleklerin ve tüm insanların ilenci onlar üstünedir.
Ali Bulaç Kur'an-ı Kerim ve Türkçe Anlamı
Şüphesiz, inkar edip kafir olarak ölenler, Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti bunların üzerinedir.
Elmalılı (sadeleştirilmiş)
Ancak, ayetlerimizi inkar etmiş ve kafir olarak ölmüş olanlar işte, Allah'ın laneti, meleklerin laneti, insanların laneti hep onların üstüne olsun.
Muhammed Esed Kur'an Mesajı
Hakikati inkara şartlanmış olanlara ve hakikat inkarcıları olarak ölenlere gelince: Onların cezası, Allah'ın, meleklerin ve tüm (dürüst ve erdemli) insanların lanetine uğramalarıdır.
Diyanet İşleri Kur'an-ı Kerim Türkçe Meali
Fakat ayetlerimizi inkar etmiş ve kafir olarak ölmüşlere gelince, işte Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti onların üstünedir.
Elmalılı Hamdi Yazır Kur'an-ı Kerim ve Yüce Meali
amma ayatımızı inkar etmiş ve kafir olarak can vermiş olanlar işte Allahın la'neti, Meleklerin la'neti, insanları la'neti hep onların üstüne
Süleyman Ateş Kur'an-ı Kerim ve Yüce Meali
Ama ayetlerimizi inkar etmiş ve kafir olarak ölmüş olanlar, işte Allah'ın, meleklerin ve tüm insanların la'neti onların üstünedir.
Gültekin Onan
Kuşkusuz küfredip kafir olarak ölenler; Tanrı'nın, meleklerin ve tüm insanların laneti bunların üzerinedir.
Hasan Basri Çantay Kur'an-ı Hakim ve Meal-i Kerim
Hakıykat, küfredib de kendileri kafirler olarak ölenler (yok mu?) işte onlar: Allanın, meleklerine ve bütün insanlarına la'neti onların üstündedir.
İbni Kesir
Muhakkak ki küfredip de, kafir olarak ölenlere Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların la'neti işte onların üzerinedir.
Şaban Piriş Kur'an-ı Kerim Türkçe Anlamı
İnkar edip, o halde ölenler var ya işte Allah'ın, meleklerin insanların hepsinin laneti onlaradır.
Suat Yıldırım Kuran-ı Kerim ve Meali
İnkar edenler ve inkarcı olarak da ölenler var ya, İşte Allah'ın, meleklerinin ve bütün insanların laneti hep onların üstünedir.
Ahmed Hulusi Türkçe Kur'an Çözümü
Muhakkak ki kafir olup (alemlerin ve nefslerinin Allah Esma'sının açığa çıkışı olduğunu inkar edenler) ve bu anlayışla ölenlere gelince İşte Allah laneti (Allah'tan uzak düşmenin sonuçları), meleklerin laneti (nefslerini Esma kuvvelerinden ayrı düşünmenin sonuçları) ve bütün insanların laneti (onlardan uzak düşmenin sonuçları) onların üzerindedir!
Edip Yüksel (Eski Baskı) Mesaj: Kuran Çevirisi
İnkar edip inkarcı olarak ölenler ise hem ALLAH'ın, hem meleklerin ve hem halkın lanetini kazanır.
Erhan Aktaş (Eski Baskı) Kerim Kur'an
Gerçeği yalanlayarak nankörlük edip de kafir olarak ölen kimselere gelince; işte, Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti onların üzerinedir.
Rashad Khalifa The Final Testament
Those who disbelieve and die as disbelievers, have incurred the condemnation of GOD, the angels, and all the people (on the Day of Judgment).
The Monotheist Group The Quran: A Monotheist Translation
Surely, those who have disbelieved and then died as disbelievers; they will be cursed by God, and the angels, and all the people.
Edip-Layth Quran: A Reformist Translation
Surely, those who have not appreciated and then died as ingrates; they will be cursed by God, and the controllers, and all the people.
Elif lam mim | : hak, halk, Allah, cem, hz cem, cemül cem |
1- Elif, Lam, Mim
Zâlike | : işte bu, o, işte bu kainat, işte bu varlık |
el kitab | : kitap, kainat kitabı, hakikatlerin sözleri |
La reybe fihi | : yok, şüphe, tereddüt, hata, onun hakikatlerinde, |
Huden | : hakikate yol gösterici, hidayet veren, sahip, |
li el muttekîne | : takva, fenalardan sakınıp hakikati arayan, korunan, |
2- İşte bu kâinat bir kitaptır. Onun içindeki hakikatlerde şüphe yoktur. Fenalardan sakınıp hakikatleri arayanlar için hakikatlere yol göstericidir.
Ellezine | : o kimseler, müttakiler, fenalardan sakınıp hakikati arayan |
Yuminun | : iman etmek, inanmak, |
bi el gaybi | : görünmeyen, bilinmeyen |
ve yukîmûne el salat | : her an sâlat üzeredirler, hakka bağlılık şuuru, |
ve mimmâ razakna hum | : şeyler, ondan, rızık, nimetlerimiz, sıfat, onlar, |
yunfikûne | : infak ederler, verirler, teslim ederler |
3- Fenalardan sakınıp hakikatleri arayanlar, görünmeyen bilinmeyene inanırlar ve her an Hakk’a bağlılık şuuruyla hareket ederler ve onlardaki nimetlerimizin sahibini bilip teslim ederler.
Ve ellezine yuminun | : o kimseler, inanır, iman eder |
Bima unzile ileyke | : şeye, ne, hakikatlere, bildirilen, sunulan, indirilen, sana |
ve mâ unzile min kabl ke | : şey, ne, indirilen, sunulan, bildirilen, senden önce |
Ve bi el âhireti | : sonlarına, |
Hum yukınun | : onlar, yakın olmak, kesin inanmak, eminlik |
4- O kimseler; sana sunulan hakikatlere ve senden öncekilere de sunulan hakikatlere inanırlar ve onlar sonlarına da kesin inanırlar.
Ulâike ala huden | : işte onlar, dosdoğru yolu üzere, hidayet üzere |
Min rabbi-him | : rabbinin, onlar, kendilerini vücudlandıran, |
ve ulaike hum | : işte onlar, o kimseler, |
el muflihun | : başarılı olan, felah bulan, mutlu, özü anlayan, |
5- İşte onlar, kendilerini vücudlandıranın dosdoğru yolu üzeredirler ve işte onlar özü anlayanlardır.
İnne ellezine keferu | : muhakkak, hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler |
sevâun | : eşittir, birdir, denk, değişmez, |
Aleyhim e enzerte-hum | : onları, kendilerinde olan, uyarmak, anlatmak, |
Em lem tunzir-hum | : veya, yada, değil, uyarmak, anlatmak, onlar |
lâ yuminûne | : yok, iman etmek, inanmak |
6- Hakikatleri görmemezlikten gelenleri, onlardaki hakikatlerle onları uyarıp anlatsan da ya da onları uyarıp anlatmasan da bir şey değişmez, inanmazlar.
Hateme Allah | : kapalı, mühür, son, damga, Allah |
kulûbi-him | : kalbleri, idrakleri, anlayışları, onlar |
ve ala semı him | : işitme, onlar |
ve ala ebsar him | : görmeleri, onlar |
gışâvetun | : perde, sis, buğu, gözü kara olmak, görememek, |
ve lehum azabun elim | : onlar, azap, sıkıntı, elim, acı, |
7- Allah’ı anlama konusunda onların kalbleri kapalıdır ve onların işitmeleri ve onların görmeleri perdelidir ve onlar acı sıkıntılardadır.
ve min en nâsi | : insanlardan, |
Men yekulu amenna | : kimse, kim, söyler, derler, inandık, |
bi allâh | : Allaha |
ve bi el yevmi el âhıri | : sonlarına, son vakitlerine |
ve ma hum bi muminîne | : ve, fakat, değil, şey, ne, onlar, müminler, emin olan, |
8- İnsanlardan, Allah’a ve sonlarının geleceği vakte inandık diyen kimseler vardır. Fakat onlar mümin değillerdir.
yuhadiun Allah | : aldanmada, aldatan, kandırma, Allah, |
ve ellezine amenû | : o kimseler, iman eden, inanan |
ve mâ yahdeûne | : değil, şey, ne, aldanmak, |
İllâ enfus hum | : ancak, sadece, kendilerini, kişi, nefs, onlar, |
ve mâ yeşurûne | : şuursuz, kendilerinin ve çevrelerinin farkında olmayan |
9- Onlar, Allah’a ve iman edenlere karşı bir aldatma içindedirler. Onlar sadece kendilerini aldatırlar ve bunun farkında değillerdir. Onlar kendilerinin ve çevrelerinin idrakinden uzaktırlar.
fî kulûbi-him | : içinde, kalblerinde, anlayışlarında, |
maradun | : cehalet hastalığı, araz, hastalık, rahatsızlık, |
Fe zade hum allâh | : böylece, artık, artma, çoğalma, fazlalaşma, onlar, Allah |
maradan | : cehalet hastalığı, maraz, hastalık |
ve lehum azabun elim | : onlar, azap, sıkıntı, müşkil, elim, acı |
Bima kanu yekzibûne | : şeyler, sebebiyle, oldu, yalanlarda kalma, yalanlıyorlar |
Onların kalblerinde cehalet hastalığı vardır. Öyle ki, Allah’ı anlayamadıklarından dolayı onların cehalet hastalığı artar ve onlar yalanlarda kaldıklarından dolayı acı müşkiller içindedirler.
ve iza kile lehum | : o zaman, olduğunda, denildi, onlara |
La tufsidû | : yok, fesat, yıkıcılık, tahrip, kargaşalık, ikilik, |
fi el ard | : yeryüzü, toprak, beden, |
Kalu innemâ | : derler, ancak, sadece |
Nahnu muslihun | : biz, ıslah eden, düzelten, reform, barıştıran |
Onlara: Yeryüzünde fesatlık içinde olmayın denildiğinde, biz düzelteniz derler.
e lâ inne hum | : değil mi, muhakkak, onlar |
Hum el mufsidûne | : onlar, ikilik, yıkıcılık, tahrip, fesat çıkaranlar |
Ve lakin la yeşurune | : lakin, yok, şuursuz, kendinin çevresinin farkında olmayan |
Onlar fesatlık içinde olanlar değil midir? Fakat onlar kendilerinin ve çevrelerinin farkında değillerdir.
Ve iza kile lehum aminu | : olduğunda, denildi, onlar, iman etmek, inanmak, |
Kema amene el nasu | : gibi, iman eden, inanan, insanlar |
Kâlû e numinu | : dediler, inanalım mı, iman, |
Kema amene | : gibi, inanan, iman eden, |
el sufehâu | : sefihler, akılsızlar, aklını çalıştırmayan, düşünmeyen, |
e lâ inne hum | : değil mi, yok, muhakkak, onlar |
hum el sufehau | : onlar, akılsız, sefih, aklını işletmeyen, düşünmeyen |
Ve lakin la yalemûne | : lakin, bilmiyorlar, bilmezler |
Onlara: Hakikatlere inanan insanlar gibi sizde inanın denildiğinde, derler ki: Akılsızlık içinde olanlar gibi mi inanalım? Asıl akılsızlık içinde olanlar onlar değil midir? Fakat onlar bilemiyorlar.
ve izâ leku ellezine amenu | : olduğu zaman, karşılaşmak, inananlarla, iman edenler |
Kalu âmennâ | : derler, biz inandık, iman ettik, |
ve izâ halev | : olduğu zaman, yalnız, boşluk, yoksun, |
ilâ şeyatini him | : ancak, şeytani halleri, kendi şeytanlarıyla |
Kâlû inna mea kum | : dediler, biz, beraber, birlikte, siz, |
İnnema nahnu | : ancak, sadece, doğrusu, biz, |
mustehziûn | : alay edenler, önemsemeyen |
İman edenlerle karşılaştıklarında, biz de iman ettik, derler ve kendileri gibi şeytani hallerde olanlarla beraber olduklarında, biz onları önemsemedik sadece alay ettik, derler.
Allâhu yestehziu bihim | : Allah, alay etmek, önemsememek, onlarla |
ve yemuddu-hum | : zaman, belirli, mühlet |
Fi tugyani him | : içinde, azgınlık, zulüm, haddi aşmışlık, |
yamehun | : inat, isyan, ikilik, şaşkınlık, şaşırmış, oyalanma, |
Onlar halleriyle Allah’ı önemsemeyenlerdir. Onlar zamanlarını, haddi aşmışlık ve ikilik çıkaran haller içinde geçirirler.
Ulâike ellezine | : işte, o kimseler, o halde olanlar, |
işterevu | : satın almak, tercih etmek, |
el dalâlete | : dalalet, hakikatlerden sapma, |
bi el huda | : yol bulma, hidayet, hakk yolu üzere, |
Fe ma rabihat | : sonra, kazanamamak, kar, bir şey elde edememek |
ticâretu-hum | : alış veriş, hakikatleri anlamak, talep, ticaret, onlar |
ve ma kanu muhtedîne | : olmadı, olmaz, hakka yol bulan, hidayette olanlar, |
İşte o hâlde olan kimseler; Hakk’a yol bulma yerine hakikatlerden sapmayı tercih ettiler. Sonra da onlar hakikatlerden bir şey elde edemediler ve onlar Hakk’a yol bulamadılar.
meselu-hum | : misal, durum, halleri, onlar |
Ke meseli ellezi | : gibi, misal, durum, o kimseler, |
İstevkade | : tutuşturulmuş, yakılmış, ateş yakan |
naren | : ateş, aydınlık, nur, ışığı görmek, |
Fe lemma edâet | : artık, sonra, olduğunda, aydınlattı, yanar, ışık saçar |
Mâ havle hu | : şey, ne, değil, etrafı, güç, kuvvet, çevre, her varlık, |
Zeheb | : altın, giderdi, yok etmek, görememek, kaybetmek, |
Allah bi nuri him | : Allah, nur, aydınlık, ışık, onlar, kendindeki nuru, |
ve tereke-hum | : terk, bırakmak, uzaklaşmak, onlar |
Fi zulumât | : içinde, karanlık, cehaletin karanlığında, |
la yubsirun | : yok, görmek, göremeyen, idrak edemeyn, |
Onların durumu ateş yakan kimseler gibidir, onlar o ateşin ışığını görürler, fakat onlar kendilerindeki Allah’ın nurunu, her varlıktaki o gücü göremezler ve onlar hakikatlerden uzaklaşmakla cehaletin karanlığında kalıp hakikatleri göremeyenlerdir.
