lanetullahi aleyhim / Lanetullahi Aleyhim | eRevollution

Lanetullahi Aleyhim

lanetullahi aleyhim

Bayraktar Bayraklı Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur'an Meali

- Küfredip de kafir olarak ölenler var ya Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti onların üzerinedir. Çok uzun süreli olarak o laneti taşırlar; azapları hafifletilmez ve kendilerine mühlet de verilmez.

Mehmet Okuyan Kur’an Meal-Tefsir

Şüphesiz ki kâfir olanlar ve kâfir olarak

*

ölenlere gelince,

*

işte Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti onların üzerinedir.

Edip Yüksel Mesaj: Kuran Çevirisi

İnkar edip inkarcı olarak ölenler ise hem ALLAH'ın, hem meleklerin ve hem halkın lanetini kazanır.

Erhan Aktaş Kerim Kur'an

Kafir

*

olup da Kafir olarak ölen kimselere gelince; işte, Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti onların üzerinedir.

Süleymaniye Vakfı Süleymaniye Vakfı Meali

Âyetleri gizleyen ve gizlemişken ölenleri; Allah, melekleri ve bütün insanlar dışlayacaktır.

*

Ali Rıza Safa Kur'an-ı Kerim Gerçek

Kuşkusuz, nankörlük ederek, nankörler olarak ölenler; Allah'ın, meleklerin ve tüm insanların laneti, işte onların üzerinedir.

Mustafa İslamoğlu Hayat Kitabı Kur’an

Küfreden ve küfründe sonuna kadar direnip o hal üzre ölen kimselere gelince: Allah'ın, meleklerin ve tüm insanlığın lanetine uğrayacak olanlar onlardır.

Yaşar Nuri Öztürk Kur'an-ı Kerim Meali

Ayetlerimizi inkar etmiş ve küfre batmış halde ölenlere gelince; Allah'ın, meleklerin ve tüm insanların ilenci onlar üstünedir.

Ali Bulaç Kur'an-ı Kerim ve Türkçe Anlamı

Şüphesiz, inkar edip kafir olarak ölenler, Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti bunların üzerinedir.

Elmalılı (sadeleştirilmiş)

Ancak, ayetlerimizi inkar etmiş ve kafir olarak ölmüş olanlar işte, Allah'ın laneti, meleklerin laneti, insanların laneti hep onların üstüne olsun.

Muhammed Esed Kur'an Mesajı

Hakikati inkara şartlanmış olanlara ve hakikat inkarcıları olarak ölenlere gelince: Onların cezası, Allah'ın, meleklerin ve tüm (dürüst ve erdemli) insanların lanetine uğramalarıdır.

Diyanet İşleri Kur'an-ı Kerim Türkçe Meali

Fakat ayetlerimizi inkar etmiş ve kafir olarak ölmüşlere gelince, işte Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti onların üstünedir.

Elmalılı Hamdi Yazır Kur'an-ı Kerim ve Yüce Meali

amma ayatımızı inkar etmiş ve kafir olarak can vermiş olanlar işte Allahın la'neti, Meleklerin la'neti, insanları la'neti hep onların üstüne

Süleyman Ateş Kur'an-ı Kerim ve Yüce Meali

Ama ayetlerimizi inkar etmiş ve kafir olarak ölmüş olanlar, işte Allah'ın, meleklerin ve tüm insanların la'neti onların üstünedir.

Gültekin Onan

Kuşkusuz küfredip kafir olarak ölenler; Tanrı'nın, meleklerin ve tüm insanların laneti bunların üzerinedir.

Hasan Basri Çantay Kur'an-ı Hakim ve Meal-i Kerim

Hakıykat, küfredib de kendileri kafirler olarak ölenler (yok mu?) işte onlar: Allanın, meleklerine ve bütün insanlarına la'neti onların üstündedir.

İbni Kesir

Muhakkak ki küfredip de, kafir olarak ölenlere Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların la'neti işte onların üzerinedir.

Şaban Piriş Kur'an-ı Kerim Türkçe Anlamı

İnkar edip, o halde ölenler var ya işte Allah'ın, meleklerin insanların hepsinin laneti onlaradır.

Suat Yıldırım Kuran-ı Kerim ve Meali

İnkar edenler ve inkarcı olarak da ölenler var ya, İşte Allah'ın, meleklerinin ve bütün insanların laneti hep onların üstünedir.

Ahmed Hulusi Türkçe Kur'an Çözümü

Muhakkak ki kafir olup (alemlerin ve nefslerinin Allah Esma'sının açığa çıkışı olduğunu inkar edenler) ve bu anlayışla ölenlere gelince İşte Allah laneti (Allah'tan uzak düşmenin sonuçları), meleklerin laneti (nefslerini Esma kuvvelerinden ayrı düşünmenin sonuçları) ve bütün insanların laneti (onlardan uzak düşmenin sonuçları) onların üzerindedir!

Edip Yüksel (Eski Baskı) Mesaj: Kuran Çevirisi

İnkar edip inkarcı olarak ölenler ise hem ALLAH'ın, hem meleklerin ve hem halkın lanetini kazanır.

Erhan Aktaş (Eski Baskı) Kerim Kur'an

Gerçeği yalanlayarak nankörlük edip de kafir olarak ölen kimselere gelince; işte, Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti onların üzerinedir.

Rashad Khalifa The Final Testament

Those who disbelieve and die as disbelievers, have incurred the condemnation of GOD, the angels, and all the people (on the Day of Judgment).

The Monotheist Group The Quran: A Monotheist Translation

Surely, those who have disbelieved and then died as disbelievers; they will be cursed by God, and the angels, and all the people.

Edip-Layth Quran: A Reformist Translation

Surely, those who have not appreciated and then died as ingrates; they will be cursed by God, and the controllers, and all the people.

BAKARA SURESİ

 

الم

Elif lâm mîm

Elif lam mim: hak, halk, Allah, cem, hz cem, cemül cem

 

1- Elif, Lam, Mim

 

ذَلِكَ الْكِتَابُ لاَ رَيْبَ فِيهِ هُدًى لِّلْمُتَّقِينَ

Zâlikel kitâbu lâ reybe fîhi huden lil muttekîn

Zâlike : işte bu, o, işte bu kainat, işte bu varlık
el kitab: kitap, kainat kitabı, hakikatlerin sözleri
La reybe fihi : yok, şüphe, tereddüt, hata, onun hakikatlerinde,
Huden : hakikate yol gösterici, hidayet veren, sahip,
li el muttekîne: takva, fenalardan sakınıp hakikati arayan, korunan,

 

2- İşte bu kâinat bir kitaptır. Onun içindeki hakikatlerde şüphe yoktur. Fenalardan sakınıp hakikatleri arayanlar için hakikatlere yol göstericidir.

 

 الَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ وَيُقِيمُونَ الصَّلاةَ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنفِقُونَ

Ellezîne yuminûne bil gaybi ve yukîmûnes salâte ve mimmâ razaknâhum yunfikûn

Ellezine : o kimseler, müttakiler, fenalardan sakınıp hakikati arayan
Yuminun : iman etmek, inanmak,
bi el gaybi: görünmeyen, bilinmeyen
ve yukîmûne el salat: her an sâlat üzeredirler, hakka bağlılık şuuru,
ve mimmâ razakna hum: şeyler, ondan, rızık, nimetlerimiz, sıfat, onlar,
yunfikûne: infak ederler, verirler, teslim ederler

 

3- Fenalardan sakınıp hakikatleri arayanlar, görünmeyen bilinmeyene inanırlar ve her an Hakk’a bağlılık şuuruyla hareket ederler ve onlardaki nimetlerimizin sahibini bilip teslim ederler.

 

والَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِمَا أُنزِلَ إِلَيْكَ وَمَا أُنزِلَ مِن قَبْلِكَ وَبِالآخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ

Vellezîne yuminûne bi mâ unzile ileyke ve mâ unzile min kablik ve bil âhireti hum yûkınûn

Ve ellezine yuminun: o kimseler, inanır, iman eder
Bima unzile ileyke: şeye, ne, hakikatlere, bildirilen, sunulan, indirilen, sana
ve mâ unzile min kabl ke: şey, ne, indirilen, sunulan, bildirilen, senden önce
Ve bi el âhireti: sonlarına,
Hum yukınun: onlar, yakın olmak, kesin inanmak, eminlik

 

4- O kimseler; sana sunulan hakikatlere ve senden öncekilere de sunulan hakikatlere inanırlar ve onlar sonlarına da kesin inanırlar.

 

  أُوْلَئِكَ عَلَى هُدًى مِّن رَّبِّهِمْ وَأُوْلَئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ

Ulâike alâ huden min rabbihim ve ulâike humul muflihûn

Ulâike ala huden: işte onlar, dosdoğru yolu üzere, hidayet üzere
Min rabbi-him: rabbinin, onlar, kendilerini vücudlandıran,
ve ulaike hum : işte onlar, o kimseler,
el muflihun: başarılı olan, felah bulan, mutlu, özü anlayan,

 

5- İşte onlar, kendilerini vücudlandıranın dosdoğru yolu üzeredirler ve işte onlar özü anlayanlardır.

 

 إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُواْ سَوَاءٌ عَلَيْهِمْ أَأَنذَرْتَهُمْ أَمْ لَمْ تُنذِرْهُمْ لاَ يُؤْمِنُونَ

İnnellezîne keferû sevâun aleyhim e enzertehum em lem tunzirhum lâ yuminûn

İnne ellezine keferu: muhakkak, hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler
sevâun: eşittir, birdir, denk, değişmez,
Aleyhim e enzerte-hum: onları, kendilerinde olan, uyarmak, anlatmak,
Em lem tunzir-hum: veya, yada, değil, uyarmak, anlatmak, onlar
lâ yuminûne: yok, iman etmek, inanmak

 

6- Hakikatleri görmemezlikten gelenleri, onlardaki hakikatlerle onları uyarıp anlatsan da ya da onları uyarıp anlatmasan da bir şey değişmez, inanmazlar.

 

خَتَمَ اللّهُ عَلَى قُلُوبِهمْ وَعَلَى سَمْعِهِمْ وَعَلَى أَبْصَارِهِمْ غِشَاوَةٌ وَلَهُمْ عَذَابٌ عظِيمٌ

Hatemallâhu alâ kulûbihim ve alâ semıhim ve alâ ebsârihim gışâveh ve lehum azâbun azîm

Hateme Allah : kapalı, mühür, son, damga,  Allah
kulûbi-him: kalbleri, idrakleri, anlayışları, onlar
ve ala semı him: işitme, onlar
ve ala ebsar him: görmeleri, onlar
gışâvetun: perde, sis, buğu, gözü kara olmak, görememek,
ve lehum azabun elim: onlar, azap, sıkıntı, elim, acı,

 

7- Allah’ı anlama konusunda onların kalbleri kapalıdır ve onların işitmeleri ve onların görmeleri perdelidir ve onlar acı sıkıntılardadır.

 

وَمِنَ النَّاسِ مَن يَقُولُ آمَنَّا بِاللّهِ وَبِالْيَوْمِ الآخِرِ وَمَا هُم بِمُؤْمِنِينَ

Ve minen nâsi men yekûlu âmennâ billâhi ve bil yevmil âhıri ve mâ hum bi muminîn

ve min en nâsi: insanlardan,
Men yekulu amenna : kimse, kim, söyler, derler, inandık,
bi allâh: Allah&#;a
ve bi el yevmi el âhıri: sonlarına, son vakitlerine
ve ma hum bi muminîne: ve, fakat, değil, şey, ne, onlar, müminler, emin olan,

 

8- İnsanlardan, Allah’a ve sonlarının geleceği vakte inandık diyen kimseler vardır. Fakat onlar mümin değillerdir.

 

  يُخَادِعُونَ اللّهَ وَالَّذِينَ آمَنُوا وَمَا يَخْدَعُونَ إِلاَّ أَنفُسَهُم وَمَا يَشْعُرُونَ

Yuhâdiûn allâhe vellezîne âmenû ve mâ yahdeûne illâ enfusehum ve mâ yeşurûn

yuhadiun Allah : aldanmada, aldatan, kandırma, Allah,
ve ellezine amenû: o kimseler, iman eden, inanan
ve mâ yahdeûne: değil, şey, ne, aldanmak,
İllâ enfus hum: ancak, sadece, kendilerini, kişi, nefs, onlar,
ve mâ yeşurûne: şuursuz, kendilerinin ve çevrelerinin farkında olmayan

 

9- Onlar, Allah’a ve iman edenlere karşı bir aldatma içindedirler. Onlar sadece kendilerini aldatırlar ve bunun farkında değillerdir.  Onlar kendilerinin ve çevrelerinin idrakinden uzaktırlar.

 

 فِي قُلُوبِهِم مَّرَضٌ فَزَادَهُمُ اللّهُ مَرَضاً وَلَهُم عَذَابٌ أَلِيمٌ بِمَا كَانُوا يَكْذِبُونَ

Fî kulûbihim maradun fe zâde hum allâhu maradâ ve lehum azâbun elîmun bi mâ kânû yekzibûn

fî kulûbi-him : içinde, kalblerinde, anlayışlarında,
maradun: cehalet hastalığı, araz, hastalık, rahatsızlık,
Fe zade hum allâh: böylece, artık, artma, çoğalma, fazlalaşma, onlar, Allah
maradan: cehalet hastalığı, maraz, hastalık
ve lehum azabun elim: onlar, azap, sıkıntı, müşkil, elim, acı
Bima kanu yekzibûne: şeyler, sebebiyle, oldu, yalanlarda kalma, yalanlıyorlar

 

Onların kalblerinde cehalet hastalığı vardır. Öyle ki, Allah’ı anlayamadıklarından dolayı onların cehalet hastalığı artar ve onlar yalanlarda kaldıklarından dolayı acı müşkiller içindedirler.

 

 وَإِذَا قِيلَ لَهُمْ لاَ تُفْسِدُواْ فِي الأَرْضِ قَالُواْ إِنَّمَا نَحْنُ مُصْلِحُونَ

Ve izâ kîle lehum lâ tufsidû fîl ardı kâlû innemâ nahnu muslihûn

ve iza kile lehum: o zaman, olduğunda, denildi, onlara
La tufsidû : yok, fesat, yıkıcılık, tahrip, kargaşalık, ikilik,
fi el ard: yeryüzü, toprak, beden,
Kalu innemâ: derler, ancak, sadece
Nahnu muslihun: biz, ıslah eden, düzelten, reform, barıştıran

 

Onlara: Yeryüzünde fesatlık içinde olmayın denildiğinde, biz düzelteniz derler.

 

 أَلا إِنَّهُمْ هُمُ الْمُفْسِدُونَ وَلَكِن لاَّ يَشْعُرُونَ

E lâ innehum humul mufsidûne ve lâkin lâ yeşurûn

e lâ inne hum: değil mi, muhakkak, onlar
Hum el mufsidûne: onlar, ikilik, yıkıcılık, tahrip, fesat çıkaranlar
Ve lakin la yeşurune: lakin, yok, şuursuz, kendinin çevresinin farkında olmayan

 

Onlar fesatlık içinde olanlar değil midir? Fakat onlar kendilerinin ve çevrelerinin farkında değillerdir.

 

وَإِذَا قِيلَ لَهُمْ آمِنُواْ كَمَا آمَنَ النَّاسُ قَالُواْ أَنُؤْمِنُ كَمَا آمَنَ السُّفَهَاء أَلا إِنَّهُمْ هُمُ السُّفَهَاء وَلَكِن لاَّ يَعْلَمُونَ

Ve izâ kîle lehum âminû kemâ âmenen nâsu kâlû e numinu kemâ âmenes sufehâu e lâ innehum humus sufehâu ve lâkin lâ yalemûn

Ve iza kile lehum aminu: olduğunda, denildi, onlar, iman etmek, inanmak,
Kema amene el nasu: gibi, iman eden, inanan, insanlar
Kâlû e numinu: dediler, inanalım mı, iman,
Kema amene : gibi, inanan, iman eden,
el sufehâu: sefihler, akılsızlar, aklını çalıştırmayan, düşünmeyen,
e lâ inne hum: değil mi, yok, muhakkak, onlar
hum el sufehau: onlar, akılsız, sefih, aklını işletmeyen, düşünmeyen
Ve lakin la yalemûne: lakin, bilmiyorlar, bilmezler

 

Onlara: Hakikatlere inanan insanlar gibi sizde inanın denildiğinde, derler ki: Akılsızlık içinde olanlar gibi mi inanalım? Asıl akılsızlık içinde olanlar onlar değil midir? Fakat onlar bilemiyorlar.

 

وَإِذَا لَقُواْ الَّذِينَ آمَنُواْ قَالُواْ آمَنَّا وَإِذَا خَلَوْاْ إِلَى شَيَاطِينِهِمْ قَالُواْ إِنَّا مَعَكْمْ إِنَّمَا نَحْنُ مُسْتَهْزِؤُونَ

Ve izâ lekûllezîne âmenû kâlû âmennâ ve izâ halev ilâ şeyâtînihim kâlû innâ meakum innemâ nahnu mustehziûn

ve izâ leku ellezine amenu: olduğu zaman, karşılaşmak, inananlarla, iman edenler
Kalu âmennâ: derler, biz inandık, iman ettik,
ve izâ halev : olduğu zaman, yalnız, boşluk, yoksun,
ilâ şeyatini him: ancak, şeytani halleri, kendi şeytanlarıyla
Kâlû inna mea kum: dediler, biz, beraber, birlikte, siz,
İnnema nahnu : ancak, sadece, doğrusu, biz,
mustehziûn: alay edenler, önemsemeyen

 

İman edenlerle karşılaştıklarında, biz de iman ettik, derler ve kendileri gibi şeytani hallerde olanlarla beraber olduklarında, biz onları önemsemedik sadece alay ettik, derler.

 

اللّهُ يَسْتَهْزِئُ بِهِمْ وَيَمُدُّهُمْ فِي طُغْيَانِهِمْ يَعْمَهُونَ

Allâhu yestehziu bihim ve yemudduhum fî tugyânihim yamehûn

Allâhu yestehziu bihim: Allah, alay etmek, önemsememek, onlarla
ve yemuddu-hum: zaman, belirli, mühlet
Fi tugyani him : içinde, azgınlık, zulüm, haddi aşmışlık,
yamehun: inat, isyan, ikilik, şaşkınlık, şaşırmış, oyalanma,

 

Onlar halleriyle Allah’ı önemsemeyenlerdir. Onlar zamanlarını, haddi aşmışlık ve ikilik çıkaran haller içinde geçirirler.