Summun bukmun | : sağır, hakikatleri işitemeyen, konuşamayan, |
umyun | : göremeyen, âmâ, hakikati göremeyen, |
Fe hum la yerciune | : artık, onlar, yok, dönmek, asliyetine dönmek |
O hâlde olanlar; hakikatleri işitemeyen, hakikatleri konuşamayan, hakikatleri göremeyenlerdir, artık onlar asliyetlerini anlamaktan uzaktırlar.
ev ke sayyibin | : veya, ya da, gibi, yağmur, yağmak, şiddetli gelen, |
min el sema | : semadan, gökten, ulvi âlemden, |
fî-hi zulumatun | : onun içinde, karanlık, |
ve radun | : gök gürültüsü, şiddetli ses, kudretli ses, |
ve berkun | : şimşek, katı, sağlam, zinetlenme, göğüs, |
Yecalûne esabia hum | : kılarlar, yaparlar, tıkarlar, parmaklarını, onlar |
fi azani him | : kulaklarının içine, kulaklarına |
min es savâiki | : yıldırımlardan, şimşek, |
Hazara el mevt | : korku, ölüm, idraksizlik içinde olan, |
ve Allâh muhit | : Allah, ihata eden, kuşatan, tecellileriyle saran, |
bi el kafirin | : hakikatleri görmemezlikten gelenler, örtenler |
Ya da onların durumu, bir karanlık içinde gökten şiddetli yağan yağmur ile birlikte gök gürültüsü ve şimşeklerin çakmasıyla, ölüm korkusundan kulaklarını parmaklarıyla tıkayanlar gibidir. Oysa ki onlar hakikatleri görmemezlikten gelip örtseler de, Allah onları da tecellileriyle ihata etmiştir.
Yekâdu el berk | : neredeyse, şimşek, elektirik, ışık, sağlam, |
yahtafu | : kaçırır, kamaşma, |
ebsâre-hum | : bakışların, onların gözleri |
Kullemâ edae lehum | : her zaman, her defa, aydınlatan, aydınlık, onlar, |
Meşev fî-hi | : yürümek, gitmek, ilerlemek, onun içinde, onunla, |
ve izâ azleme aleyhim | : ise, olduğunda, karanlığında, onlarda, |
kamu | : hep, bütün, her şey, kalakalmak, |
Ve lev şae allâh | : eğer, istek, anlamak, Allah |
le zehebe | : elbette, gidermek, gitmek, yok etmek, |
bi semi him | : işitmek, anlamak, onlar, |
ve ebsâri-him | : bakıp görmek, anlamak, idrak, dikkatlice bakmak, |
İnne allah | : muhakkak, Allah |
Ala kullu şeyin kadirun | : bütün her şey, kudret, güç |
Onların bakışları ışığın etkisinden kamaşır. Oysa onlara her zaman hakikatlerin aydınlığında ilerlemek vardır. Fakat onlar cehaletin karanlığında oldukları yerde kalırlar. Eğer onlar Allah’ı anlamak isteseler, elbette cehalet hallerini giderirler, hakikatleri işitirler ve onlar, muhakkak ki Allah’ın bütün her şeydeki kudret olduğunu anlarlardı.
yâ eyyuhâ el nas | : ey insanlar |
Abudû rabbe kum | : kulluk, rabbiniz, sizi vücudlandıran, |
Ellezi halaka-kum | : ki o, halk etti, yarattı, siz |
ve ellezine min kabl kum | : o kimseler, onlar, sizden önce |
lealle-kum tettekune | : umulur ki, siz, fenalardan sakınır, ortak koşmazsınız, takva |
Ey insanlar! Sizi vücudlandıranın kulu olduğunuzu anlayın. Sizleri ve sizlerden öncekileri de halkeden O’dur. Umulur ki siz fenalardan sakınır, ortak koşmazsınız.
Ellezi ceale lekum | : ki o, kıldı, yaptı, düzenledi, sundu, siz, |
El ard firaşen | : yeryüzü, yaymak, döşek, yatak, serilen |
ve el semâe | : sema, gökyüzü, ulvi alem, |
binaen | : düzenledi, bina, kurdu, |
ve enzele | : sundu, indirdi, verdi, |
min semai maen | : gök, gökyüzü, ulvi alem, su, ilim, |
Fe ahrece bihi | : böylelikle, çıkardı, ihraç, oradan, |
Min el semarâti | : ürünler, yemiş, mahsuller |
Rızkan lekum | : rızık, fayda, yarar, siz, |
Fe la tecalu | : artık, yok, yapmak, kılmak, |
li Allâh endaden | : Allaha, Allah için, eş, benzer, ortak |
ve entum talemun | : siz, bilenlerden olun, |
Ki O’dur; sizi sıfatlarıyla düzenleyen, yeryüzünü yayıp döşeyen ve gökyüzünü kuran ve gökten suyu indiren, sonra da onunla ürünler çıkartan. Sizler onlardan faydalanırsınız. Artık Allah’a eş koşmayın ve siz bilenlerden olun.
ve in kuntum fi reybin | : eğer, siz iseniz, şüphe içinde, tereddüt, |
mimma nezzelna | : şeyden, hangi, indirilen, sunulan, biz, |
Ala abdi na | : üzerine, için, göre, kul, köle, mahluk, insan, biz |
fe utu | : sonrada, gelmek, getirmek, yapmak, incelemek, |
bi suret | : suret, biçim, sekil, tarz, dış yüz, |
min misli-hi | : benzeri, misli aynı, onun gibi |
ve udu | : davet, çağrı, talep, arayın, anlamak için davet, |
şuhedae kum | : bilip gören, şahit olmak, görmek, siz, |
min dûni Allâh | : ona ait, ondan başka, ona ait hakikatler, Allah |
in kuntum sadıkin | : eğer, siz iseniz, doğru söyleyen, sadık, sadakat |
Eğer sunduğumuz şeylerden şüpheniz varsa, kullarımızın üzerlerindeki niteliklere bakın. Sonra da suretleri tutan o benzer tecellileri inceleyin ve eğer siz sadakatle bağlı olmak istiyorsanız, Allah’a ait olan her yerdeki tecellileri görün anlayın.
fe in lem tefalû | : böylece, eğer, değil, yapmak, işlemek, fâil olan, |
ve len tefalû | : değil, asla, yapmak, yaparsınız, fâil olan, |
fe itteku | : bundan sonra, artık, sakının, |
el nar | : yakıcı, ateş, cehaletin yakıcı ateşi |
Elleti vakudu ha el nâsu | : ki o, yakıt, yakan, onun, insanlar |
ve el hicaratu | : uzaklaşmak, taş, taşlaşmış, |
uiddet | : bırakmak, katı, hazır, vardır, o halde kalmak, |
li el kâfirîne | : içinde, hakikatleri görmeyip örtenler, |
Böylece fâil olanın siz olmadığınızı anlarsınız. Ki fâil olan siz değilsiniz. Bundan sonra insanları yakan o cehalet ateşinden sakının. Hakikatleri görmemezlikten gelip örtme hallerinin içinde olursanız, o cehaletin taşlaşmış hallerinde olursunuz.
ve beşir ellezîne âmenû | : müjdele, bildir, sevindir, iman edenlere, |
ve amilû el salihat | : dosdoğru hak yolunda çalışanlara, iyi çalışmalarda olan |
Enne lehum cennâtin | : olduğu, onlar, cennetler, huzurlar, mutluluk, |
Tecri mim tahtiha | : vardır, iletilen, yapılan, akar, makamlarında |
enhâru | : akıp giden ilim, nehirler |
Kullemâ ruziku minha | : her an, hepsi, her seferinde, fayda, yarar, oradan, |
min semeretin | : ürün, netice, sonuç, verim, |
rızkan | : fayda, elde edilen, fayda, nimet |
Kâlû haza ellezi | : dediler, bu, ki o, |
Rızık na min kablu | : fayda, yarar, nimet, biz, önceden, ilk andan beri, |
ve utû bihi | : verildi, sunuldu, orada, |
muteşâbih | : teşbih, özü aynı görünüşleri farklı, benzerlik |
ve lehum fî-hâ ezvâcun | : onlar, orada, onun içinde, eş, tür, sınıf, aynı yolda olan |
mutahharatun | : tertemiz, temiz olan, temizlenmek, |
ve hum fiha hâlidûne | : onlar, orada, o hakikatler, devamlı, sürekli |
İman edenlere ve dosdoğru iyi çalışmalarda bulunanlara bildir: Onlara huzur vardır, makamlarında akıp giden bir ilim vardır, her an o ilimden faydalanmak vardır, o yararlandıklarından verim almak vardır. Derler ki: Bizi ilk andan beri faydalandıran ve benzer güzellikler sunan O’dur. Onlarla aynı yolda olanlara temizlenmek vardır ve onlar devamlı o hakikatlerle hareket ederler.
İnne Allah la yestahyi | : muhakkak, şüphesiz, Allah, yok, belirtmek, işaret, |
en yadribe | : vurmak, ilişkilendirmek, anlatmak, hakikati göstermek |
meselen | : misal, örnek, vurgu |
mâ beûdaten | : ne, şey, değil, sivrisinek |
Fe ma fevka-hâ | : öyle ki, fakat, şey, ne, değil, onun üstünde, büyük |
Fe emma ellezîne âmenû | : ama, iman edenler |
Fe yalemûne enne hu | : artık, bilirler, olduğu, onun |
El hakk | : hakk, gerçek, doğru, hakikatler |
min rabbi-him | : Rabbi, vücudlandıran, onlar, kendileri, |
ve emmâ ellezine keferu | : fakat, ama, hakikatleri örtenler, görmemezlikten gelenler |
Fe yekûlûne | : artık, böylece, derler, söylerler |
Mâzâ erade Allah | : ne, bu, irade, Allah, |
Bi haza mesel yudıllu | : bununla, bu, misal, vurgu, durum, sapar, |
bihi kesîran | : onda, onunla, çoğu, çok, kesret |
ve yehdî bihi kesiran | : yol bulur, onunla, hakikatlere yol bulur, çoğu, çok |
ve mâ yudıllu | : değil, şey, ne, dalalet, doru yoldan ayrılan, sapmayan, |
bi-hi illa fasikin | : onunla, ancak, başka, sadece, fasık, çıkan, sapan, bölen, ikilik çıkaran |
Sivrisinekte ve ondan büyük şeylerde de ne varsa, şüphesiz Allah’ın işaretlerinden başka bir şey yoktur. Bu örneklerle hakikatler gösterilir. İman eden kimseler her yerde kendilerini vücudlandıranın hakikatleri olduğunu bilirler. Fakat hakikatleri görmemezlikten gelenler, Allah’ın iradesi nedir ki, diye söylerler. Bu misallerle birçoğu, hakikatlerden kendi anlayışlarına saparlar ve birçoğu da hakikatlere yol bulurlar. Hakikatleri bırakıp kendi anlayışlarına sapanlardan başkası doğru yoldan sapmaz.
ellezîne yenkudûne | : onlar, bozar, kırmak, |
ahdi Allâh | : söz, ahd, Allah |
Min badi misakı-hi | : sonra, uzak, misak, o |
ve yaktaûne | : keserler, uzaklaşırlar, ayırırlar, ikilikte kalırlar, |
ma emr Allah | : ne, şey, değil, işleyiş, emir, hüküm, Allah |
Bihi en yûsale | : ona, varmak, ulaşmak, anlamak, ulaştırmak |
ve yufsidune fî el ardı | : fesat, bozguncu, ikilik çıkaran, yeryüzünde |
Ulâike hum el hasirin | : işte onlar, hüsran, kaybeden, başarısız, |
Allah’a söz verdikten sonra sözlerini bozan o kimseler, Allah’ın işleyişini anlamaktan uzaklaşırlar ve yeryüzünde bozgunculuk yapıp ikilik çıkarırlar. İşte onlar başarısız olanlardır.
keyfe tekfurûne | : nasıl, görmemezlikten gelmek, örtmek, kabul etmemek |
bi Allah | : Allah’ı, Allah ile, Allah’ın sizde olduğunu, |
ve kuntum emvaten | : siz idiniz, oldunuz, ölü, henüz yok iken, |
Fe ahyâ-kum | : sonra, sizi diriltti, dünyaya getirdi, |
Summe yumitu kum | : sonra, sınırlamak, ölü, siz |
Summe yuhyi-kum | : sonra, hayat, diri, diriltecek, siz |
Summe ileyhi turceun | : sonra, ona, aslınız olan ona döndürüleceksiniz |
Allah’ı nasıl olur da görmemezlikten gelirsiniz. Siz ölü bir hâlde idiniz, sonra siz hayat buldunuz, sonra siz ölümü anlayacaksınız, sonra siz diriliği anlayacaksınız, sonra da aslınız olan O’na döndürüleceksiniz.
huve ellezi halaka lekum | : o ki, yarattı, halk etti, sizi, |
Ma fî el ardı | : şey, ne, değil, yeryüzünde, birlik, bütünlük, hepsi, tüm, |
cemian | : birlik, bütünlük, hepsi, tüm varlık, |
Summe estevâ | : sonra, düzenledi, yöneldi, istiva, eşit olma, dosdoğru |
İlâ el semai | : gökler, sema, ulvi alem |
Fe sevvâhunne | : güzelce düzenledi, eşit kıldı, doğru, adaletli, onlarda, |
Seba semavat | : yedi, ulvi, gökleri, kişinin üzerinizdeki yücelikler, ulviyet |
ve huve bi kull şeyin alim | : o, bütün her şey, ilmin sahibi, ilmiyle vareden |
Ki O’dur sizi ve yeryüzünde ne varsa hepsini halkeden. Sonra gökleri bir istikamette düzenleyen ve onlarda olan her şeyi, yücelikleri gösterir bir şekilde güzelce düzenleyen ve O’dur bütün her şeyi ilmiyle vareden.