 

أُوْلَئِكَ الَّذِينَ اشْتَرُوُاْ الضَّلاَلَةَ بِالْهُدَى فَمَا رَبِحَت تِّجَارَتُهُمْ وَمَا كَانُواْ مُهْتَدِينَ

Ulâikellezîneşterevûd dalâlete bil hudâ fe mâ rabihat ticâretuhum ve mâ kânû muhtedîn

Ulâike ellezine : işte, o kimseler, o halde olanlar,
işterevu : satın almak, tercih etmek,
el dalâlete : dalalet, hakikatlerden sapma,
bi el huda: yol bulma, hidayet, hakk yolu üzere,
Fe ma rabihat: sonra, kazanamamak, kar, bir şey elde edememek
ticâretu-hum: alış veriş, hakikatleri anlamak, talep, ticaret, onlar
ve ma kanu muhtedîne: olmadı, olmaz, hakka yol bulan, hidayette olanlar,

 

İşte o hâlde olan kimseler; Hakk’a yol bulma yerine hakikatlerden sapmayı tercih ettiler. Sonra da onlar hakikatlerden bir şey elde edemediler ve onlar Hakk’a yol bulamadılar.

 

مَثَلُهُمْ كَمَثَلِ الَّذِي اسْتَوْقَدَ نَاراً فَلَمَّا أَضَاءتْ مَا حَوْلَهُ ذَهَبَ اللّهُ بِنُورِهِمْ وَتَرَكَهُمْ فِي ظُلُمَاتٍ لاَّ يُبْصِرُونَ

Meseluhum ke meselillezistevkade nârâ fe lemmâ edâet mâ havlehu zeheballâhu bi nûrihim ve terekehum fî zulumâtin lâ yubsirûn

meselu-hum: misal, durum, halleri, onlar
Ke meseli ellezi : gibi, misal, durum, o kimseler,
İstevkade : tutuşturulmuş, yakılmış, ateş yakan
naren: ateş, aydınlık, nur, ışığı görmek,
Fe lemma edâet: artık, sonra, olduğunda, aydınlattı, yanar, ışık saçar
Mâ havle hu : şey, ne, değil, etrafı, güç, kuvvet, çevre, her varlık,
Zeheb : altın, giderdi, yok etmek, görememek, kaybetmek,
Allah bi nuri him: Allah, nur, aydınlık, ışık, onlar, kendindeki nuru,
ve tereke-hum: terk, bırakmak, uzaklaşmak, onlar
Fi zulumât : içinde, karanlık, cehaletin karanlığında,
la yubsirun: yok, görmek, göremeyen, idrak edemeyn,

 

Onların durumu ateş yakan kimseler gibidir, onlar o ateşin ışığını görürler, fakat onlar kendilerindeki Allah’ın nurunu, her varlıktaki o gücü göremezler ve onlar hakikatlerden uzaklaşmakla cehaletin karanlığında kalıp hakikatleri göremeyenlerdir.

 

صُمٌّ بُكْمٌ عُمْيٌ فَهُمْ لاَ يَرْجِعُونَ

Summun bukmun umyun fe hum lâ yerciûn

Summun bukmun : sağır, hakikatleri işitemeyen, konuşamayan,
umyun: göremeyen, âmâ, hakikati göremeyen,
Fe hum la yerciune: artık, onlar, yok, dönmek, asliyetine dönmek

 

O hâlde olanlar; hakikatleri işitemeyen, hakikatleri konuşamayan, hakikatleri göremeyenlerdir, artık onlar asliyetlerini anlamaktan uzaktırlar.

 

أَوْ كَصَيِّبٍ مِّنَ السَّمَاء فِيهِ ظُلُمَاتٌ وَرَعْدٌ وَبَرْقٌ يَجْعَلُونَ أَصْابِعَهُمْ فِي آذَانِهِم مِّنَ الصَّوَاعِقِ حَذَرَ الْمَوْتِ واللّهُ مُحِيطٌ بِالْكافِرِينَ

Ev ke sayyibin mines semâi fîhi zulumâtun ve radun ve berk yecalûne esâbiahum fî âzânihim mines savâiki hazaral mevt ve allâhu muhîtun bil kâfirîn

ev ke sayyibin : veya, ya da, gibi, yağmur, yağmak, şiddetli gelen,
min el sema: semadan, gökten, ulvi âlemden,
fî-hi zulumatun: onun içinde, karanlık,
ve radun : gök gürültüsü, şiddetli ses, kudretli ses,
ve berkun: şimşek, katı, sağlam, zinetlenme, göğüs,
Yecalûne esabia hum: kılarlar, yaparlar, tıkarlar, parmaklarını, onlar
fi azani him: kulaklarının içine, kulaklarına
min es savâiki: yıldırımlardan, şimşek,
Hazara el mevt: korku, ölüm, idraksizlik içinde olan,
ve Allâh muhit : Allah, ihata eden, kuşatan, tecellileriyle saran,
bi el kafirin: hakikatleri görmemezlikten gelenler, örtenler

 

Ya da onların durumu, bir karanlık içinde gökten şiddetli yağan yağmur ile birlikte gök gürültüsü ve şimşeklerin çakmasıyla, ölüm korkusundan kulaklarını parmaklarıyla tıkayanlar gibidir. Oysa ki onlar hakikatleri görmemezlikten gelip örtseler de, Allah onları da tecellileriyle ihata etmiştir.

 

يَكَادُ الْبَرْقُ يَخْطَفُ أَبْصَارَهُمْ كُلَّمَا أَضَاء لَهُم مَّشَوْاْ فِيهِ وَإِذَا أَظْلَمَ عَلَيْهِمْ قَامُواْ وَلَوْ شَاء اللّهُ لَذَهَبَ بِسَمْعِهِمْ وَأَبْصَارِهِمْ إِنَّ اللَّه عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ

Yekâdul berku yahtafu ebsârehum kullemâ edâe lehum meşev fîhi ve izâ azleme aleyhim kâmû ve lev şâellâhu le zehebe bi semihim ve ebsârihim innallâhe alâ kulli şeyin kadîr

Yekâdu el berk : neredeyse, şimşek, elektirik, ışık, sağlam,
yahtafu: kaçırır, kamaşma,
ebsâre-hum: bakışların, onların gözleri
Kullemâ edae lehum: her zaman, her defa, aydınlatan, aydınlık, onlar,
Meşev fî-hi: yürümek, gitmek, ilerlemek, onun içinde, onunla,
ve izâ azleme aleyhim : ise, olduğunda, karanlığında, onlarda,
kamu: hep, bütün, her şey, kalakalmak,
Ve lev şae allâh: eğer, istek, anlamak, Allah
le zehebe : elbette, gidermek, gitmek, yok etmek,
bi semi him: işitmek, anlamak, onlar,
ve ebsâri-him: bakıp görmek, anlamak, idrak, dikkatlice bakmak,
İnne allah: muhakkak, Allah
Ala kullu şeyin kadirun: bütün her şey, kudret, güç

 

Onların bakışları ışığın etkisinden kamaşır. Oysa onlara her zaman hakikatlerin aydınlığında ilerlemek vardır. Fakat onlar cehaletin karanlığında oldukları yerde kalırlar. Eğer onlar Allah’ı anlamak isteseler, elbette cehalet hallerini giderirler, hakikatleri işitirler ve onlar, muhakkak ki Allah’ın bütün her şeydeki kudret olduğunu anlarlardı.

 

 يَا أَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُواْ رَبَّكُمُ الَّذِي خَلَقَكُمْ وَالَّذِينَ مِن قَبْلِكُمْ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ

Yâ eyyuhen nâsubudû rabbekumullezî halakakum vellezîne min kablikum leallekum tettekûn

yâ eyyuhâ el nas: ey insanlar
Abudû rabbe kum: kulluk, rabbiniz, sizi vücudlandıran,
Ellezi halaka-kum: ki o, halk etti, yarattı, siz
ve ellezine min kabl kum: o kimseler, onlar, sizden önce
lealle-kum tettekune : umulur ki, siz, fenalardan sakınır, ortak koşmazsınız, takva

 

Ey insanlar! Sizi vücudlandıranın kulu olduğunuzu anlayın. Sizleri ve sizlerden öncekileri de halkeden O’dur. Umulur ki siz fenalardan sakınır, ortak koşmazsınız.

 

   الَّذِي جَعَلَ لَكُمُ الأَرْضَ فِرَاشاً وَالسَّمَاء بِنَاء وَأَنزَلَ مِنَ السَّمَاء مَاء فَأَخْرَجَ بِهِ مِنَ الثَّمَرَاتِ رِزْقاً لَّكُمْ فَلاَ تَجْعَلُواْ لِلّهِ أَندَاداً وَأَنتُمْ تَعْلَمُونَ

Ellezî ceale lekumul arda firâşen ves semâe binââ ve enzele mines semâi mâen fe ahrece bihî mines semarâti rızkan lekum fe lâ tecalû lillâhi endâden ve entum talemûn

Ellezi ceale lekum: ki o, kıldı, yaptı, düzenledi, sundu, siz,
El ard firaşen: yeryüzü, yaymak, döşek, yatak, serilen
ve el semâe : sema, gökyüzü, ulvi alem,
binaen: düzenledi, bina, kurdu,
ve enzele : sundu, indirdi, verdi,
min semai maen: gök, gökyüzü, ulvi alem, su, ilim,
Fe ahrece bihi : böylelikle, çıkardı, ihraç, oradan,
Min el semarâti: ürünler, yemiş, mahsuller
Rızkan lekum: rızık, fayda, yarar, siz,
Fe la tecalu : artık, yok, yapmak, kılmak,
li Allâh endaden: Allah&#;a, Allah için, eş, benzer, ortak
ve entum talemun: siz, bilenlerden olun,

 

Ki O’dur; sizi sıfatlarıyla düzenleyen, yeryüzünü yayıp döşeyen ve gökyüzünü kuran ve gökten suyu indiren, sonra da onunla ürünler çıkartan. Sizler onlardan faydalanırsınız. Artık Allah’a eş koşmayın ve siz bilenlerden olun.

 

  وَإِن كُنتُمْ فِي رَيْبٍ مِّمَّا نَزَّلْنَا عَلَى عَبْدِنَا فَأْتُواْ بِسُورَةٍ مِّن مِّثْلِهِ وَادْعُواْ شُهَدَاءكُم مِّن دُونِ اللّهِ إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ

Ve in kuntum fî reybin mimmâ nezzelnâ alâ abdinâ fetû bi sûretin min mislihî vedû şuhedâekum min dûnillâhi in kuntum sâdıkîn

ve in kuntum fi reybin: eğer, siz iseniz, şüphe içinde, tereddüt,
mimma nezzelna : şeyden, hangi, indirilen, sunulan, biz,
Ala abdi na: üzerine, için, göre, kul, köle, mahluk, insan, biz
fe utu : sonrada, gelmek, getirmek, yapmak, incelemek,
bi suret : suret, biçim, sekil, tarz, dış yüz,
min misli-hi: benzeri, misli aynı, onun gibi
ve udu : davet, çağrı, talep, arayın, anlamak için davet,
şuhedae kum: bilip gören, şahit olmak, görmek, siz,
min dûni Allâh : ona ait, ondan başka, ona ait hakikatler, Allah
in kuntum sadıkin: eğer, siz iseniz, doğru söyleyen, sadık, sadakat

 

Eğer sunduğumuz şeylerden şüpheniz varsa, kullarımızın üzerlerindeki niteliklere bakın. Sonra da suretleri tutan o benzer tecellileri inceleyin ve eğer siz sadakatle bağlı olmak istiyorsanız, Allah’a ait olan her yerdeki tecellileri görün anlayın.

 

فَإِن لَّمْ تَفْعَلُواْ وَلَن تَفْعَلُواْ فَاتَّقُواْ النَّارَ الَّتِي وَقُودُهَا النَّاسُ وَالْحِجَارَةُ أُعِدَّتْ لِلْكَافِرِينَ

Fe in lem tefalû ve len tefalû fettekûn nârelletî vakûduhân nâsu vel hicâratu uiddet lil kâfirîn

fe in lem tefalû: böylece, eğer, değil, yapmak, işlemek, fâil olan,
ve len tefalû: değil, asla, yapmak, yaparsınız, fâil olan,
fe itteku : bundan sonra, artık, sakının,
el nar: yakıcı, ateş, cehaletin yakıcı ateşi
Elleti vakudu ha el nâsu: ki o, yakıt, yakan, onun, insanlar
ve el hicaratu : uzaklaşmak, taş, taşlaşmış,
uiddet: bırakmak, katı, hazır, vardır, o halde kalmak,
li el kâfirîne: içinde, hakikatleri görmeyip örtenler,

 

Böylece fâil olanın siz olmadığınızı anlarsınız. Ki fâil olan siz değilsiniz. Bundan sonra insanları yakan o cehalet ateşinden sakının. Hakikatleri görmemezlikten gelip örtme hallerinin içinde olursanız, o cehaletin taşlaşmış hallerinde olursunuz.

 

وَبَشِّرِ الَّذِين آمَنُواْ وَعَمِلُواْ الصَّالِحَاتِ أَنَّ لَهُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِن تَحْتِهَا الأَنْهَارُ كُلَّمَا رُزِقُواْ مِنْهَا مِن ثَمَرَةٍ رِّزْقاً قَالُواْ هَذَا الَّذِي رُزِقْنَا مِن قَبْلُ وَأُتُواْ بِهِ مُتَشَابِهاً وَلَهُمْ فِيهَا أَزْوَاجٌ مُّطَهَّرَةٌ وَهُمْ فِيهَا خَالِدُونَ

Ve beşşirillezîne âmenû ve amilûs sâlihâti enne lehum cennâtin tecrî min tahtihel enhâr kullemâ ruzikû minhâ min semeretin rızkan kâlû hâzellezî ruzıknâ min kabl ve utû bihî muteşâbihâ ve lehum fîhâ ezvâcun mutahharatun ve hum fîhâ hâlidûn

ve beşir ellezîne âmenû: müjdele, bildir, sevindir, iman edenlere,
ve amilû el salihat: dosdoğru hak yolunda çalışanlara, iyi çalışmalarda olan
Enne lehum cennâtin: olduğu, onlar, cennetler, huzurlar, mutluluk,
Tecri mim tahtiha: vardır, iletilen, yapılan, akar, makamlarında
enhâru: akıp giden ilim, nehirler
Kullemâ ruziku minha : her an, hepsi, her seferinde, fayda, yarar, oradan,
min semeretin : ürün, netice, sonuç, verim,
rızkan: fayda, elde edilen, fayda, nimet
Kâlû haza ellezi: dediler, bu, ki o,
Rızık na min kablu: fayda, yarar, nimet, biz, önceden, ilk andan beri,
ve utû bihi : verildi, sunuldu, orada,
muteşâbih: teşbih, özü aynı görünüşleri farklı, benzerlik
ve lehum fî-hâ ezvâcun: onlar, orada, onun içinde, eş, tür, sınıf, aynı yolda olan
mutahharatun: tertemiz, temiz olan, temizlenmek,
ve hum fiha hâlidûne: onlar, orada, o hakikatler, devamlı, sürekli

 

İman edenlere ve dosdoğru iyi çalışmalarda bulunanlara bildir: Onlara huzur vardır, makamlarında akıp giden bir ilim vardır, her an o ilimden faydalanmak vardır, o yararlandıklarından verim almak vardır. Derler ki: Bizi ilk andan beri faydalandıran ve benzer güzellikler sunan O’dur. Onlarla aynı yolda olanlara temizlenmek vardır ve onlar devamlı o hakikatlerle hareket ederler.

 

إِنَّ اللَّهَ لاَ يَسْتَحْيِي أَن يَضْرِبَ مَثَلاً مَّا بَعُوضَةً فَمَا فَوْقَهَا فَأَمَّا الَّذِينَ آمَنُواْ فَيَعْلَمُونَ أَنَّهُ الْحَقُّ مِن رَّبِّهِمْ وَأَمَّا الَّذِينَ كَفَرُواْ فَيَقُولُونَ مَاذَا أَرَادَ اللَّهُ بِهَذَا مَثَلاً يُضِلُّ بِهِ كَثِيراً وَيَهْدِي بِهِ كَثِيراً وَمَا يُضِلُّ بِهِ إِلاَّ الْفَاسِقِينَ

İnnallâhe lâ yestahyî en yadribe meselen mâ beûdaten fe mâ fevkahâ fe emmellezîne âmenû fe yalemûne ennehul hakku min rabbihim ve emmellezîne keferû fe yekûlûne mâzâ erâdallâhu bi hâzâ meselâ yudıllu bihî kesîran ve yehdî bihî kesîrâ ve mâ yudıllu bihî illel fâsıkîn

İnne Allah la yestahyi: muhakkak, şüphesiz, Allah, yok, belirtmek, işaret,
en yadribe: vurmak, ilişkilendirmek, anlatmak, hakikati göstermek
meselen: misal, örnek, vurgu
mâ beûdaten: ne, şey, değil, sivrisinek
Fe ma fevka-hâ: öyle ki, fakat, şey, ne, değil, onun üstünde, büyük
Fe emma ellezîne âmenû: ama, iman edenler
Fe yalemûne enne hu: artık, bilirler, olduğu, onun
El hakk : hakk, gerçek, doğru, hakikatler
min rabbi-him: Rabbi, vücudlandıran, onlar, kendileri,
ve emmâ ellezine keferu: fakat, ama, hakikatleri örtenler, görmemezlikten gelenler
Fe yekûlûne : artık, böylece, derler, söylerler
Mâzâ erade Allah : ne, bu, irade, Allah,
Bi haza mesel yudıllu: bununla, bu, misal, vurgu, durum, sapar,
bihi kesîran: onda, onunla, çoğu, çok, kesret
ve yehdî bihi kesiran: yol bulur, onunla, hakikatlere yol bulur, çoğu, çok
ve mâ yudıllu: değil, şey, ne, dalalet, doru yoldan ayrılan, sapmayan,
bi-hi illa fasikin: onunla, ancak, başka, sadece, fasık, çıkan, sapan, bölen, ikilik çıkaran

 

Sivrisinekte ve ondan büyük şeylerde de ne varsa, şüphesiz Allah’ın işaretlerinden başka bir şey yoktur. Bu örneklerle hakikatler gösterilir. İman eden kimseler her yerde kendilerini vücudlandıranın hakikatleri olduğunu bilirler. Fakat hakikatleri görmemezlikten gelenler, Allah’ın iradesi nedir ki, diye söylerler. Bu misallerle birçoğu, hakikatlerden kendi anlayışlarına saparlar ve birçoğu da hakikatlere yol bulurlar. Hakikatleri bırakıp kendi anlayışlarına sapanlardan başkası doğru yoldan sapmaz.