ve iz kâle rabbu-ke | : demişti, bildirdi, rabbin, seni vücudlandıran, |
li el melâiketi | : güç, kuvve, melek, her varlıktaki güç, |
İnni câilun | : ben, kılan, yapan, düzenleyen |
fî el ardı halifeten | : yeryüzünde, ardından gelen, devam eden, halife |
Kalu e tecalu fiha | : dediler, belirtti, kılmak, yapmak, orada, o halde |
Men yufsidu fî-hâ | : kim, kimse, fesat, ikilik, bozguncu, orada |
ve yesfiku el dimae | : döken, kan, damla, |
Ve nahnu nusebbihu | : biz, tesbih ediyoruz, tecellileriz, sıfatları idrak etmek |
bi hamdi-ke | : hamd ile, hamdinle, sen, |
ve nukaddisu leke | : biz, kutsal, takdis, mukaddes, değerler, seni, |
Kale innî alemu | : dedi, ben, bilmek, ilmin sahibi |
mâ lâ tâlemûne | : değil, şey, ne, yok, bilmediğiniz şeyleri |
Rabbin; tüm varlıktaki gücün sahibi, tüm varlığı düzenleyen, yeryüzünde devam edip giden Benim diye bildirdi. Kim yeryüzünde ikilik, bozgunculuk yapar ve kan dökücü olursa hakikatleri anlayamaz diye bildirildi. Sen varlıktaki tüm niteliklerinin sahibini bilerek, tecellilerimizi idrak ederek Bizi anla. Kendindeki Bize ait olan değerleri anla. Bilemediğiniz şeylerdeki ilmin sahibi Benim, diye bildirdi.
ve alime ademe | : alim, bilgi, bilen, bilim, ilim, fen, öğretti, adem, |
El esma | : isimler, adlar, namlar, işaretler, işitmeler, dinlemeler, |
kulle-hâ | : onun hepsi, bütün varlık, |
Summe arada hum | : sonra, arz etmek, bildirmek, anlatmak, onlar, etrafındakiler |
Ala el melâiketi | : için, göre, hazır, karşı, güç, kuvve, melekler, |
Fe kale enbiu ni | : artık, dedi, haber vermek, bildirmek, bildirdiğim, |
bi esmâe haulai | : isimleri ile, tecellileri, işitmeleri, bunlar, onlar |
in kuntum sadıkin | : eğer, siz iseniz, doğru söyleyen, sadık, içren bağlanan |
Âdem, bir ilim içinde bütün varlığı isimlendirdi. Sonra varlıktaki gücü etrafındakilere anlattı. Sonra da, eğer sizler içtenlikle bağlanmak istiyorsanız, bildirdiğim varlığın isimlerinin hakikatlerini anlayın, dedi.
kalu subhane ke | : dedi, belirtti, noksan sıfatlardan münezzeh olan, sen |
La alim lena | : yok, ilim, bilgi, bizim, |
illa ma allemte na | : başka, ancak, değil, şey, bilgi, ilim, biz |
inne-ke | : muhakkak, sen |
Ente el alim | : sensin, ilmiyle vareden, ilmin sahibi, |
el hakim | : varlığa hakim olan, hükmün sahibi, |
Âdem dedi ki: Sen noksan sıfatlardan münezzehsin, bizim ilmimiz yoktur, biz ancak senin ilmine tâbiyiz. Muhakkak ki sen ilmin sahibisin, tüm varlığa hâkim olansın.
kâle yâ âdemu | : dedi, bildirildi, ey adem |
Enbi hum | : haber ver, bildir, onlar, |
bi esmai him | : isimler, işaret, delili, belirtisi, onlar, etrafındakiler |
fe lemmâ enbee hum | : olunca, olduğu zaman, bildirme, haber vermek, onlar |
bi esmâi-him | : isimler, onlar |
Kale e lem ekul lekum | : dedi, değil mi, olmaz mı, demek, söylemek, sizin, size |
inni alemu gaybe | : ben, imin sahibi, bilinmeyen görünmeyen |
El semavat ve el ardı | : gökler, ulvi alem ve arz, yeryüzü, toprak |
ve alemu | : bilen, ilmin sahibi, |
ma tubdune | : açıkğa çıkan ne varsa, açıklamak, ortada olan |
ve ma kuntum tektumûne | : kapatıcı, gizlemek, örtmek, göremediğiniz şeyler, |
Ey Âdem! Etrafındakilere o isimlendirdiklerini bildir, diye bildirildi. Böylece o etrafındakilere isimlendirdiği varlıkların isimlerini bildirdi. Rabbin onlara: Gökleri ve yeri, bilinmeyen görünmeyenleri ilmiyle vareden ve açığa çıkan ne varsa ve sizin göremediğiniz şeylerdeki ilmin sahibi, Ben değil miyim, diyerek bildirdi.
ve iz kulna | : demiştik, bildirdik, hissiyat verdik, |
li el melaiket | : demiştik, melek, güç, kuvve, her varlıktaki güç, |
Escudu li Adem | : secde, teslimiyet, Ademe |
Fe secedu | : böylece, tüm varlığıyla teslim oldu, secde etti, |
illa iblis | : ancak, libas, surette kalan, dış elbise, dış yüzde kalan, |
eba | : uymadı, yapmadı, kaçındı, |
ve istekbere | : kibirlendi, büyüklendi |
ve kâne min el kâfirîne | : oldu, hakikatleri örten, görmemezlikten gelen, |
Âdem’e; tüm varlıktaki gücü anla, tüm varlığınla bir teslimiyet içinde ol, diye bildirdik. Böylece o tüm varlığıyla teslim oldu. Ancak, varlığın dış yüzünde kalıp iç yüzünü göremeyen, tüm varlıktaki gücü anlayamayan ise, teslim olmaktan kaçınır ve bir kibirlilik içinde kalır ve hakikatleri görmemezlikten gelenlerden olur.
ve yâ âdem | : ey Âdem, |
uskun | : iskan, mesken, yerleşme, oturma, orada bulunmak |
Ente ve zevc ke | : sen ve eş, aynı yolda olan, eşlik eden, benzer, cins, tür, |
el cennet | : huzur, bahçe, mutluluk, |
ve kula minha | : beslenme, fayda, yararlanmak, ondan |
ragaden | : refah, genişlik, kolaylık, bolluk, bereket, geçim kolaylığı |
Haysu şituma | : her yerden, istek, arzu, gaye, |
Ve lâ takraba hazihi | : yok, yakınlık, bu, ona sahiplenme, kendine nisbet etme |
el şecerete | : şecere, soy, aslınız, soyunun geldiği yer, ağaç |
fe tekûnâ min el zalimin | : yoksa, o zaman, zalimlerden olursunuz, |
Ey Âdem! Sen ve eşin, yaşadığınız yerde huzur içinde olun. İstediğiniz her yerde, size refah getirecek olan o hakikatlerden yararlanın. Varlığınızın geldiği öze olan o yakınlığı yok etmeyin, o özü kendinize nisbet etmeyin. Yoksa zalimlerden olursunuz.
fe ezelle huma | : fakat, geçmiş, geldiği yeri, özleri, ezeli, onlar, |
el şeytan | : şeytani haller, kötülük, benlik halleri, |
an-hâ | : ondan, oradan |
Fe ahrece-humâ | : artık, ihraç, dışarı, çıkardı, onlar, ikilik, |
mimmâ kane fihi | : şeyden, oldu, içinde, |
Kulna ıhbutu | : dedi, inin, ileri gitme, |
badukum li badın aduv | : sizin bir kısmınız, bir kısmınıza, birbirinize, düşman |
ve lekum fi el ard | : sizin için, yeryüzü, |
mustekar | : kalma, kararlı olmak, yerleşme yeri, barınma, |
ve metâun ila hinin | : meta, geçinme, yarar, fayda, bir zamana kadar |
Fakat onlar; şeytani hallerine uydular, geldikleri yer olan özlerini unuttular, böylece onlar bulundukları makamdan dışarı çıktılar. Bildirdik: Siz ileri giderek birbirinizin düşmanı oldunuz. Yeryüzü sizler için bir barınma yeridir ve bir zamana kadar faydalanma vardır.
fe telekkâ âdem | : sonra, telakki etti, anlama, öğrenme, idrak etti, âdem |
min rabb hi | : Rabbinin, kendini vücudlandıran, |
kelimat | : kelime, tecelli, hakikatler |
fe tâbe aleyhi | : böylece, tövbe, yaptığından pişmanlık duyup dönen, onun |
inne-hu huve | : muhakkak, o, o dur |
el tevvab | : tövbeleri kabul eden, |
el rahim | : rahim olan, varlığı özünden vareden |
Daha sonra Âdem, kendini vücudlandırana ait olan tecellileri anladı. Yaptığı hatayı anlayıp tövbe etti. Muhakkak ki yaptığı hatayı anlayıp dönenlerin tövbesini kabul eden, varlığı özünden vareden O’dur.
kulna ihbita | : dedik, inmek, düşmek, çıkmak, |
minha cemian | : oradan, ondan, o hallerde, hepsi, tümü, birlik, |
Fe imma yetiye enne-kum | : sonra, artık, olunca, gelecek, olduğunda, siz |
minni huden | : benden, benim, yol gösteren, hidayet |
Fe men tebia | : artık, kim, tabi olan, uyan, o yol üzere olan, |
hudâye | : dosdoğru yol üzere, yol gösteren, yolun, |
fe lâ havfun aleyhim | : artık, korku yoktur, onlara |
ve lâ hum yahzenûne | : onlar mahzun olmazlar |
Bildirdik: Fena hallerde olanların hepsi hakikatlerin idrakinden düşer. Artık size yolumuzu gösteren geldiğinde, kim dosdoğru yolumuz üzere olursa, artık onlara korku yoktur ve onlara mahzun olmak da yoktur.
ve ellezîne keferu | : o kimseler, hakikatler örten, kabul etmeyen |
ve kezzebû | : yalanladılar, yalanlarda kalan, |
bi ayeti na | : ayetlerimiz, işaret, delil, biz |
Ulaike ashabu el nârı | : işte onlar, sahip, halk, ateş, yakıp yıkıcı olan, |
hum fî-hâ halidun | : onlar orada, o halde, devamlı, sürekli |
Hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler ve ayetlerimize karşı yalanlarda kalanlar, işte onlar yakıp yıkıcı hallere sahiptirler, onlar devamlı o hâlin içindedirler.
yâ beni israile | : ey, hakk yolunda yürüyenler, İsrailoğulları, |
Uzkuru nimeti | : zikredin, hatırlayan, anın, nimetleri, sıfatları, |
Elleti enamtu aleykum | : ki o, nimetlendirdim, tüm varlık, sizi, üzerinizdeki |
ve evfû bi ahd | : vefa edin, ifa edin, sevgi, içtenlikle, ahd, söz, |
Ufi bi ahdi-kum | : ifa etmek, yerine getirmek, ahd, söz, siz |
Ve iyyâ ye | : yalnız benden, sadece benden |
Fe erhebun | : o zaman, böylece, artık, huşu, saygı, tenezzül, korku |
Ey Hakk yolunda yürüyenler! Nimetleri anlayın. Tüm varlığınızın sahibi Benim. Sözlerinizde samimi olun, siz verdiğiniz sözleri yerine getirin ve yalnızca Bana yönelin ve saygılı olun.
ve âminû | : inanın, iman edin, |
bima enzeltu | : sunulan şey, indirilen, bildirilen, inzal, siz, |
musaddikan | : doğru olan, tasdik eden, doğrulayan |
li mâ mea kum | : için, o şeyi, değil, ne, birlikte, beraber, siz |
ve lâ tekûnû evvele | : yok, olmak, olmayın, ilk, önce, |
Kafirin bihi | : hakikatleri örten, görmemezlikten gelen, onu |
ve lâ teşterû | : satmayın, çıkarlarınıza alet etmeyin, |
bi ayeti | : ayet, işaret, delil |
Semenen kalîlen | : bedel, ücret, karşılık, az bir değer, |
ve iyya ye | : yalnız ben |
Fe itteku ni | : artık, fenalardan sakınma ortak koşmama, bana |
Size sunduğumuz şeylerin doğruluğunu anlayın ve inanın. Birlik içinde olmaktan ayrılmayın. Hakikatleri görmemezlikten gelme halleri olan önceki o cehalet hallerinizde olmayın. Ayetlerimizi; az bir değere de olsa, çıkarlarınıza alet etmeyin ve yalnız Bana yönelin. Artık fenalardan sakının, Bana ortak koşmayın.
ve lâ telbisû | : aldanmak, karıştırmayın, |
el hakka | : hakk, gerçek, doğru olan, temeli olan, |
bi el batıl | : batıl, asılsız, temeli olmayan, hürafe, |
ve entum talemun | : siz, bilenlerden olun |
Hakk ile batılı karıştırmayın ve siz hakikatleri bilin.
ve ekîmû el salat | : her an salât üzere olun, hakka bağlılık şuuru |
ve âtû el zekate | : verin, paylaşın, zekat, temizlenme, |
ve erkeû mea | : rüku, nitelik, sıfatlar, beraber, birlikte, ile, |
el rakiin | : rüku, nitelik, sıfatlar, |
Her an Hakk’a bağlılık şuuru ile hareket edin ve temizlenme içinde olup kendinizdekini paylaşın ve sıfatları anlayanlarla birlikte sıfatları anlayın.
e temurûne | : mi, emr, iş, çalışma, hüküm, |
El nase bi el birri | : insanlar, doğruluk, hayır iyilik yolunda olan, |
ve tensevne | : unutmak, unutmayın, |
enfuse kum | : nefs, iç alem, iç yüz, siz, kendiniz |
ve entum tetlune | : siz, okumak, anlamak, araştırmak, incelemek, |
el kitâb | : kitap, varlık kitabı, |
e fe lâ takılûne | : o halde, hâlâ düşünüp akıl etmez misiniz? |
İnsanlara; doğruluk üzere olun, iyilikler yolunda çalışın, deyin ve kendiniz de unutmayın. Sizler, tüm varlığın okunacak, incelenecek bir kitap olduğunu anlayın. Hâlâ akledip düşünmez misiniz?