 

الَّذِينَ يَنقُضُونَ عَهْدَ اللَّهِ مِن بَعْدِ مِيثَاقِهِ وَيَقْطَعُونَ مَا أَمَرَ اللَّهُ بِهِ أَن يُوصَلَ وَيُفْسِدُونَ فِي الأَرْضِ أُولَئِكَ هُمُ الْخَاسِرُونَ

Ellezîne yenkudûne ahdallâhi min ba’di mîsâkıh ve yaktaûne mâ emerallâhu bihî en yûsale ve yufsidûne fîl ard ulâike humul hâsirûn

ellezîne yenkudûne : onlar, bozar, kırmak,
ahdi Allâh : söz, ahd, Allah
Min badi misakı-hi: sonra, uzak, misak, o
ve yaktaûne : keserler, uzaklaşırlar, ayırırlar, ikilikte kalırlar,
ma emr Allah : ne, şey, değil, işleyiş, emir, hüküm, Allah
Bihi en yûsale: ona, varmak, ulaşmak, anlamak, ulaştırmak
ve yufsidune fî el ardı: fesat, bozguncu, ikilik çıkaran, yeryüzünde
Ulâike hum el hasirin: işte onlar, hüsran, kaybeden, başarısız,

 

Allah’a söz verdikten sonra sözlerini bozan o kimseler, Allah’ın işleyişini anlamaktan uzaklaşırlar ve yeryüzünde bozgunculuk yapıp ikilik çıkarırlar. İşte onlar başarısız olanlardır.

 

كَيْفَ تَكْفُرُونَ بِاللَّهِ وَكُنتُمْ أَمْوَاتاً فَأَحْيَاكُمْ ثُمَّ يُمِيتُكُمْ ثُمَّ يُحْيِيكُمْ ثُمَّ إِلَيْهِ تُرْجَعُونَ

Keyfe tekfurûne billâhi ve kuntum emvâten fe ahyâkum summe yumîtukum summe yuhyîkum summe ileyhi turceûn

keyfe tekfurûne : nasıl, görmemezlikten gelmek, örtmek, kabul etmemek
bi Allah : Allah’ı, Allah ile, Allah’ın sizde olduğunu,
ve kuntum emvaten: siz idiniz, oldunuz, ölü, henüz yok iken,
Fe ahyâ-kum: sonra, sizi diriltti, dünyaya getirdi,
Summe yumitu kum: sonra, sınırlamak, ölü, siz
Summe yuhyi-kum: sonra, hayat, diri, diriltecek, siz
Summe ileyhi turceun: sonra, ona, aslınız olan ona döndürüleceksiniz

 

Allah’ı nasıl olur da görmemezlikten gelirsiniz. Siz ölü bir hâlde idiniz, sonra siz hayat buldunuz, sonra siz ölümü anlayacaksınız, sonra siz diriliği anlayacaksınız, sonra da aslınız olan O’na döndürüleceksiniz.

 

هُوَ الَّذِي خَلَقَ لَكُم مَّا فِي الأَرْضِ جَمِيعاً ثُمَّ اسْتَوَى إِلَى السَّمَاء فَسَوَّاهُنَّ سَبْعَ سَمَاوَاتٍ وَهُوَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ

Huvellezî halaka lekum mâ fîl ardı cemîan summestevâ iles semâi fe sevvâhunne seba semâvât ve huve bi kulli şeyin alîm

huve ellezi halaka lekum: o ki, yarattı, halk etti, sizi,
Ma fî el ardı : şey, ne, değil, yeryüzünde, birlik, bütünlük, hepsi, tüm,
cemian: birlik, bütünlük, hepsi, tüm varlık,
Summe estevâ: sonra, düzenledi, yöneldi, istiva, eşit olma, dosdoğru
İlâ el semai: gökler, sema, ulvi alem
Fe sevvâhunne: güzelce düzenledi, eşit kıldı, doğru, adaletli, onlarda,
Seba semavat: yedi, ulvi, gökleri, kişinin üzerinizdeki yücelikler, ulviyet
ve huve bi kull şeyin alim: o, bütün her şey, ilmin sahibi, ilmiyle vareden

 

Ki O’dur sizi ve yeryüzünde ne varsa hepsini halkeden. Sonra gökleri bir istikamette düzenleyen ve onlarda olan her şeyi, yücelikleri gösterir bir şekilde güzelce düzenleyen ve O’dur bütün her şeyi ilmiyle vareden.

 

وَإِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلاَئِكَةِ إِنِّي جَاعِلٌ فِي الأَرْضِ خَلِيفَةً قَالُواْ أَتَجْعَلُ فِيهَا مَن يُفْسِدُ فِيهَا وَيَسْفِكُ الدِّمَاء وَنَحْنُ نُسَبِّحُ بِحَمْدِكَ وَنُقَدِّسُ لَكَ قَالَ إِنِّي أَعْلَمُ مَا لاَ تَعْلَمُونَ

Ve iz kâle rabbuke lil melâiketi innî câilun fîl ardı halîfeh kâlû e tecalu fîhâ men yufsidu fîhâ ve yesfikud dimâe ve nahnu nusebbihu bi hamdike ve nukaddisu leke kâle innî alemu mâ lâ tâlemûn

ve iz kâle rabbu-ke: demişti, bildirdi, rabbin, seni vücudlandıran,
li el melâiketi: güç, kuvve, melek, her varlıktaki güç,
İnni câilun: ben, kılan, yapan, düzenleyen
fî el ardı halifeten : yeryüzünde, ardından gelen, devam eden, halife
Kalu e tecalu fiha: dediler, belirtti, kılmak, yapmak, orada, o halde
Men yufsidu fî-hâ: kim, kimse, fesat, ikilik, bozguncu, orada
ve yesfiku el dimae : döken, kan, damla,
Ve nahnu nusebbihu: biz, tesbih ediyoruz, tecellileriz, sıfatları idrak etmek
bi hamdi-ke: hamd ile, hamdinle, sen,
ve nukaddisu leke: biz, kutsal, takdis, mukaddes, değerler, seni,
Kale innî alemu: dedi, ben, bilmek, ilmin sahibi
mâ lâ tâlemûne: değil, şey, ne, yok, bilmediğiniz şeyleri

 

Rabbin; tüm varlıktaki gücün sahibi, tüm varlığı düzenleyen, yeryüzünde devam edip giden Benim diye bildirdi. Kim yeryüzünde ikilik, bozgunculuk yapar ve kan dökücü olursa hakikatleri anlayamaz diye bildirildi. Sen varlıktaki tüm niteliklerinin sahibini bilerek, tecellilerimizi idrak ederek Bizi anla. Kendindeki Bize ait olan değerleri anla. Bilemediğiniz şeylerdeki ilmin sahibi Benim, diye bildirdi.

وَعَلَّمَ آدَمَ الأَسْمَاء كُلَّهَا ثُمَّ عَرَضَهُمْ عَلَى الْمَلاَئِكَةِ فَقَالَ أَنبِئُونِي بِأَسْمَاء هَؤُلاء إِن كُنتُمْ صَادِقِينَ

Ve alleme âdemel esmâe kullehâ summe aradahum alel melâiketi fe kâle enbiûnî bi esmâi hâulâi in kuntum sadikîn

ve alime ademe : alim, bilgi, bilen, bilim, ilim, fen, öğretti, adem,
El esma : isimler, adlar, namlar, işaretler, işitmeler, dinlemeler,
kulle-hâ: onun hepsi, bütün varlık,
Summe arada hum: sonra, arz etmek, bildirmek, anlatmak, onlar, etrafındakiler
Ala el melâiketi: için, göre, hazır, karşı, güç, kuvve, melekler,
Fe kale enbiu ni: artık, dedi, haber vermek, bildirmek, bildirdiğim,
bi esmâe haulai: isimleri ile, tecellileri, işitmeleri, bunlar, onlar
in kuntum sadıkin: eğer, siz iseniz, doğru söyleyen, sadık, içren bağlanan

 

Âdem, bir ilim içinde bütün varlığı isimlendirdi. Sonra varlıktaki gücü etrafındakilere anlattı. Sonra da, eğer sizler içtenlikle bağlanmak istiyorsanız, bildirdiğim varlığın isimlerinin hakikatlerini anlayın, dedi.

 

قَالُواْ سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا إِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا إِنَّكَ أَنتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

Kâlû subhâneke lâ ilme lenâ illâ mâ allemtenâ inneke entel alîmul hakîm

kalu subhane ke: dedi, belirtti, noksan sıfatlardan münezzeh olan, sen
La alim lena: yok, ilim, bilgi, bizim,
illa ma allemte na: başka, ancak, değil, şey, bilgi, ilim, biz
inne-ke: muhakkak, sen
Ente el alim : sensin, ilmiyle vareden, ilmin sahibi,
el hakim: varlığa hakim olan, hükmün sahibi,

 

Âdem dedi ki: Sen noksan sıfatlardan münezzehsin, bizim ilmimiz yoktur, biz ancak senin ilmine tâbiyiz. Muhakkak ki sen ilmin sahibisin, tüm varlığa hâkim olansın.