ve isteînû | : istiane, yardım, aramak, yönelme, |
bi el sabr | : sabır, beklemek, açığa çıkışını beklemek, |
ve el sâlâti | : sâlât, heran bağlılık şuurunda olmak, bağlılık, |
ve inne-hâ le kebiretun | : olduğu, muhakkak, o, elbette, yüce olan, mükemmel, |
İlla alâ el haşiine | : ancak, sadece, hep, huşu, huzur, saygılı olan |
Sabırla hakikatlere yönelip arayın ve her an Hakk’a bağlı olduğunuzun şuurunda durun ve yüce olanın elbette O olduğunu bilin ve hep saygılı davranışlar içinde olun.
ellezîne yezunnûne | : o kimseler, düşünmek, bilmek, |
enne-hum mulaku | : olduğunu, onlar, kavuşma, ulaşma, anlama, tevhid |
rabb him | : Rab, vücudlandıran, onlar, kendileri, |
ve enne-hum ileyhi raciun | : olduğunu, onlar, kendi, ona, aslı olana dönmek |
Düşünen o kimseler, kendilerini vücudlandıranı anlama içinde olurlar ve onlar asliyetlerine dönerler.
yâ beni israile | : ey, hakk yolunda yürüyenler, İsrailoğulları, yakubun oğulları |
Uzkuru nimeti | : zikredin, hatırlayan, anın, nimetler, sıfatlar, |
Elleti enamtu aleykum | : ki o, nimetlerim, tüm varlık, sizi, üzerinizdeki |
ve enni faddaltu kum | : ben, fazilet, lütuf, tercih, fark eden, şuurlu, siz |
alâ el âlemîne | : için, karşı, göre, yüce, alemlere, kimseler tüm varlığı |
Ey İsrailoğulları! Sizdeki sıfatlarımı anlayın. Tüm varlığınızın sahibi Benim. Sizlere, Beni ve tüm varlığı anlayacak şuuru verdik.
ve ittekû yevmen | : sakının, çekinin, gün, vakit, her an, |
lâ tezci nefsun | : yok, karşılık, nefs, kişi, kendisi, karşılığı ödenmez |
An nefsin şeyen | : kendisinden, bir şey |
ve la yukbelu | : yok, makbul, kabul olunmaz, anlamanız olmaz, |
min-hâ şefaatun | : ondan, bundan, şefaat, birliğe götüren, yardımcı, tek, |
ve lâ yuhazu minha | : yok, almak, edinmek, sarmak, ondan, |
adlun | : adalet, doğruluk, adil |
ve lâ hum yunsarûne | : onlara yardım olunmaz |
Her an fenalardan sakının. Kendi çıkarlarınız için yaptığınız şeylerden kendinize karşılık yoktur ve şefaati anlamanız da olmaz ve o yaptıklarınızdan doğruluğu da edinemezsiniz ve o hâlde olanlar yardım da bulamazlar.
ve iz neccey nâ kum | : olduğu zaman, necat bulmak, kurtulmak, biz, siz |
min âli firavne | : firavun ailesinden, kibirli olan, |
yesûmûne-kum | : sizi zorluyorlar, maruz bırakıyorlar, |
se el azab | : kötü, azap, sıkıntı |
Yuzebbihun ebnâe-kum | : yok ediyor, yazık ediyor, oğullarınız |
ve yestahyûne nisae kum | : bırakıyor, kadınlarınız, nefsini tanıma yolunda olan, |
Ve fi zalikum | : işte bunlarda, |
belâun | : imtihan, dikkatlice düşünme, |
min rabbi kum azim | : rabbinizden, büyük, yüce |
Siz firavun ailesine karşı Bizde necat bulmuştunuz. O sizlere kötü sıkıntılar veriyor, oğullarınızı öldürüyor ve kadınlarınızı bırakıyordu. İşte bunlarda Rabbinizi anlamada sizin için çok dikkatli düşünmeler vardır.
ve iz farakna | : olduğunda, fark, fark etmek, ayırmak, biz, |
Bikum el bahr | : size, bilge, ilmin sonsuzluğu, bilgili kimse, deniz, |
Fe encey nâ kum | : böylece, necat bulmak, kurtulmak, biz, siz |
ve agrak nâ | : boğulmak, cehaletinde boğulmak, biz |
ala firavne | : firavun ailesi, kibirli olan, |
ve entum tenzurun | : siz, bakıp görün |
Biz size, bilge kimselerden olmanız için fark etmeyi sunduk. Böylece siz Bizde necat buldunuz. Firavun ailesi de Bizi anlayamayıp kendi cehaletinde boğulup gitmişti. Artık bakıp görün, anlayın.
ve iz vaad na musa | : sözler, tecelli, vaat, ortaya çıkış, biz, Musa |
Erbain | : rabbe dönmek, kısım kısım, kırk, |
leyleten | : gece, cehaletin karanlığı, fenalar, |
summe ittehaztum | : sonra, sarıldınız, edindiniz, |
el ıcle | : eski cehalet adetleri, tapınma, buzağı, |
min badi-hi | : ondan sonra |
ve entum zalimin | : siz, zulümlerde olan, haksızlık |
Musa cehaletin karanlığından geçip Rabbine döndü. Tecellilerimizi anlayıncaya kadar tefekkür etti. Sonra siz ise eski cehalet hallerinizdeki tapınmalarınıza sarıldınız ve siz zalimlerden oldunuz.
Summe afevna ankum | : sonra, af, bağışlamak, biz, sizler, sizden |
min badi zalike | : ondan sonra, sonradan, uzaklaşma, işte |
lealle kum teşkurun | : umulur, siz, varlığınız sahibini bilir teslim edersiniz |
Sonra da sizler Bizim affımıza sığındınız. Umulur ki sizler de varlığınızın sahibini bilir teslim edenlerden olursunuz.
ve iz âteynâ | : olduğu zaman, vermiştik, sunduk, |
musa el kitab | : Musa, kitap, hakikatlerin sözleri, varlık kitabı, |
Ve el furkâne | : fark edicilik, hakkı batıldan ayırma, idrak |
lealle-kum tehtedune | : umulur ki, sizlerde, hakka yol bulmak, hakikatler, |
Musa, tüm varlığı bir kitap olarak sunduğumuzu anlayanlardandı ve hakk ile batılı fark edenlerdendi. Umulur ki sizler de Hakk’a yol bulursunuz.
ve iz kâle musa li kavmi hi | : demişti, Musa, kavmine, |
Ya kavmi | : ey kavmim |
inne-kum | : oldunuz, elbette, siz |
Zalemtum enfus kum | : zulmettiniz, haksızlık, kendinize, nefsinize, |
bi ittihâzi-kum | : edinmek, sarılmak, siz, |
el ıcle | : cehalet halleri, tapınma, buzağı, sürgün, ayrılma, |
fe tûbû | : artık, pişman olup dönme, |
ila barii kum | : yaratıcı, sizi varedene |
Fe uktulu | : artık, yok etme, yazık etme, zarar vermek, |
enfuse-kum | : nefs, kendinizi, siz |
Zâlikum hayrun lekum | : işte bu, hayırlı olan, iyi olan, size |
İnde barii kum | : yanında, katında, ona ait, yaratıcı, sizi vareden |
Fe tâbe aleykum | : artık, tövbe, pişman olup dönme, si, üzerinizde |
İnne hu huve | : muhakkak, o, o’dur, |
el tevvâbu | : pişman olup dönülecek yer, |
el rahim | : varlığı özünden vareden, rahim olan |
Musa kavmine demişti ki: Ey kavmim! Sizler, cehalet halleriniz olan tapınma hallerinize sarılmakla, kendinize yazık edenlerden oldunuz. Artık yaptıklarınızdan pişmanlık duyup, sizi varedene dönün. Kendinizdeki o cehalet hallerinizi yok edin. İşte bu sizin için hayırlı olandır. Siz, sizi varedene aitsiniz. Artık sizler yaptıklarınızdan pişmanlık duyup, bir daha yapmamak üzere dönün. Muhakkak ki O, pişman olup dönülecek olandır, tüm varlığı özünden varedendir.
ve iz kultum ya musa | : olduğu zaman, dediğinizde, ey Musa |
len numine leke | : değil, asla, olmaz, inanmak, sana |
Hatta nera Allâh | : görmek, görmedikçe, Allah |
cehreten | : açıkça, zahiren, apaçık |
Fe ehazet-kum | : aldı, yakaladı, sardı, siz, |
el saikat | : ilahi ses, kudretli ses, yıldırım |
Ve entum tenzurûne | : siz, bakıp görmek, araştırmak, incelemek, |
Dediler ki: Ey Musa! Allah’ı açıkça görmeden inanmayız. Bildirildi: Siz her varlıktaki o ilahi sese sarılın ve siz bakıp inceleyin.
summe beasnâ-kum | : diriltmek, hareket, açığa çıkarmak, biz, kendimiz, siz |
Min badi mevti-kum | : sonra, bir özden, nutfe, ölüm, dalalette olan, verimsiz, siz |
lealle kum teşkurun | : umulur, siz, varlığınız sahibini bilir teslim edersiniz |
Sizi kendimizden açığa çıkardık, sizi bir özden var ettik. Umulur ki siz, varlığınızın sahibini bilip, teslim edenlerden olursunuz.
ve zallel nâ aleykum | : gölgemiz, korundu, anladı, yöneldi, biz, üzerinizde, |
el gamame | : beyaz bulut, berrak, nur gibi, örten, üstünü kaplayan |
ve enzelnâ aleykum | : sunduk, indirdik, verdik, sizdeki, |
el men | : zat, kim, kimlik, nitelik, kudret helvası, akıl sahibi, |
ve el selvâ | : kanaat, yetinme, bal, mutlu olma, bıldırcın |
Kulu | : beslenme, gıda, yararlanma, bilgilenme, faydalanma, |
min tayyibâti | : temiz olan, zararsız, hoş, güzel, |
mâ razak nâ kum | : şey, ne, değil, rızık, fayda, yarar, lütuf, nimet, biz, siz, |
ve ma zalemû-nâ | : değil, şey, zulmetmek, kötülük veren değil, biz |
ve lâkin kanu | : lakin, fakat, oldu, |
Enfus hum yazlimûne | : kendilerine, zulmediyorlar, kötülük ediyorlar, |
Üzerinizdeki o tertemiz nur Bizim gölgemizdir. Sizlere kimlik ve kanaat verdik. Size verdiğimiz rızıklardan tertemiz yararlanın. Biz kötülük veren değiliz. Lâkin onlar kendilerine kötülük ediyorlar.
ve iz kulna udhulu | : denildi, bildirdik, onlara, girin, dahil olun, |
hazihi el karyete | : bu, belde, olduğunuz yer, bulunduğunuz yer, |
ve kulû minha haysu | : beslenme, yararlanma, ondan, her yer, istediğiniz |
ragaden | : bol bol, |
ve udhulû el bâbe | : dahil olun, girin, kapı, mevzu, |
secede | : teslim olma, secde, tüm varlığıyla teslim olmak, |
ve kûlû hıttatun | : deyin, söyleyin, yanılgılarınız anlayın, dönün, |
nagfir lekum | : mağfiretimiz, temiz olana kavuşmak, af, size, |
hataya kum | : yanılğı, hatasını anlama, siz |
ve nezidu | : artma, çoğalma, |
el muhsinin | : iyiliklerde olan, özüyle bağlı olan, |
Onlara bildirildi: O bulunduğunuz yerlerde hakikatlere dahil olun ve istediğiniz her yerden hakikatler için faydalanın. Yanılgılarınızı anlayın ve dönün. Yanılgılarınızı anlayıp mağfiretimize ulaşın. Hakikatlerin geldiği kapıya dahil olup, teslim olun. Tüm özüyle hakikatlere bağlı olanların idrakleri artacaktır.
fe bedel | : böylece, değiştirdi, başka bir anlayışa döndürme |
ellezine zalemû | : o kimseler, zalim, ilme sahiplenen, onlardan |
kavlen gayra ellezi | : söz, ondan başka, ondan, o kimse, |
Kile lehum | : söylenen, söz, onlara |
fe enzel na | : böylece, gönderdik, sunduk, biz, üzerlerinde, onlardaki |
Ala ellezine zalemû | : üzerine, için, göre, karşı, o kimseler, zulmettiler, zalim |
riczen | : şiddetli sıkıntı, müşkil, bir azap |
min el semai | : ulvi alem, ulviyet, semadan |
Bimâ kanu yefsukun | : sebebiyle, oldukları, fasık, hakikatlerden uzaklaşma |
Fakat onlardan zalim olan o kimseler; onlara söylenen hakikatlerin sözlerini, başka bir anlayışa sebep olan sözlerle değiştirdiler. Böylece onlara sunduğumuz üzerlerindeki hakikatleri anlamadılar, yapmış oldukları zalimlikler sebebiyle şiddetli sıkıntılarda kaldılar, ulviyeti anlamada hakikatlerden uzaklaşıp, kendi cehaletlerine saptılar.
Ve iz isteskâ musa | : yardım istediğinde, talep etti, su istedi, Musa |
li kavmi-hi | : kavmi için, o, Musa, |
fe kulna | : böylece, sonra, bildirdik, dedik, |
ıdrıb | : darbe, vurmak, vurgula, anlat, |
bi asa ke | : asası, dayanağı, taşıdığı bildiği, gönlünde dayandığı, sen |
el hacer | : taş, sağlam, sağlamlık, |
fe enfeceret min hu | : böylece, ortaya çıktı, fışkırdı, geldi, yön, konu, ondan |
isnetâ aşrate | : on iki, bütünlük içinde, |
aynen | : ayniyet, benzerlik, aynılık, pınar, göz, kaynak, öz |
Kad alime | : oldu, bilgili, bildi, bilen, ilmin sahibi, |
kullu unâsin | : her, bütün, insanlar, bütün insanlar, her insan, |
meşreb hum | : meşreb, anlayış biçimi, gittiği yol, onlar |
Kul | : beslenmek, fayda bulmak, yemek, iyice öğrenmek |
ve işrebû | : içmek, fayda, ilim ile beslenme, hissetmek, haz almak, |
min rızkı Allâh | : Allahın rızkından, nimetleri, fayda, yarar, lütuf, |
ve lâ tasev | : haddi aşmayın, azmayın, asi, karşı çıkan, |
fî el ardı mufsidin | : yeryüzünde, fasat, bozguncu, ikilik çıkaran |
Musa, kavmi için hakikatleri anlatma konusunda yardım istediğinde, ona bildirdik: Bildiklerini, taşıdıklarını sağlam delillerle vurgula. Böylece Musa onlara, on iki delil üzere her varlığın aynı özden geldiğini anlattı. İnsanlar kendi meşreblerine göre faydalandı ve ilmi cihette bilenlerden oldu. Onlara bildirildi: Allah’ın lütuflarından yararlanın ve yeryüzünde ikilik çıkararak haddi aşanlardan olmayın.
ve iz kutlum ya Musa | : olduğu zaman, demişlerdi, ey Musa |
len nasbirâ | : değil, olmaz, biz, sabretmek, |
ala taam vahid | : gıda, aş, kalbin gıdası, hak ilmi, bir, tek, |
fe udu lena rabbike | : öyleyse, artık, dua et, iste, yönel, bize, rabbine |
Yuhric lena mimmâ | : çıkarmak, ortaya koymak, bize, şeyler, nesne, üstünlük |
Tunbitu el ard | : yetiştirir, üretmek, filiz, bitmek, yeryüzü |
min bakli ha | : tane, bakla, yeşillik, karıştırmak, halt, yakışıklı, gösteriş |
ve kıssâi-hâ | : katı, yaş gibi, salatalık, |
ve fûmi-hâ | : köpük, ağızla ilgili, sözü dinlenen, sarımsak, |
ve adesi-hâ | : mercimek, bakış açısı, uzağı görmek, geleceği görmek |
ve basali-hâ | : köklü olan, soğan ve benzeri, kabartı, iri, |
Kale e testebdilûne | : dedi, değiştiriyor musunuz? Değiştirme, |
Ellezî huve edna | : ki o, o, aşağı, alt, alt makam, |
bi ellezi huve hayrun | : onunla ki, o, hayırlı olan |
ihbitu mısr | : inmek, çıkmak, gidin, mısır, büyük şehir, iki şey arası |
Fe inne lekum | : artık, muhakkak, size |
Mâ seeltum | : şey, değil, sual etmek, sormak, istemek |
ve duribet aleyhim | : darbe, vurgu, tesir, üzerlerinde, |
el zillet | : kaybetmek, hüsran, zillet |
ve el meskenetu | : ilim yoksunluğu, düşkünlük, fakirlik, sefalet, acizlik |
ve bâu bi gadab min allah | : uğradılar, kaldılar, öfke, hiddet, Allah |
Zalike bi enne-hum | : işte bu, onların olduğu |
Kanu yekfurûne | : oldu, hakikatleri örten |
bi ayeti Allah | : ayet, işaret, delil, Allah |
ve yaktulûne | : öldürüyorlar, yazık etmek, zarar vermek, |
el nebiyy | : nebiler, haber getiren, hakikati bildiren, |
Bi gayri el hakkı | : haksızca, hakikatten başka bir şey bildirmeyen, |
zâlike bi mâ asav | : işte bu, dolayısıyla, isyan, karşı çıkma, ikilikte kalma |
ve kânû yatedun | : oldular, haddi aşan, saldırgan, |
Musa’ya; biz hep birliğin ilminde olmaya sabredemeyiz. Artık sen Rabbine bizim için dua et. Bize yeryüzünde gösterişlilik ve sertlik, güçlülük ve bizden çekinme ve geleceği görme ve tuttuğunu koparan gibi farklı üstünlükler versin, demişlerdi. Dedi ki: Siz o hayırlı olan manevi hallerinizi, dünyalık hallerle mi değiştirmek istiyorsunuz? Öyleyse Mısır’a gidin. Doğrusu siz ne aradığınızı bilmiyorsunuz. Böylece onlar üzerlerindeki o hallerden dolayı bir zillet içinde kaldılar ve bir ilim yoksunluğunda oldular ve Allah’a karşı hiddet hallerinde kaldılar. İşte böylece Allah’ın ayetlerini görmemezlikten gelip örttüler ve hakikatlerden başka bir şey bildirmeyen Nebileri öldürdüler. Böylece ikilikte kaldılar ve haddi aşanlardan oldular.
inne ellezîne amenu | : muhakkak ki, iman edenler, inanan kimseler |
ve ellezine hadu | : o kimseler, yol gösteren, yol gösterilen, |
ve el nasârâ | : yardımcılar, yardım eden, |
ve el sâbiîne | : kendi inancından çıkıp hakikatlere tabi olan |
Men amene bi Allah | : kim, iman etti, inandı, Allah |
ve el yevmi el âhiri | : sonuna, son vaktine, |
ve amile sâlihan | : iyi çalışmalarda olan, salih amel, güzel amel, |
Fe lehum ecr hum | : artık, böylece, onlara, karşılık, ecir, onlar |
İnde rabbi-him | : ona ait hakikatler, rabb, vücudlandıran, onlar, kendileri |
ve lâ havfun aleyhim | : korku yoktur, onlara |
ve lâ hum yahzenûne | : onlar mahzun olmazlar |
İnanan kimseler ve yol gösterenler ve yardımcı olanlar ve kendi inancını terk edip Allah’a iman eden kimseler ve sonlarına inanan kimseler ve hayırlı çalışmalarda olanlar, işte onların karşılığı; kendilerini vücudlandırana ait hakikatlerdir. Onlara korku yoktur ve onlara mahzun olmak yoktur.
ve iz ehaz na | : almak, sarmak, edinmek, biz, hakikatlerimiz, |
misak kum | : verilen söz, misak, siz |
ve refa na | : yükseltmek, kaldırmak, yücelik, hükümsüz bırakmak, biz, |
fevka-kum | : üst makam, üzerinizde, yüce, ilmen yükselmek, siz, |
el tur | : tur, gönül, sıfatlar, sıfatlarla donatılmış vücud |
Huzu mâ ateynâ-kum | : alın, sarılın, şey, vermek, sunmak, biz, siz |
bi kuvvetin | : kuvvetle, güçlü bir idrakle, |
ve uzkurû ma fihi | : hatırlayın, anlayın, anın, şey, ne, değil, onun içinde, |
lealle-kum tettekune | : umulur ki siz, takva, fenalardan sakınıp ortak koşmama |
Siz; Bize verdiğiniz sözleri tutup hakikatlerimize sarılın, sıfatlarla donatılmış vücudunuzu iyi anlayın, ilmen yükselin, yüceliğimizi anlayın, size verdiğimiz sıfatlara güçlü bir idrakle sarılın ve o sıfatlardaki hakikatleri anlayın. Umulur ki siz fenalardan sakınır, Allah’a ortak koşmazsınız.
summe tevelley tum | : sonra, geriye, cehalete, cehalete dönmek, siz |
Min badi zâlike | : bundan sonra, bu, böyle, işte bu |
Fe lev la fadlu Allah | : artık, böylece, eğer, yok, lütuf, fazilet, nitelik, Allah |
aleykum | : üzerinizde, kendinizde, sizde, |
Ve rahmet hu | : rahmet, o, |
Le kuntum min el hasirin | : elbette, oldunuz, hüsran, kaybeden, anlayamayan |
Bundan sonra eski cehaletlerinize dönerseniz, kendinizdeki Allah’ın lütuflarını ve rahmetini eğer anlayamazsanız, elbette sizler kaybedenlerden olursunuz.
ve lekad alim tum | : andolsun, bilirseniz, bilmek, ilmin sahibi, siz |
Ellezine itedev minkum | : o kimseler, saldırgan, haddi aşan, sizden, |
fi el sebti | : yasaklara uymayan, cumartesi, rahat etmek, |
Fe kulnâ lehum kunu | : böylece, bildirdik, dedik, onlara, olun, oldunuz, |
Kıradeten | : maymun, hayvani hal, taklitte kalma, |
hasiin | : reddedilen, uzaklaşan, zelil olan, aşağılanan, |
Sizler bilenlerden olun. Sizlerden haddi aşan o kimseler, yasaklara uymayanlar, böylece bildirdiğimiz hakikatlere uymayanlar, kendi hayvani hallerinde kalıp, hakikatlerden uzaklaşanlardan olurlar, diye bildirdik.
fe cealna ha | : artık, böylece, sunmak, kılmak, yapmak, biz, onu |
Nekâlen | : nakledilen, aktarılan, taşıyan, anlatılan, söyleyen, |
Li ma beyne yedey ha | : için, şey, ne, değil, elleri, önündeki, kendindeki gücü |
Ve ma halfe ha | : şey, ne, değil, arkasında, o |
ve mevızat | : öğüt, nasihat, uyarı, |
li el muttekin | : fenalardan sakınıp hakikati araştıranlar için, |
Nakledilen o sunduğumuz hakikatler, kendilerindeki o gücü anlamaları ve geçmiş cehaletlerinde kalmamaları içindir. Fenalardan sakınıp hakikatleri araştıranlar için bir öğüttür.
Ve iz kale musa li kavm hi | : demişti, musa, kavmine |
İnne Allah | : muhakkak, Allah |
yemuru-kum | : işleyiş, hüküm, yetki, siz, |
en tezbehû | : kesmenizi, yok etmek, |
bakaret | : inek, eski adetler, eski tapınma |
Kalu tettehızu-nâ huzuv | : dediler, ediniyorsun, biz, alay, önemsememe, |
Kale euzu bi Allâh | : dedi, sığınmak, Allaha |
en ekûne min el cahilin | : olmak, o halde olmak, cahillik, bilgisizlik |
Musa kavmine: Allah, sizin vücut varlığınızda her işleyendir, eski cehalet hallerinizdeki o tapınmalarınızı yok edin, dedi. Dediler ki: Bizimle alay mı ediyorsun. Dedi ki: Bilgisizlikten Allah’a sığınırım.
Kâlû udu lena | : dediler, dua, davet, yönelmek, bildirme, iste, bize, |
rabbike | : rabbin |
Yubeyyin lena ma hiye | : açıklasın, beyan emek, anlatmak, bize, ne, değil, şey, o |
Kâle inne hu yekulu | : dedi, elbette, o, bildiren, söyleyen, |
inne-hâ bakaratun | : doğrusu, o, inek, eski tapınma adeti, toprağı yaran |
lâ fâridun | : yok, yaşlı, ihtiyar, ömrünüz bitmeden |
ve la bikrun | : yok, bakir, tertemiz, bozuk, bozulmuş, evveli, |
avânun | : olgunlaşma, orta yaş, yardımcı, anlamak, esir, |
beyne zâlike | : arasında, bu, o, şu, |
Fe ifalu | : artık, yapın, işlemek, anlamak, |
ma temurun | : şey, ne, değil, iş, hüküm, emir, |
Dediler ki: Rabbin bize bildirsin, o şeyleri bize açıklasın. Dedi ki: Muhakkak ki O, her an bildirir. Doğrusu yaşınız geçmeden, o eski cehalet hallerinizdeki tapınmalarınızı bırakın ve bozuk hallerden vazgeçip, işte o hakikatleri anlayın ve bir olgunlaşma içinde olun. Artık size emredilen şeyi yapın.
Kâlû udu lena rabbike | : dediler, dua, davet, çağrı, yönelmek, iste, bize, rabbin |
Yubeyyin lena | : açıklasın, beyan, etmek, bize |
Ma levnu-hâ | : ne, şey, değil, sıfat, renk, tür, çeşit, o |
Kâle inne hu yekulu | : dedi, elbette, o, bildiren, söyleyen, |
inne-hâ | : muhakkak ki onlar |
bakaratun | : inek, cehalet hallerinin tapınmaları, |
safrâu | : sıkıntı veren, tedirgin, sarı, sararmak, sıkılmak, |
Fâkiun levnu ha | : aydınlık, parlak, canlı, sıfat, renk, tür, cins, onun |
Tesurru | : tesir etme, hareket etme, neşe, |
en nâzirîne | : görenler, bakanlar |
Dediler ki: Rabbin bize bildirsin, o sıfatlar nedir, bize açıklasın. Dedi ki: Muhakkak ki O her an bildirir. Size sıkıntı veren o eski cehalet hallerinizdeki tapınmalarınızı bırakın. O sıfatlarla aydınlık bulursunuz, hareket edersiniz, görürsünüz.