 

قَالَ يَا آدَمُ أَنبِئْهُم بِأَسْمَآئِهِمْ فَلَمَّا أَنبَأَهُمْ بِأَسْمَآئِهِمْ قَالَ أَلَمْ أَقُل لَّكُمْ إِنِّي أَعْلَمُ غَيْبَ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ وَأَعْلَمُ مَا تُبْدُونَ وَمَا كُنتُمْ تَكْتُمُونَ

Kâle yâ âdemu enbihum bi esmâihim, fe lemmâ enbeehum bi esmâihim kâle e lem ekul lekum innî alemu gaybes semâvâti vel ardı ve alemu mâ tubdûne ve mâ kuntum tektumûn

kâle yâ âdemu: dedi, bildirildi, ey adem
Enbi hum : haber ver, bildir, onlar,
bi esmai him: isimler, işaret, delili, belirtisi, onlar, etrafındakiler
fe lemmâ enbee hum: olunca, olduğu zaman, bildirme, haber vermek, onlar
bi esmâi-him: isimler, onlar
Kale e lem ekul lekum: dedi, değil mi, olmaz mı, demek, söylemek, sizin, size
inni alemu gaybe: ben, imin sahibi, bilinmeyen görünmeyen
El semavat ve el ardı: gökler, ulvi alem ve arz, yeryüzü, toprak
ve alemu : bilen, ilmin sahibi,
ma tubdune: açıkğa çıkan ne varsa, açıklamak, ortada olan
ve ma kuntum tektumûne: kapatıcı, gizlemek, örtmek, göremediğiniz şeyler,

 

Ey Âdem! Etrafındakilere o isimlendirdiklerini bildir, diye bildirildi. Böylece o etrafındakilere isimlendirdiği varlıkların isimlerini bildirdi. Rabbin onlara: Gökleri ve yeri, bilinmeyen görünmeyenleri ilmiyle vareden ve açığa çıkan ne varsa ve sizin göremediğiniz şeylerdeki ilmin sahibi, Ben değil miyim, diyerek bildirdi.

 

وَإِذْ قُلْنَا لِلْمَلاَئِكَةِ اسْجُدُواْ لآدَمَ فَسَجَدُواْ إِلاَّ إِبْلِيسَ أَبَى وَاسْتَكْبَرَ وَكَانَ مِنَ الْكَافِرِينَ

Ve iz kulnâ lil melâiketiscudû li âdeme fe secedû illâ iblîs ebâ vestekbere ve kâne minel kâfirîn

ve iz kulna : demiştik, bildirdik, hissiyat verdik,
li el melaiket: demiştik, melek, güç, kuvve, her varlıktaki güç,
Escudu li Adem : secde, teslimiyet, Adem&#;e
Fe secedu : böylece, tüm varlığıyla teslim oldu, secde etti,
illa iblis : ancak, libas, surette kalan, dış elbise, dış yüzde kalan,
eba: uymadı, yapmadı, kaçındı,
ve istekbere: kibirlendi, büyüklendi
ve kâne min el kâfirîne: oldu, hakikatleri örten, görmemezlikten gelen,

 

Âdem’e; tüm varlıktaki gücü anla, tüm varlığınla bir teslimiyet içinde ol, diye bildirdik. Böylece o tüm varlığıyla teslim oldu. Ancak, varlığın dış yüzünde kalıp iç yüzünü göremeyen, tüm varlıktaki gücü anlayamayan ise, teslim olmaktan kaçınır ve bir kibirlilik içinde kalır ve hakikatleri görmemezlikten gelenlerden olur.

 

وَقُلْنَا يَا آدَمُ اسْكُنْ أَنتَ وَزَوْجُكَ الْجَنَّةَ وَكُلاَ مِنْهَا رَغَداً حَيْثُ شِئْتُمَا وَلاَ تَقْرَبَا هَذِهِ الشَّجَرَةَ فَتَكُونَا مِنَ الْظَّالِمِينَ

Ve kulnâ yâ âdemuskun ente ve zevcukel cennete ve kulâ minhâ ragaden haysu şitumâ ve lâ takrabâ hâzihiş şecerete fe tekûnâ minez zâlimîn

ve yâ âdem : ey Âdem,
uskun : iskan, mesken, yerleşme, oturma, orada bulunmak
Ente ve zevc ke : sen ve eş, aynı yolda olan, eşlik eden, benzer, cins, tür,
el cennet: huzur, bahçe, mutluluk,
ve kula minha : beslenme, fayda, yararlanmak, ondan
ragaden : refah, genişlik, kolaylık, bolluk, bereket, geçim kolaylığı
Haysu şituma : her yerden, istek, arzu, gaye,
Ve lâ takraba hazihi: yok, yakınlık, bu, ona sahiplenme, kendine nisbet etme
el şecerete: şecere, soy, aslınız, soyunun geldiği yer, ağaç
fe tekûnâ min el zalimin : yoksa, o zaman, zalimlerden olursunuz,

 

Ey Âdem! Sen ve eşin, yaşadığınız yerde huzur içinde olun. İstediğiniz her yerde, size refah getirecek olan o hakikatlerden yararlanın. Varlığınızın geldiği öze olan o yakınlığı yok etmeyin, o özü kendinize nisbet etmeyin. Yoksa zalimlerden olursunuz.

 

فَأَزَلَّهُمَا الشَّيْطَانُ عَنْهَا فَأَخْرَجَهُمَا مِمَّا كَانَا فِيهِ وَقُلْنَا اهْبِطُواْ بَعْضُكُمْ لِبَعْضٍ عَدُوٌّ وَلَكُمْ فِي الأَرْضِ مُسْتَقَرٌّ وَمَتَاعٌ إِلَى حِينٍ

Fe ezellehumâş şeytânu anhâ fe ahrecehumâ mimmâ kânâ fîh ve kulnâhbitû badukum li badin aduvv ve lekum fîl ardı mustekarrun ve metâun ilâ hîn

fe ezelle huma : fakat, geçmiş, geldiği yeri, özleri, ezeli, onlar,
el şeytan: şeytani haller, kötülük, benlik halleri,
an-hâ: ondan, oradan
Fe ahrece-humâ: artık, ihraç, dışarı, çıkardı, onlar, ikilik,
mimmâ kane fihi: şeyden, oldu, içinde,
Kulna ıhbutu : dedi, inin, ileri gitme,
badukum li badın aduv: sizin bir kısmınız, bir kısmınıza, birbirinize, düşman
ve lekum fi el ard : sizin için, yeryüzü,
mustekar: kalma, kararlı olmak, yerleşme yeri, barınma,
ve metâun ila hinin: meta, geçinme, yarar, fayda, bir zamana kadar

 

Fakat onlar; şeytani hallerine uydular, geldikleri yer olan özlerini unuttular, böylece onlar bulundukları makamdan dışarı çıktılar. Bildirdik: Siz ileri giderek birbirinizin düşmanı oldunuz. Yeryüzü sizler için bir barınma yeridir ve bir zamana kadar faydalanma vardır.

 

فَتَلَقَّى آدَمُ مِن رَّبِّهِ كَلِمَاتٍ فَتَابَ عَلَيْهِ إِنَّهُ هُوَ التَّوَّابُ الرَّحِيمُ

Fe telekkâ âdemu min rabbihî kelimâtin fe tâbe aleyh innehu huvet tevvâbur rahîm

fe telekkâ âdem: sonra, telakki etti, anlama, öğrenme, idrak etti, âdem
min rabb hi : Rabbinin, kendini vücudlandıran,
kelimat: kelime, tecelli, hakikatler
fe tâbe aleyhi: böylece, tövbe, yaptığından pişmanlık duyup dönen, onun
inne-hu huve: muhakkak, o, o dur
el tevvab : tövbeleri kabul eden,
el rahim: rahim olan, varlığı özünden vareden

 

Daha sonra Âdem, kendini vücudlandırana ait olan tecellileri anladı. Yaptığı hatayı anlayıp tövbe etti. Muhakkak ki yaptığı hatayı anlayıp dönenlerin tövbesini kabul eden, varlığı özünden vareden O’dur.

 

قُلْنَا اهْبِطُواْ مِنْهَا جَمِيعاً فَإِمَّا يَأْتِيَنَّكُم مِّنِّي هُدًى فَمَن تَبِعَ هُدَايَ فَلاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ

Kulnâhbitû minhâ cemîa fe immâ yetiyennekum minnî hudenfe men tebia hudâye fe lâ havfun aleyhim ve lâ hum yahzenûn

kulna ihbita : dedik, inmek, düşmek, çıkmak,
minha cemian: oradan, ondan, o hallerde, hepsi, tümü, birlik,
Fe imma yetiye enne-kum: sonra, artık, olunca, gelecek, olduğunda, siz
minni huden: benden, benim, yol gösteren, hidayet
Fe men tebia : artık, kim, tabi olan, uyan, o yol üzere olan,
hudâye: dosdoğru yol üzere, yol gösteren, yolun,
fe lâ havfun aleyhim: artık, korku yoktur, onlara
ve lâ hum yahzenûne: onlar mahzun olmazlar

 

Bildirdik: Fena hallerde olanların hepsi hakikatlerin idrakinden düşer. Artık size yolumuzu gösteren geldiğinde, kim dosdoğru yolumuz üzere olursa, artık onlara korku yoktur ve onlara mahzun olmak da yoktur.