Kâlû udu lena | : dediler, dua, davet, çağrı, yönelmek, iste, bildirsin, bize, |
rabbike | : rabbin |
Yubeyyin lena ma hiye | : açıklasın, beyan, etmek, bize, değil, şey, ne, o |
İnne el bakara | : muhakkak, inek, cehalet hallerinin tapınmaları |
Teşabehe aleyna | : teşbih, benzerlik, bize |
Ve inna in şâe Allâh | : biz, eğer, istek, Allah |
le muhtedûne | : elbette, yol bulan, hidayete eren, ulaşanlar, yönlendirme |
Dediler ki: Rabbin bize bildirsin, o şeyleri bize açıklasın. Elbette biz teşbih ederek tapınma hallerinde oluruz ve eğer bizde istek olursa elbette Allah’a yol buluruz.
kâle inne-hu yekulu | : dedi, elbette, o, der, diyor, söylemek, bildirmek |
İnne ha bakaratun | : elbette, o, inek, cehalet hallerinin tapınmaları |
lâ zelûlun tusiru | : yok, zelil, yanılmak, artma, tesir, etki |
el ard | : yeryüzü, toprak, beden, |
ve la teski | : yok, sulamak, yıkamak, çabalamak, beslenmek |
el hars | : sürmek, ekin, kültür |
musellemetun | : herkezce kabul edilen bilgi, teslim olan, kaide, esas |
lâ şiyete fiha | : yok, alacalık, leke, huylar, haller, onda |
Kalu elane cite | : dediler, şuanda, şimdi, geldin |
bi el hakkı | : hak, gerçek, doğru olan |
Fe zebehû-hâ | : böylece, yok etmek, kıyım, kestiler |
ve mâ kâdû yefalûne | : ne, şey, oldu, yapan, fail olan, her varlıkta işleyen |
Dedi ki: Muhakkak ki O her an bildirir. Elbette o cehalet hallerinizdeki tapınmalar, yeryüzünde sizin yanılgılarınızı yok etmez. O değişik cehalet hallerinizi yok ederek, teslim olanlardan olun, o kendi cehalet kültürünüzden beslenmeyin. Dediler ki: Şimdi hakikatleri bildirdin. Böylece o hallerini yok ettiler ve her varlıkta fâil olanın ne olduğunu anladılar.
ve iz kateltum | : olduğunda, yok etme, yazık etmek, siz |
nefsen | : nefs, kişi, kendiniz |
fe eddâre tum fiha | : artık, yönlendirme, manevra, döndürme, orada, hakkında |
Ve Allah muhricun | : Allah, ortaya çıkaran, yönetici |
mâ kuntum tektumûne | : değil, şey, ne, siz, gizlemek, kapatmak, bilmemek |
Siz kendinize yazık etmiştiniz ve siz o hakikatlere yönlendirildiniz. Allah sizin bilemediklerinizi ortaya çıkarandır.
fe kulnâ ıdrubu hu | : böylece, bildirdik, vurguladık, darbe, çarpmak, tesir, o |
bi badı-hâ | : bazı, her, kısım, onu |
Kezâlike yuhyi Allah | : işte böylece, bu, diri olan, hayat verir, Allah |
el mevtâ | : nutfe, öz, ölü, idraksizlik, |
ve yuri kum ayeti hi | : gösterir, görür, anlamak, işaret, delil, ayet, |
Leallekum takılun | : umulur ki, siz, akıl edersiniz, düşünürsünüz |
Böylece onlara her hakikati vurguladık. İşte siz ölü gibiyken, sizi hakikatleriyle diriliğe ulaştıran Allah’tır ve O ayetlerini size her yerden her an gösterir, umulur ki siz akıl edip düşünürsünüz.
Summe kaset | : sonra, katılaşma, ilgilenmeme, sert, ölçmek, |
kulub hum | : kalpleriniz, anlayışlarınız, idrakleriniz, |
Min badi zâlike | : sonra, uzak, işte bu |
Fe hiye ke el hicaret | : artık, öyle ki, gibi, taş, katı olan, anlayışsız, |
Ev eşeddu kasveten | : veya, yada, daha fazla, şiddetli, katı, sert, |
ve inne min el hicaret | : muhakkak, taşlaşmış, sertleşmiş |
Lema yetefecceru | : olduğunda, fakat, patlamak, çıkar, fışkırır, kaynar, |
min-hu el enhar | : ondan, nehir, akıp giden, ilim, |
ve inne min-hâ | : muhakkak, ondan |
Lemâ yeşşakkaku | : olduğunda, hatta, yarılır, hakikatler ortaya çıkar |
Fe yahruc min hu | : artık, çıkar, ortaya çıkar, ondan, |
el mâu | : su, ilim |
ve inne min-hâ | : ve muhakkak ondan |
Lemâ yehbitu | : olduğunda, hatta, öyle, düşer, iner, |
Min haşyete Allâh | : saygı, sevgi, ürperme, korku, çekinme, Allah |
ve mâ Allâh bi gafilin | : değil, şey, ne, Allah, gafil, habersiz, bilgisiz, dalgın |
Amma tamelun | : şeyler, yaptığınız, amellerden |
Sonra kalbleriniz yine katılaştı, öyle ki sanki bir taş gibi, ya da ondan daha fazla katılaştı. Öyle taşlar vardır ki oradan bir su kaynar, akıp gider. Öyle taşlar vardır ki ondan bazı gerçekler ortaya çıkar, öyle ki oradan bir ilim bulursunuz. Elbette öyle kimseler vardır ki, Allah’a saygısından bir tenezzül içindedirler. Yaptıkları şeylerde bir gaflet içinde olanlar ise, Allah’ı bilemezler.
e fe tatmeûne | : rahatlama, doygunluk, mutmain, gıpta |
en yuminû lekum | : inanmaları, size, sizin anlattıklarınıza inanma |
ve kad kâne ferikun minhum | : olmuştu, fırka, gurup, onlardan , |
Yesmeune | : işitmek, dinlemek, kulak vermek, |
kelam allâh | : kelam, söz, hakikatlerin sözleri, Allah |
summe yuharrifûne-hu | : sonra, tahrif etme, değiştirmek |
min badi ma aklu hu | : ondan sonra, anladıkları şekilde, anlamadan |
ve hum yalemun | : onlar, bilir, bilirler, |
O gaflet içinde olanlar, sizin anlattıklarınıza inanmazlar, mutmain olmazlar ve onlardan bazıları Allah’ın kelamını dinler gibi görünür, sonra da onun hakikatini anlamadan, kendi anladıkları şekilde değiştirirler ve onlar yalnız kendi anlayışlarını bilirler.
ve izâ leku ellezine amenu | : olduğunda, karşılaşma, iman eden kimseler, inanan |
Kalu âmennâ | : dediler, iman ettik, inandık |
ve izâ halâ | : olduğunda, halleri, yalnız kaldıkları zaman |
baduhum ilâ badin | : onların bazıları, bazılarına, birbirlerine |
Kalu e tuhaddisûne-hum | : dediler, bahsediyor musunuz, anlatmak, bildirmek, onlar |
bi mâ feteh | : açıklanan o şeyler, ortaya çıktı, |
Allah aleykum | : Allah, size, kendiniz, |
Li yuhâccû-kum bihi | : için, delil, maksat, niyet, hüccet, siz, onu, o bahsedilen |
inde rabbi-kum | : katında, ona ait hakikatler, Rabbiniz, sizi vücudlandıran, |
e fe lâ takılûne | : hâlâ akıl etmez misiniz? Düşün mezmisiniz, |
Onlar, iman eden kimselerle karşılaştıklarında, biz de iman ettik derler. Fakat kendi hallerinde olanlarla bir araya geldiklerinde, onlardan bazıları bazılarına: Onların, size Allah’ın hakikatleri diye açıklanan şeylerden, birbirinize bahsediyor musunuz? Siz o bahsedilenlere karşı, kendi maksadınız için hareket edin, derler. Sizler hâlâ sizi vücudlandırana ait olan hakikatleri düşünmez misiniz?
e ve lâ yalemûne | : bilemiyorlar mı, bilmezler mi? |
Enne Allah yalemu | : olduğunu, Allah, ilmin sahibi, ilmiyle vareden |
mâ yusirrûne | : göremedikleri, bilemedikleri, sır olan, saklanan şeyler |
ve mâ yulinûne | : görünen şeyler, aleni olan, açıklanan şeyler |
Göremedikleri ve gördükleri şeylerdeki ilmin sahibinin Allah olduğunu bilemiyorlar mı?
ve minhum ummiyyûne | : onlardan, annesinden doğduğu gibi olan, asliyet |
lâ yalemûne | : yok, bilmek, bilmezler, |
el kitab | : kitap, hakikatlerin sözlerini |
İllâ emaniyye | : sadece, ancak, arzu, gaye, zan, temenni, inanmak, |
ve in hum illâ yezunnune | : onlar, sadece, ancak, zannederler, zanna tabi olmak, |
Onlardan kitap nedir, geldikleri asliyet nedir bilmeyenler vardır. Onlar sadece inanırlar ve onlar ancak zanlara tabidirler.
Fe veylun li ellezine | : artık, öyle ki, yazık, vah, vay, o kimseler, |
Yektubûne el kitabi | : yazarlar, kitap |
bi eydî-him | : kendi anlayışlarıyla, zanları, elleriyle |
Summe yekulune | : sonra, derler |
Haza min inde Allâh | : bu, Allahın katından |
li yeşterû bihi | : için, kendi çıkarları için, satmak için |
Semenen kalilen bi-hi | : az bir değere, |
Fe veylun lehum | : artık, yazık, vah, onlara |
mimmâ ketebet eydihim | : şeyler, yazdı, kendi ellri, kendi anlayışları, zanları |
Fe veylun lehum | : artık, yazık, vah, onlara |
Mimma yeksibûne | : şeyleri edindikleri, kazanıyorlar |
Vay o kimselere ki, kendi zanlarıyla kitap yazarlar, sonra bu Allah’ın katından derler. Ondan kendilerine çıkar elde etmek isterler. Vay kendi zanlarıyla o kitap yazanlara! Vay onların edindikleri şeylere!
ve kâlû len temesse-nâ | : dediler, değil, olmaz, temas, dokunmak, biz |
en nâru | : ateş, yakıcı olan, |
İllâ eyyamen madudete | : ancak, sadece, günler, vakit, sayılı, belirli |
Kul e ittehaztum | : anlat, söyle, siz edindiniz mi?, sarıldınız, |
inde Allâh ahd | : katında, ona ait, yanında, Allah, söz, |
Fe len yuhlife Allah | : artık, değil, asla, değiştirilmez, geride, halef, Allah, |
ahde-hû | : söz, ahd, ahdini, o |
Em tekûlûne ala Allah | : veya, yoksa, söylüyorsunuz, için, karşı, Allah |
mâ lâ talemûne | : bilmediğiniz bir şey |
Dediler ki: Az bir zaman da olsa bize ateş dokunmaz. De ki: Allah’ın katından bir söz mü edindiniz? Allah’a ait olan hakikatlerin sözlerinde bir değişiklik olmaz. Yoksa Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?
Belâ men kesebe | : bilakis, hayır, kim, kazandı, edindi, |
seyyiet | : fenalar, günah, kötülük, |
ve ehâtat bihi | : ihata etti, kuşattı, sardı, onu, |
hatiet hu | : hata, yanlış |
Fe ulaike ashâbu en nâri | : işte onlar, sahip, halk, ateş, yakıp yıkıcı hal, |
Hum fiha halidun | : onlar, o halde, içinde, orada, devamlı, sürekli |
Bilakis fena halleri edinen ve kendi yanlışlarıyla kuşatılmış olan kimseler, işte onlar ateşe sahiptirler, onlar sürekli o hâlin içindedirler.
ve ellezîne amenu | : o kimseler, onlar,iman eden, inanan |
ve amilû el sâlihâti | : iyi, hayırlı çalışmalarda olan, Salih amel |
Ulaike ashâbu el cenneti | : işte onlar, sahip, halk, huzur, cennet |
Hum fiha halidun | : onlar, o halde, içinde, orada, devamlı, sürekli |
İman edenler ve dosdoğru iyi çalışmalarda olanlar ise, işte onlar huzura sahiptirler, onlar sürekli o hâlin içindedirler
ve iz ehaznâ misaka | : almıştık, sarılmak, biz, misak, söz vermek, yemin |
benî isrâîle | : hakk yolunda olanlar, İsrailoğulları, yakubun oğullar, |
lâ tabudûn illa Allah | : kul olmayın, Allah’tan başka |
ve bi el vâlideyni | : ana babaya, doğurtan, mürşidi kamil, |
ihsan | : iyi davranın, |
ve zi el kurba | : sahip, yakınlarınıza, yakınlık, |
ve el yetâmâ | : yetimler, atalarının inancından kopmuş olan, |
ve el mesâkîni | : miskinler, çaresiz, yoksun, hakikati arayan |
ve kûlû liel nas | : söyleyin, deyin, insanlara |
husnen | : güzel, iyi hoş, hoş sözler, güzei davranışlar, |
ve ekîmû es salâte | : heran sâlat üzere olmak, hakka bağlılık |
ve âtû ez zekâte | : kendinizde olanı paylaşın, zekât verin, temizlenin, |
Summe tevelleytum | : sonra, yoksa, siz yüz çevirdiniz, cehalete döndünüz |
İlla kalilen min-kum | : ancak, sadece, az, sizden |
ve entum müridun | : siz, yüz çeviren, reddeden, |
Hakk yolunda olanlardan söz aldık: Allah’tan başkasına kul olmayın, anne ve babanıza, yakınlarınıza, yetimlere, çaresizlere iyi davranın, insanlara güzel hoş sözler söyleyin, her an Hakk’a bağlılık şuuru ile hareket edin, temizlenme içinde olup kendinizde olanı paylaşın. Yoksa sizden az bir kısmınız hariç, eski cehalet hallerinize dönerseniz ve sizler yüz çeviren olursunuz.
ve iz ehaznâ misaka kum | : almıştık, biz, misak, söz, siz |
lâ tesfikûne dimaekum | : dökmeyin, kan, siz, |
ve lâ tuhricûne enfus kum | : çıkarmayın, birbirinizi |
min diyâri-kum | : yurdunuzdan, bulunduğunuz yerlerden |
Summe ekrartum | : sonra, ikrar, tastik, kabul etmek, siz kabul ettiniz |
ve entum teşhedun | : siz, şahit, bilen gören, |
Sizler kan dökücü olmayın, birbirinizi yurtlarınızdan çıkarmayın, sonra hakikatleri kabul edin ve görüp bilenlerden olun, diye de söz almıştık.
summe entum haulai | : sonra, siz, onlar |
Taktulune enfuse-kum | : öldürmek, yazık etmek, nefsleriniz, birbiriniz, kendiniz |
ve tuhricûn ferîk minkum | : çıkarıyorsunuz, grup, bir kısım, sizden |
min diyâri-him | : yurtlarından, diyar, ev, onlar |
Tezâharûne | : yardımlaşıyorsunuz |
Aleyhim bi el ism | : onlara karşı, günah, hata, fenalar |
ve el udvâni | : düşmanlık |
ve in yetû-kum | : eğer size gelirse |
Usârâ tufadu hum | : esirler, cehaletine esir olan, kurtarmak, |
Ve huve muharremun | : o, kutsal olan, yasak, haram olan |
Aleykum ihracu kum | : size, çıkarmak, ihraç, onlar |
e fe tuminûne | : o halde iman mı, inanmak, |
bi badi el kitab | : bir kısmı, bazı, kitap, hakkın sözleri, |
Ve tekfurune bi badın | : hakikatleri örtmek, bir kısmı |
fe mâ cezâu men yefalu | : artık, değil, şey, ne, ceza, karşılık, kim, yaparsa |
zâlike min-kum | : işte, sizden, ancak, sadece, |
illa hızyun | : rezil, adi, kötü olan, ayıp, yazık eden, |
fî el hayâti ed dunyâ | : dünya hayatında, yaşamları, |
ve yevme el kıyâmeti | : hakikatlerin ortaya çıktığı gün, ölüm günü, |
Yureddûn | : reddedilirler, iade, geri çevrilmek, kayıpta olan |
ila eşed el azab | : daha fazla, şiddetli, sıkıntı, azap |
ve mâ Allâh bi gafilin | : değil, şey, ne, Allah, gafil, habersiz, bilgisiz, dalgın |
Amma tamelun | : şeyler, yaptığınız, amellerden |
Sonra sizler birbirlerinizi öldürdünüz ve sizlerden bazı kimseler bazı kimseleri yurtlarından dışarı attılar. Birbirlerinize fenalarda ve düşmanlıklarda yardımcı oldunuz. Eğer sizlere, cehaletine esir olan biri gelirse onu kurtarın. Birbirinizi kutsal olan hakikatlerin dışına çıkarmayın, diye bildirilmişti. Yoksa kitaptan işinize gelene inanıyorsunuz da, bazı hakikatleri görmemezlikten gelip örtüyor musunuz? İşte kim, ne yaparsa onun karşılığını bulur. İşte böyle hallerde olanlar, yaşamlarında kendine yazık edenlerdir ve onlar ölünceye kadar kayıpta olanlardır, daha fazla sıkıntıda kalanlardır. Yaptıkları şeylerde bir gaflet içinde olanlar Allah’ı bilemezler.
ulâike ellezîne | : işte o kimseler, |
eşterav | : satın almak, değişmek, tercih etmek, çıkarında olmak |
el hayâte ed dunyâ | : dünya hayatı, yaşamları, |
bi el âhireti | : sonları, son anlarına kadar, |
Fe lâ yuhaffefu an hum | : artık, yok, hafif, onlardan |
el azâbu | : azap, sıkıntı, |
ve lâ hum yunsarûne | : ve onlar yardım olunmazlar |
İşte o kimseler; son anlarına kadar dünya hayatının çıkarına koşmuşlardır. Artık onların sıkıntıları yok olmaz ve onlara bir yardımcı da yoktur.
ve lekad ateyna musa | : andolsun, sunduk, bildirdik, Musa |
El kitabı | : kitabı, hakikatlerin sözleri, yazılı olan, |
ve kaffeynâ | : ardarda, ardı sıra geldi, |
min badi hi bi el resül | : ondan sonra, resül, hakikatleri bildiren |
ve âteynâ isa ibn meryem | : verdik, sunduk, bildirdik, Meryem oğlu isa |
el beyyinâti | : apaçık deliller, açıklamalar, kanıtlar |
ve eyyednâ-hu | : el, güç, eller, her şeyi tutan kudret, destek, biz, o |
bi rûhi el kudusi | : temiz, bereketli, kutsal olan ruh, tertemiz ruh |
Fe kullema cae kum | : öyle ki, her sefer, her defa, gelen, bildiren, sunan, size, |
resul | : hakikati gösteren, açıklayan, bildiren, |
Bima lâ tehvâ | : şeyler, yok, hoşnut, memnun, sevgi, hoşlanmadınız |
enfusu-kum | : nefsleriniz, kendiniz, |
istekbertum | : kibirlenmek, gururlanmak |
Fe ferikan kezzebtum | : böylece, sonra, gurup, bazıları, yalanladınız, |
ve ferikan taktulun | : bir gurup, bazıları, öldürdünüz |
Doğrusu Musa sunduğumuz kitabı anlayanlardandı. Ondan sonra da, onun ardı sıra hakikatleri bildirenler geldi. Meryem oğlu İsa sunduğumuz apaçık delilleri anladı ve o her şeyi tutan kudretimizi anladı ve tertemiz bir ruh üzere oldu. Öyle ki hakikatleri gösterenlerin, her seferinde size sunduğu hakikatlerden hoşlanmadınız. Sizler onlara karşı kibirlendiniz ve bazılarınız onları yalanladı ve bazılarınız onları öldürdü.
ve kâlû kulûbu-nâ | : dediler, kalblerimiz, idraklerimiz, anlayışlarımız, biz |
gulfun | : kılıf, kabuk, örtülü, kapalı, |
Bel leane-hum allâh | : hayır, Allah’ı idrak edemeyip rahmetten uzaklaşma |
bi kufri-him | : hakikatleri örtmek, kabul etmemek |
Fe kalîlen mâ yuminun | : artık, bu yüzden, pek azın dışında, inanmadılar |
Dediler ki: Bizim kalblerimiz o anlatılanlara karşı kapalıdır. Öyle ki onlar, hakikatleri görmemezlikten gelip örttüklerinden dolayı, Allah’ı anlayamayıp rahmetten uzaklaştılar. Böylece az bir kısmı hariç inanmadılar.
ve lemmâ cae hum | : geldiğinde, sunulduğunda, onlar, |
kitab | : hakikatler, hakikatlerin sözleri, varlık kitabı, |
min inde Allâh | : katından, yanında, ona ait, Allah |
Musaddik | : doğrulayan, sadık olan, tasdik, |
lima mea hum | : şeyi, beraber, birlikte, onlar |
Ve kanu min kablu | : oldu, idi, önceden, tarafından, olarak, |
yesteftihûne | : açık, başarı, ortaya çıkma, fetih, zafer isterler |
alâ ellezîne keferu | : onlara karşı, hakikatleri örten kimseler, |
Fe lemma câe-hum | : artık, sonra, onlara geldi, sunuldu, |
mâ arafû keferu bihi | : şey, ne, değil, arif, bilen, hakikatleri örtmek, onunla |
Fe leanet Allâh | : böylece, Allah’ı idrak edemeyip rahmetten uzaklaşma |
Alâ el kafirin | : üzerine, hakikatleri görmemezlikten gelip örtmek |
Onlara, kendilerinde olan şeyleri doğrulayan Allah’a ait olan hakikatler sunulduğunda, onlar hakikatleri görmemezlikten gelip örten kimselere karşı, bir başarı içinde olmak istiyorlardı. Onlara sunulan hakikatleri görmemezlikten gelip örtüklerinden dolayı, onlar hakikatleri bilemediler. Öyle ki hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler, Allah’ı anlayamadıklarından dolayı, rahmetten uzaklaşırlar.
bise | : ne kötü, |
ma işterav bihi | : satın almak, değişmek, çıkarında olmak, onula |
enfuse-hum | : nefsleri, kendileri, kendi çıkarları, onlar, |
en yekferu | : hakikati görmemezlikten gelmek, hakikatleri örtmeleri |
bimâ enzele Allâh | : şeyler, sunduğu, indirdiği, Allah |
bagyen | : haset, zulüm, isyan, itaatsizlik, |
En yunezzile allâh | : indirilmesi, sunulması, bildirilmesi, Allah |
min fadli-hi | : lütuf, nimet, fazlından, o |
alâ men yeşâu | : için, göre, karşı, kim, istek, isteyen, |
min abid hi | : kulluk, o, kullarından |
Fe bau bi gadab | : böylece, uğradı, kaldı, öfke, hiddet, |
alâ gadab | : üzere, öfke, kızgınlık, hiddet, |
ve li el kâfirîne | : hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler için |
Azâbun muhin | : azap, sıkıntı, alçaltıcı, kaybettirici, hor hakir bırakan |
Allah’ın sunduğu o lütufları ve O’nun kulu olduğunu anlamak isteyen kimselerin; hakikatler sunulduktan sonra bir itaatsizlik içinde olmaları, Allah’ın hakikatleri bildirildikten sonra, o hakikatleri görmemezlikten gelip örtüp, onları kendi çıkarları için kullanmaları ne kötüdür. Öyle ki onlar, öfkeyle oturan öfkeyle kalkan haller üzeredirler. Hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler için alçaltıcı sıkıntılar vardır.
ve izâ kile lehum aminu | : olduğunda, denildi, onlara, inanın, iman edin |
Bima enzele Allâh | : şeyler, hakikatler, indirdi, sundu, verdi, Allah |
Kâlû numinu | : dediler, inanırız, |
Bima unzile aleynâ | : şeye, indirildi, sunuldu, bize |
ve yekfurûne | : hakikatleri örtüyorlar, |
bi mâ verâe-hu | : o şey, arkasındai geçmişinde, o |
ve huve el hakku | : o, hak, gerçek |
Musaddik | : doğrulayan, sadık olan, tasdik, |
lima mea hum | : şeyi, beraber, kendilerinde olan şeyler, |
Kul fe lime taktulûne | : söyle, o zaman, neden, niçin, öldürüyorsunuz |
Enbiyâe Allah min kabl | : nebiler, haber verenler, bildirenler, Allah, daha önce |
in kuntum muminine | : eğer müminler iseniz |
Allah’ın sunduğu şeylere inanın denildiğinde, bize sunulan şeylere inandık derler. Fakat geçmişteki bildikleri o şeylerden dolayı hakikatleri görmemezlikten gelip örterler. Onların kendi vücudlarında olan şeyler dosdoğrudur, gerçektir. De ki: Eğer inandık diyorsanız, neden daha önce Allah’ın hakikatlerini bildirenleri öldürdünüz?
ve lekad cea kum | : andolsun, doğrusu, geldi, size, |
Musa bi el beyyinati | : Musa, apaçık delillerle, |
summe ittehaztum | : sonra, fakat, siz edindiniz, sarıldınız, |
el icle | : cehaletin tapınma halleri, ayrılık, sürgün, buzağı, |
min badi hi | : ondan sonra |
ve entum zâlimûne | : siz, zalimler, |
Doğrusu Musa size apaçık delillerle geldi. Sonra sizler, cehalet hallerinizdeki o tapınmalarınıza sarıldınız ve zalimlerden oldunuz.
ve iz ehaz na | : almak, sarmak, edinmek, biz, hakikatlerimiz, |
misak kum | : verilen söz, misak, siz |
ve refa na | : yükseltmek, kaldırmak, yücelik, hükümsüz bırakmak, biz, |
fevka-kum | : üst makam, üzerinizde, yüce, ilmen yükselmek, siz, |
el tur | : tur, gönül, sıfatlar, sıfatlarla donatılmış vücud |
Huzu mâ ateynâ-kum | : alın, sarılın, şey, vermek, sunmak, biz, siz |
bi kuvvetin | : kuvvetle, güçlü bir idrakle, |
ve ismeû | : işitin, dinleyin |
Kâlû senina | : dediler, işittik, |
ve aseynâ | : karşı çıkmak, asi, isyan, biz |
ve uşribû | : içmek, işlemek, beslenmek, yerleştirildi |
fî kulûbi-him | : içinde, kalpleri, idrakleri, onlar, |
el ıcle | : eski tapınma halleri, buzağı, hayvaniyet, |
bi kufri-him | : hakikatleri örtmek, onlar |
Kul bise mâ | : söyle, anlat, ne kötü şey |
yemuru-kum | : işleyiş, hüküm, emir, siz |
bi-hi imanu-kum | : inançlar, siz, onunla sizin imanınız |
in kuntum muminîne | : eğer, sizler, müminler, inananlar |
Siz; Bize verdiğiniz sözleri tutup hakikatlerimize sarılın, sıfatlarla donatılmış vücudunuzu iyi anlayın, ilmen yükselin, yüceliğimizi anlayın, size verdiğimiz sıfatlara güçlü bir idrakle sarılın ve o sıfatlardaki hakikatleri işitin, diye bildirildiğinde, dediler ki: Biz işittik, fakat kabul etmedik. Onların kalblerine eski tapınma halleri işlemişti. Onlar o hallerinden dolayı hakikatleri görmemezlikten gelip örtüler. De ki: Siz inandık dediğiniz hâlde, sizin kendi inanışlarınız size ne kötü şeyler emrediyor.
Kul in kanet lekum | : anlat, söyle, eğer, ise, oldu, size |
ed dâru el âhiretu | : yurt, ev, durum, ahiret, sonunda, ahiret yurdu |
inde Allâh | : katında, ona ait, Allah |
Halisat min dûni en nâsi | : halis olan, özel, saf, temiz, diğer insanlardan başka |
fe temennevû | : öyleyse, o zaman, temenni edin, isteyin, |
el mevte | : ölüm, nutfe, öz |
in kuntum sadıkin | : eğer, siz, emin olan, sadık, doğru söyleyen |
De ki: Sizler kendinizi Allah’ın katında, diğer insanlardan daha temiz olduğunuzu, ahiret yurdunun size ait olduğunu düşünüyorsanız, eğer bundan eminseniz, öyleyse ölümü temenni edin.
ve len yetemennev-hu | : değil, asla, temenni etmek, istemek, o |
ebeden | : sonsuza kadar, ebediyen, hiçbir zaman |
bi-mâ kaddemet | : şeyler, sebebiyle, takdim eden, yaptıkları, verilen, sağlana |
Eydi him | : güç, yaptıkları, onların elleri, elleri |
ve Allâh alimun | : Allah, ilmin sahibi, ilmiyle vareden, |
bi el zâlimîne | : zalimleri, |
Onlar kendi yaptıkları şeyler sebebiyle, böyle bir şeyi hiçbir zaman istemezler. Oysa zalimlerin bedenlerini de ilmiyle vareden Allah’tır
ve le tecidenne-hum | : elbette, bulursun, o halde görürsün, onlar |
Ahrasa el nas | : aç gözlü, çok hırslı, haris, insanlar, |
ala hayat | : yaşamlarında, hayatları |
ve min ellezîne eşraku | : o kimselerden, orta koşma |
Yevuddu ehadu-hum | : istek, arzu, dilek, onların herbiri |
lev yuammeru | : eğer, şayet, yaşamak, ömür, |
elfe senet | : bin sene, ünsiyet, ölümsüz, sonsuza kadar, |
ve mâ huve | : değil, şey, en, o |
bi muzahzih hi min el azab | : onu uzaklaştırıcı, kurtulacak, azap, sıkıntı, |
en yuammere | : yaşamlarında, ömürlerinde |
ve Allâh basir | : Allah, basiret veren, gösteren, |
bima yamelun | : yaptığınız şeyler, |
Elbette onları, yaşamlarında aç gözlü olarak bulursun ve öyle kimseler ortak koşanlardan olurlar ve eğer onlar yaşasalar sonsuza kadar yaşamak isterler. Onlar yaşamlarında sıkıntılardan kurtulacak değillerdir. Allah yaptığınız şeylerden her an hakikatleri gösterir.