 

وَالَّذِينَ كَفَرواْ وَكَذَّبُواْ بِآيَاتِنَا أُولَئِكَ أَصْحَابُ النَّارِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ

Vellezîne keferû ve kezzebû bi âyâtinâ ulâike ashâbun nâr hum fîhâ hâlidûn

ve ellezîne keferu: o kimseler, hakikatler örten, kabul etmeyen
ve kezzebû : yalanladılar, yalanlarda kalan,
bi ayeti na: ayetlerimiz, işaret, delil, biz
Ulaike ashabu el nârı: işte onlar, sahip, halk, ateş, yakıp yıkıcı olan,
hum fî-hâ halidun : onlar orada, o halde, devamlı, sürekli

 

Hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler ve ayetlerimize karşı yalanlarda kalanlar, işte onlar yakıp yıkıcı hallere sahiptirler, onlar devamlı o hâlin içindedirler.

 

   يَا بَنِي إِسْرَائِيلَ اذْكُرُواْ نِعْمَتِيَ الَّتِي أَنْعَمْتُ عَلَيْكُمْ وَأَوْفُواْ بِعَهْدِي أُوفِ بِعَهْدِكُمْ وَإِيَّايَ فَارْهَبُونِ

Yâ benî isrâîlezkurû nimetiyelletî enamtu aleykum ve evfû bi ahdî ûfi bi ahdikum ve iyyâye ferhebûn

yâ beni israile: ey, hakk yolunda yürüyenler, İsrailoğulları,
Uzkuru nimeti : zikredin, hatırlayan, anın, nimetleri, sıfatları,
Elleti enamtu aleykum: ki o, nimetlendirdim, tüm varlık, sizi, üzerinizdeki
ve evfû bi ahd: vefa edin, ifa edin, sevgi, içtenlikle, ahd, söz,
Ufi bi ahdi-kum : ifa etmek, yerine getirmek, ahd, söz, siz
Ve iyyâ ye: yalnız benden, sadece benden
Fe erhebun : o zaman, böylece, artık, huşu, saygı, tenezzül, korku

 

Ey Hakk yolunda yürüyenler! Nimetleri anlayın. Tüm varlığınızın sahibi Benim. Sözlerinizde samimi olun, siz verdiğiniz sözleri yerine getirin ve yalnızca Bana yönelin ve saygılı olun.

 

وَآمِنُواْ بِمَا أَنزَلْتُ مُصَدِّقاً لِّمَا مَعَكُمْ وَلاَ تَكُونُواْ أَوَّلَ كَافِرٍ بِهِ وَلاَ تَشْتَرُواْ بِآيَاتِي ثَمَناً قَلِيلاً وَإِيَّايَ فَاتَّقُونِ

Ve âminû bi mâ enzeltu musaddikan li mâ meakum ve lâ tekûnû evvele kâfirin bihî ve lâ teşterû bi âyâtî semenen kalîlen ve iyyâye fettekûni

ve âminû : inanın, iman edin,
bima enzeltu: sunulan şey, indirilen, bildirilen, inzal, siz,
musaddikan: doğru olan, tasdik eden, doğrulayan
li mâ mea kum: için, o şeyi, değil, ne, birlikte, beraber, siz
ve lâ tekûnû evvele: yok, olmak, olmayın, ilk, önce,
Kafirin bihi: hakikatleri örten, görmemezlikten gelen, onu
ve lâ teşterû : satmayın, çıkarlarınıza alet etmeyin,
bi ayeti: ayet, işaret, delil
Semenen kalîlen: bedel, ücret, karşılık, az bir değer,
ve iyya ye: yalnız ben
Fe itteku ni: artık, fenalardan sakınma ortak koşmama, bana

 

Size sunduğumuz şeylerin doğruluğunu anlayın ve inanın. Birlik içinde olmaktan ayrılmayın. Hakikatleri görmemezlikten gelme halleri olan önceki o cehalet hallerinizde olmayın. Ayetlerimizi; az bir değere de olsa, çıkarlarınıza alet etmeyin ve yalnız Bana yönelin. Artık fenalardan sakının, Bana ortak koşmayın.

 

وَلاَ تَلْبِسُواْ الْحَقَّ بِالْبَاطِلِ وَتَكْتُمُواْ الْحَقَّ وَأَنتُمْ تَعْلَمُونَ

Ve lâ telbisûl hakka bil bâtılı ve tektumûl hakka ve entum talemûn

ve lâ telbisû: aldanmak, karıştırmayın,
el hakka : hakk, gerçek, doğru olan, temeli olan,
bi el batıl : batıl, asılsız, temeli olmayan, hürafe,
ve entum talemun: siz, bilenlerden olun

 

Hakk ile batılı karıştırmayın ve siz hakikatleri bilin.

 

وَأَقِيمُواْ الصَّلاَةَ وَآتُواْ الزَّكَاةَ وَارْكَعُواْ مَعَ الرَّاكِعِينَ

Ve ekîmûs salâte ve âtûz zekâte verkeû mear râkiîn

ve ekîmû el salat: her an salât üzere olun, hakka bağlılık şuuru
ve âtû el zekate : verin, paylaşın, zekat, temizlenme,
ve erkeû mea : rüku, nitelik, sıfatlar, beraber, birlikte, ile,
el rakiin: rüku, nitelik, sıfatlar,

 

Her an Hakk’a bağlılık şuuru ile hareket edin ve temizlenme içinde olup kendinizdekini paylaşın ve sıfatları anlayanlarla birlikte sıfatları anlayın.

 

أَتَأْمُرُونَ النَّاسَ بِالْبِرِّ وَتَنسَوْنَ أَنفُسَكُمْ وَأَنتُمْ تَتْلُونَ الْكِتَابَ أَفَلاَ تَعْقِلُونَ

E temurûnen nâse bil birri ve tensevne enfusekum ve entum tetlûnel kitâb e fe lâ takılûn

e temurûne: mi, emr, iş, çalışma, hüküm,
El nase bi el birri: insanlar, doğruluk, hayır iyilik yolunda olan,
ve tensevne : unutmak, unutmayın,
enfuse kum: nefs, iç alem, iç yüz, siz, kendiniz
ve entum tetlune : siz, okumak, anlamak, araştırmak, incelemek,
el kitâb: kitap, varlık kitabı,
e fe lâ takılûne: o halde,  hâlâ düşünüp akıl etmez misiniz?

 

İnsanlara; doğruluk üzere olun, iyilikler yolunda çalışın, deyin ve kendiniz de unutmayın. Sizler, tüm varlığın okunacak, incelenecek bir kitap olduğunu anlayın. Hâlâ akledip düşünmez misiniz?

 

وَاسْتَعِينُواْ بِالصَّبْرِ وَالصَّلاَةِ وَإِنَّهَا لَكَبِيرَةٌ إِلاَّ عَلَى الْخَاشِعِينَ

Vesteînû bis sabri ves salât ve innehâ le kebîratun illâ alâl hâşiîn

ve isteînû : istiane, yardım, aramak, yönelme,
bi el sabr: sabır, beklemek, açığa çıkışını beklemek,
ve el sâlâti: sâlât, heran bağlılık şuurunda olmak, bağlılık,
ve inne-hâ le kebiretun: olduğu, muhakkak, o, elbette, yüce olan, mükemmel,
İlla alâ el haşiine: ancak, sadece, hep, huşu, huzur, saygılı olan

 

Sabırla hakikatlere yönelip arayın ve her an Hakk’a bağlı olduğunuzun şuurunda durun ve yüce olanın elbette O olduğunu bilin ve hep saygılı davranışlar içinde olun.

 

الَّذِينَ يَظُنُّونَ أَنَّهُم مُّلاَقُو رَبِّهِمْ وَأَنَّهُمْ إِلَيْهِ رَاجِعُونَ

Ellezîne yezunnûne ennehum mulâkû rabbihim ve ennehum ileyhi râciûn

ellezîne yezunnûne: o kimseler, düşünmek, bilmek,
enne-hum mulaku : olduğunu, onlar, kavuşma, ulaşma, anlama, tevhid
rabb him: Rab, vücudlandıran, onlar, kendileri,
ve enne-hum ileyhi raciun: olduğunu, onlar, kendi, ona, aslı olana dönmek

 

Düşünen o kimseler, kendilerini vücudlandıranı anlama içinde olurlar ve onlar asliyetlerine dönerler.

 

يَا بَنِي إِسْرَائِيلَ اذْكُرُواْ نِعْمَتِيَ الَّتِي أَنْعَمْتُ عَلَيْكُمْ وَأَنِّي فَضَّلْتُكُمْ عَلَى الْعَالَمِينَ

Yâ benî isrâîlezkurû nimetiyelletî enamtu aleykum ve ennî faddaltukum alel âlemîn

yâ beni israile: ey, hakk yolunda yürüyenler, İsrailoğulları, yakubun oğulları
Uzkuru nimeti : zikredin, hatırlayan, anın, nimetler, sıfatlar,
Elleti enamtu aleykum: ki o, nimetlerim, tüm varlık, sizi, üzerinizdeki
ve enni faddaltu kum: ben, fazilet, lütuf, tercih, fark eden, şuurlu, siz
alâ el âlemîne: için, karşı, göre, yüce, alemlere, kimseler tüm varlığı

 

Ey İsrailoğulları! Sizdeki sıfatlarımı anlayın. Tüm varlığınızın sahibi Benim. Sizlere, Beni ve tüm varlığı anlayacak şuuru verdik.