Kul men kane | : de, anlat, kim, oldu, |
Aduvven | : düşman, husumet, düşmanlık, |
li cibril | : cebr, tamir, aklı düzeltme, aklı resul, Allah’ı idrak eden akıl |
Fe inne hu | : artık, doğrusu, muhakkak, o, |
nezzele-hu | : indirdi, sundu, bildirdi, inzal etti, açığa çıkardı, o |
Alâ kalbi ke | : üzerine, kalbinin, idrakinin, değiştirme, kalb sahibi, |
bi izni allâhi | : yetkili olan, hüküm sahibi, Allah |
musaddikan | : doğrulayan, tasdik eden, sadakat içinde olan |
Lima beyne yedey-hi | : şeyler, kendilerindeki o gücü, elleri arasında |
ve huden | : yol gösteren, kılavuz, hidayet eden, |
ve buşra li el muminun | : sevindirmek, bildirmek, müjde, mümin, emin, inanan |
De ki: Kim; aklını Allah’ı idrak etmek için değil de, düşmanlık için kullanırsa, artık doğrusu o, ona sunulan şeyleri anlayamaz. Kalb sahibi olmanda yetkili olan Allah’tır. O sunulan hakikatler, kendilerindeki gücü doğrulayan ve yol gösteren ve müminler için huzur veren bilgilerdir.
Men kane aduvven | : kim, oldu, düşman, düşmanlık içinde, husümet |
li allâh | : için, Allah, Allah’a karşı |
ve melâiketi-hi | : güç, kuvve, melekler, her varlıktaki güç, o |
ve resuli-hi | : resul, hakikati gösteren, hakikate ulaştıran, |
ve cibrîle | : cebr, tamir, aklı düzeltme, aklı resul, Allah’ı idrak eden akıl |
ve mikale | : mika el, mika: muhabbet, sevgi, varlığı analiz eden eden |
fe inne Allâh aduvvun | : artık, o zaman, muhakkak, Allah, düşman |
li el kâfirîne | : için, hakikatleri görememezlikten gelip örtmek |
Kim; Allah’a ve O’nun her varlıktaki gücüne ve o hakikatleri gösterenlere karşı düşmanlık içinde olursa ve aklını, Allah’ı idrak etmek ve sevgiyle varlığı anlamak için değil de düşmanlık içinde kullanırsa, muhakkak ki o hakikatleri görmemezlikten gelip örtendir, Allah’ı anlayamadığından dolayı halleri düşmanlık üzeredir.
ve lekad enzelna ileyke | : gerçek olan, sunduk, bildirdik, sana |
Ayetin beyyinâtin | : ayet, delil, her şeyden apaçık sunulan, |
ve mâ yekfuru | : değil, şey, ne, hakikatleri örten, örtmez, |
bi-hâ illa | : onu, o halde, ancak, sadece, |
fasikun | : fasık, bozguncu, cehalet anlayışında kalan, |
Gerçek olan şu ki, her şeyden sana apaçık ayetler sunduk. Ancak kendi cahil anlayışlarında kalanlardan başkası o hakikatleri görmemezlikten gelip örtmez.
e ve kullemâ ahedu | : mı, her sefer, her defa, hepsi, ahd, sözleşme, |
ahden | : ahd, antlaşma, çağ, dönem, |
nebeze-hu | : attı, bozdu, o, |
ferikun minhum | : bazıları, fırka, ayrılık, onlardan |
Bel ekseru-hum | : bilakis, hayır, onların çoğu |
lâ yuminûne | : yok, emin olmak, inanmak, iman etmek, |
Onlardan bazıları her seferinde söz verip, o sözlerini bozmazlar mı? Bilakis onların çoğu iman etmezler.
ve lemmâ cae hum | : geldiğinde, onlar, |
resul | : resul, hakikatleri gösteren, |
min indi allahi | : Allahın katından, Allah’a ait, |
Musaddikun | : tasdik eden, doğrulayan, |
lima mea hum | : beraber, birlikte, onlarda olan şeyler, nitelikler |
Nebeze | : attı, bıraktı, reddetti, kabul etmedi, |
ferikun min ellezi | : fırka, bazı kimseler, onlardan |
Utu el kitâbe | : verildi, sunuldu, kitap, ilahi sözler |
kitâbe Allâh | : kitap, hakikatlerin sözleri, Allahın |
Verâe zuhuri him | : arka, geçmiş, eski bildikleri, onlar |
Ke enne-hum la yalemun | : gibi, onların olduğu, yok, bilmek, ilmin sahibi |
Onların kendilerinde olan nitelikleri doğrulayan, Allah’a ait olan hakikatleri açıklayan resul onlara geldiğinde, onlardan bazı kimseler sunulan ilahi sözleri kabul etmediler. Sanki onlar bilemeyenlerden değilmiş gibi, Allah’ın kitabına karşı kendi geçmiş cehalet bilişlerine sarıldılar.
ve ittebeû ma tetlu | : tabi oldular, uydular, şey, ne, değil, okumak, |
el şeyatinu | : şeytani hallerde olanlar, şeytanlar, kötülükler |
Ala mulki suleymâne | : mülkünde, makamında, Süleyman |
ve mâ kefere suleyman | : değil, şey, ne, hakikatleri örtmedi, süleyman |
ve lâkinne el şeytan | : lakin, fakat, şeytani hallerde olan |
keferû | : hakikatleri örten, kabul etmeyen |
Yuallimûn le nas | : öğretiyorlar, insanlar, |
el sihr | : etki, tesir, büyü, sihir, aldatma |
ve mâ unzile | : şey, ne, değil, sunulan, indirilen şey |
alâ el melekeyni | : üzere, güçlüler, |
bi bâbile | : Babil, |
hârûte ve mârûte | : yakıcı ve bozucu, azgın, inatçı, zaaf, şehvet, benlik |
ve mâ yuallimâni min ehad | : şey, ne, değil, öğretmiyorlar, bir kimse, |
Hatta yekûlâ | : hatta, söylüyorlar, derler |
İnnemâ nahnu fitnetun | : sadece, biz, deneme, imtihan, arabozucu, sınama |
Fe lâ tekfur | : artık, yok, örtmeyin, reddetme, inkar, kabul etmemek |
Fe yeteallemûne min huma | : artık, öğreniyorlar, onlardan, ikisi |
Ma yuferrikûne | : şey, ne, değil, ayırıyorlar, ayırırlar |
bi-hi beyne el meri | : onunla, arası, adam, insan, güzel, görünür, suret |
ve zevci-hi | : eş, tür, çift, aynı olan olan, ona uyan, |
Ve ma hum bi dârrîne | : değil, şey, ne, onlar, zarar, sıkıntı, |
bi-hi min ehadin | : onunla, bir kimse, bir, tek, |
İlla bi izni allâhi | : ancak, sadece, yetkili olan, ruhsat, Allah |
ve yeteallemûne | : öğreniyorlar, biliyorlar, |
mâ yadurru-hum | : şey, ne, değil, sıkıntı, zarar, onlar |
ve lâ yenfeu-hum | : yok, olmaz, fayda, yarar, onlar |
ve lekad alimu | : andolsun ki, gerçek olan, bilmek, bilim, öğrendiler |
Le men işterâ-hu | : elbette, kim, satın almak, çıkar, onu |
mâ lehu fi el ahiret | : değil, şey, ne, yok, onun sonunda, |
min halâkın | : verilen, bir pay, bir nasip |
Ve lebi se mâ şerev | : elbette, kötü olan, satın aldıkları şey, çıkarları |
enfuse-hum | : kendi kendilerini, kendileri |
lev kânû yalemun | : şayet, keşke, olsalardı, biliyorlar, bilen |
Ve şeytani hallerinden başka şeylere tâbi olmadılar. Süleyman mülkün sahibini bilenlerdendi ve Süleyman hakikatleri görmemezlikten gelip örtmedi. Fakat şeytani hallerde olanlar hakikatleri görmemezlikten gelip örttüler. İnsanları öğretme konusunda aldattılar. Babil de harut ve marut adlı üzerlerinde bir güç taşıdıklarını söyleyenler, bir şey sunmuş değillerdir ve onlar bir kimseye bir şey öğretmediler. Hatta dediler ki: Biz sadece deneyeniz, artık bizi reddetmeyin. Onlara uyan insanlar; onlardan suretlere düşkünlüğü, ayrımcılığı öğreniyorlardı. Bir kimse; her şeyde yetkili olan Allah’ı bildiğinde, artık onda hiç bir kimseye zarar vermek olmaz. Onlardan öğrendikleri, kendilerine zarar verecek olan şeyler ve onlara faydası olmayacak şeylerdi. Gerçek olan şu ki; kim hakikatlerinin bilgilerini kendi çıkarları için kullanırsa, sonunda o hakikatlerden bir şey elde edemez. Elbette onların kendi çıkarları için elde ettikleri şey ne kötüdür, keşke bilselerdi.
Kadir mısıroğlunun Türk melunları anarken gaipten çıkarttığı söz.
''Cumhuriyet'den önce, bir çocuğa cengiz adını koymak varmıydı'' şeklinde devam eden ruh hastası zırvası.
ülke topraklarında yaşayan bir delinin sık sık kullandığı hezeyanıdır.
bir de bunun kitaplarını alıp okuyanlar, inananlar var ki onlar tam tımarhanelik.
ruh hatası bir şarlatan beyanı.
doktor tarafından onaylı bir akıl hastasının hezeyanı.
Aleyh diye kesilmesi gerekir sona gelen im takısı anlam bozup kendi kendine lanet anlamına gelir. Tekil lanetullahi aleyk Çoğul lanetullahi aleyke olabilir.
Kadir mısıroğlu denen fesli sarlatanin beynini değil, oturduğu organını kullanarak çıkardığı söz dizisi.
Allah akıl fikir versin, bu abimiz kafayı o kadar osmanlıya takmıştır ki, neredeyse kimlik ten TC yı sildirip osmanlı yazdıracak.
Tahammül mülkümü yıktın, Hülagü han mısın kafir!
ebu cehil masum onun yanında!
timur, cengiz gibileri anarken kadir mısıroğlunun dediğidir.
bizi güldürüyor üstad. ama o kadar güzel diyor ki benimde diyesim hatta bağırasım geliyor.
"cumhuriyet'den önce, bir çocuğa cengiz adını koymak varmıydı'' şeklinde devam eden ruh hastası zırvası.
Bilmez mi acep kurtcebe noyan diye bir asker var.
ilk defa duyduğum söz.
Daha önce hiç bir kadir mısıroğlu videosunu sonuna kadar izlemedim. Sanırım çok iyi yapıyorum.
insanlar tarafından söylensin ya da söylenmesin, hak edenler için eninde sonunda vaki olacak mükâfat.
Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun ve Allah, bizleri zalimlerden eylemesin.
muaviye ve onun o makama gelmesine katkıda bulunanlara gelsin.
iki ayyaş için söylenecek söz.
latin harfleri ile bile birşeye benzemeyen manasız söz yumağı
Her gün Türk düşmanları için söylediğim sözdür.
çamaşır makinesi ses çıkarması topuz modelleri kapalı huawei hoparlör cızırtı hususi otomobil fiat doblo kurbağalıdere parkı ecele sitem melih gokcek jelibon 9 sınıf 2 dönem 2 yazılı almanca 150 rakı fiyatı 2020 parkour 2d en iyi uçlu kalem markası hangisi doğduğun gün ayın görüntüsü hey ram vasundhara das istanbul anadolu 20 icra dairesi iletişim silifke anamur otobüs grinin 50 tonu türkçe altyazılı bir peri masalı 6. bölüm izle sarayönü imsakiye hamile birinin ruyada bebek emzirdigini gormek eşkiya dünyaya hükümdar olmaz 29 bölüm atv emirgan sahili bordo bereli vs sat akbulut inşaat pendik satılık daire atlas park avm mağazalar bursa erenler hava durumu galleria avm kuaför bandırma edirne arası kaç km prof dr ali akyüz kimdir venom zehirli öfke türkçe dublaj izle 2018 indir a101 cafex kahve beyazlatıcı rize 3 asliye hukuk mahkemesi münazara hakkında bilgi 120 milyon doz diyanet mahrem açıklaması honda cr v modifiye aksesuarları ören örtur evleri iyi akşamlar elle abiye ayakkabı ekmek paparası nasıl yapılır tekirdağ çerkezköy 3 zırhlı tugay dört elle sarılmak anlamı sarayhan çiftehan otel bolu ocakbaşı iletişim kumaş ne ile yapışır başak kar maydonoz destesiyem mp3 indir eklips 3 in 1 fırça seti prof cüneyt özek istanbul kütahya yol güzergahı aski memnu soundtrack selçuk psikoloji taban puanları senfonilerle ilahiler adana mut otobüs gülben ergen hürrem rüyada sakız görmek diyanet pupui petek dinçöz mat ruj tenvin harfleri istanbul kocaeli haritası kolay starbucks kurabiyesi 10 sınıf polinom test pdf arçelik tezgah üstü su arıtma cihazı fiyatları şafi mezhebi cuma namazı nasıl kılınır ruhsal bozukluk için dua pvc iç kapı fiyatları işcep kartsız para çekme vga scart çevirici duyarsızlık sözleri samsung whatsapp konuşarak yazma palio şanzıman arızası