 

وَاتَّقُواْ يَوْماً لاَّ تَجْزِي نَفْسٌ عَن نَّفْسٍ شَيْئاً وَلاَ يُقْبَلُ مِنْهَا شَفَاعَةٌ وَلاَ يُؤْخَذُ مِنْهَا عَدْلٌ وَلاَ هُمْ يُنصَرُونَ

Vettekû yevmen lâ teczî nefsun an nefsin şeyen ve lâ yukbelu minhâ şefâatun ve lâ yuhazu minhâ adlun ve lâ hum yunsarûn

ve ittekû yevmen: sakının, çekinin, gün, vakit, her an,
lâ tezci nefsun: yok, karşılık, nefs, kişi, kendisi, karşılığı ödenmez
An nefsin şeyen: kendisinden, bir şey
ve la yukbelu: yok, makbul, kabul olunmaz, anlamanız olmaz,
min-hâ şefaatun: ondan, bundan, şefaat, birliğe götüren, yardımcı, tek,
ve lâ yuhazu minha : yok, almak, edinmek, sarmak, ondan,
adlun: adalet, doğruluk, adil
ve lâ hum yunsarûne: onlara yardım olunmaz

 

Her an fenalardan sakının. Kendi çıkarlarınız için yaptığınız şeylerden kendinize karşılık yoktur ve şefaati anlamanız da olmaz ve o yaptıklarınızdan doğruluğu da edinemezsiniz ve o hâlde olanlar yardım da bulamazlar.

 

وَإِذْ نَجَّيْنَاكُم مِّنْ آلِ فِرْعَوْنَ يَسُومُونَكُمْ سُوَءَ الْعَذَابِ يُذَبِّحُونَ أَبْنَاءكُمْ وَيَسْتَحْيُونَ نِسَاءكُمْ وَفِي ذَلِكُم بَلاء مِّن رَّبِّكُمْ عَظِيمٌ

Ve iz necceynâkum min âli firavne yesûmûnekum sûel azâbi yuzebbihûne ebnâekum ve yestahyûne nisâekum ve fî zâlikum belâun min rabbikum azîm

ve iz neccey nâ kum: olduğu zaman, necat bulmak, kurtulmak, biz, siz
min âli firavne: firavun ailesinden, kibirli olan,
yesûmûne-kum : sizi zorluyorlar, maruz bırakıyorlar,
se el azab: kötü, azap, sıkıntı
Yuzebbihun ebnâe-kum: yok ediyor, yazık ediyor, oğullarınız
ve yestahyûne nisae kum: bırakıyor, kadınlarınız, nefsini tanıma yolunda olan,
Ve fi zalikum : işte bunlarda,
belâun : imtihan, dikkatlice düşünme,
min rabbi kum azim : rabbinizden, büyük, yüce

 

Siz firavun ailesine karşı Bizde necat bulmuştunuz. O sizlere kötü sıkıntılar veriyor, oğullarınızı öldürüyor ve kadınlarınızı bırakıyordu. İşte bunlarda Rabbinizi anlamada sizin için çok dikkatli düşünmeler vardır.

 

وَإِذْ فَرَقْنَا بِكُمُ الْبَحْرَ فَأَنجَيْنَاكُمْ وَأَغْرَقْنَا آلَ فِرْعَوْنَ وَأَنتُمْ تَنظُرُونَ

Ve iz faraknâ bikumul bahre fe enceynâkum ve agraknâ âle firavne ve entum tenzurûn

ve iz farakna : olduğunda, fark, fark etmek, ayırmak, biz,
Bikum el bahr: size, bilge, ilmin sonsuzluğu, bilgili kimse, deniz,
Fe encey nâ kum: böylece, necat bulmak, kurtulmak, biz, siz
ve agrak nâ : boğulmak, cehaletinde boğulmak, biz
ala firavne: firavun ailesi, kibirli olan,
ve entum tenzurun: siz, bakıp görün

 

Biz size, bilge kimselerden olmanız için fark etmeyi sunduk. Böylece siz Bizde necat buldunuz. Firavun ailesi de Bizi anlayamayıp kendi cehaletinde boğulup gitmişti. Artık bakıp görün, anlayın.

 

وَإِذْ وَاعَدْنَا مُوسَى أَرْبَعِينَ لَيْلَةً ثُمَّ اتَّخَذْتُمُ الْعِجْلَ مِن بَعْدِهِ وَأَنتُمْ ظَالِمُونَ

Ve iz vâadnâ mûsâ erbaîne leyleten summettehaztumul icle min badihî ve entum zâlimûn

ve iz vaad na musa: sözler, tecelli, vaat, ortaya çıkış, biz, Musa
Erbain : rabbe dönmek, kısım kısım, kırk,
leyleten: gece, cehaletin karanlığı, fenalar,
summe ittehaztum : sonra, sarıldınız, edindiniz,
el ıcle: eski cehalet adetleri, tapınma, buzağı,
min badi-hi: ondan sonra
ve entum zalimin: siz, zulümlerde olan, haksızlık

 

Musa cehaletin karanlığından geçip Rabbine döndü. Tecellilerimizi anlayıncaya kadar tefekkür etti. Sonra siz ise eski cehalet hallerinizdeki tapınmalarınıza sarıldınız ve siz zalimlerden oldunuz.

 

 ثُمَّ عَفَوْنَا عَنكُمِ مِّن بَعْدِ ذَلِكَ لَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ

Summe afevnâ ankum min badi zâlike leallekum teşkurûn

Summe afevna ankum: sonra, af, bağışlamak, biz, sizler, sizden
min badi zalike: ondan sonra, sonradan, uzaklaşma, işte
lealle kum teşkurun: umulur, siz, varlığınız sahibini bilir teslim edersiniz

Sonra da sizler Bizim affımıza sığındınız. Umulur ki sizler de varlığınızın sahibini bilir teslim edenlerden olursunuz.

 

وَإِذْ آتَيْنَا مُوسَى الْكِتَابَ وَالْفُرْقَانَ لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ

Ve iz âteynâ mûsâl kitâbe vel furkâne leallekum tehtedûn

ve iz âteynâ : olduğu zaman, vermiştik, sunduk,
musa el kitab: Musa, kitap, hakikatlerin sözleri, varlık kitabı,
Ve el furkâne: fark edicilik, hakkı batıldan ayırma, idrak
lealle-kum tehtedune : umulur ki, sizlerde, hakka yol bulmak, hakikatler,

 

Musa, tüm varlığı bir kitap olarak sunduğumuzu anlayanlardandı ve hakk ile batılı fark edenlerdendi. Umulur ki sizler de Hakk’a yol bulursunuz.

 

وَإِذْ قَالَ مُوسَى لِقَوْمِهِ يَا قَوْمِ إِنَّكُمْ ظَلَمْتُمْ أَنفُسَكُمْ بِاتِّخَاذِكُمُ الْعِجْلَ فَتُوبُواْ إِلَى بَارِئِكُمْ فَاقْتُلُواْ أَنفُسَكُمْ ذَلِكُمْ خَيْرٌ لَّكُمْ عِندَ بَارِئِكُمْ فَتَابَ عَلَيْكُمْ إِنَّهُ هُوَ التَّوَّابُ الرَّحِيمُ

Ve iz kâle mûsâ li kavmihî yâ kavmi innekum zalemtum enfusekum bittihâzikumul icle fe tûbû ilâ bâriikum faktulû enfusekum zâlikum hayrun lekum inde bâriikum fe tâbe aleykum innehu huvet tevvâbur rahîm

ve iz kâle musa li kavmi hi: demişti, Musa, kavmine,
Ya kavmi: ey kavmim
inne-kum : oldunuz, elbette, siz
Zalemtum enfus kum: zulmettiniz, haksızlık, kendinize, nefsinize,
bi ittihâzi-kum : edinmek, sarılmak, siz,
el ıcle: cehalet halleri, tapınma, buzağı, sürgün, ayrılma,
fe tûbû : artık, pişman olup dönme,
ila barii kum: yaratıcı, sizi varedene
Fe uktulu : artık, yok etme, yazık etme, zarar vermek,
enfuse-kum: nefs, kendinizi, siz
Zâlikum hayrun lekum: işte bu, hayırlı olan, iyi olan, size
İnde barii kum: yanında, katında, ona ait, yaratıcı, sizi vareden
Fe tâbe aleykum: artık, tövbe, pişman olup dönme, si, üzerinizde
İnne hu huve: muhakkak, o, o’dur,
el tevvâbu : pişman olup dönülecek yer,
el rahim: varlığı özünden vareden, rahim olan

 

Musa kavmine demişti ki: Ey kavmim! Sizler, cehalet halleriniz olan tapınma hallerinize sarılmakla, kendinize yazık edenlerden oldunuz. Artık yaptıklarınızdan pişmanlık duyup, sizi varedene dönün. Kendinizdeki o cehalet hallerinizi yok edin. İşte bu sizin için hayırlı olandır. Siz, sizi varedene aitsiniz. Artık sizler yaptıklarınızdan pişmanlık duyup, bir daha yapmamak üzere dönün. Muhakkak ki O, pişman olup dönülecek olandır, tüm varlığı özünden varedendir.

 

 وَإِذْ قُلْتُمْ يَا مُوسَى لَن نُّؤْمِنَ لَكَ حَتَّى نَرَى اللَّهَ جَهْرَةً فَأَخَذَتْكُمُ الصَّاعِقَةُ وَأَنتُمْ تَنظُرُونَ

Ve iz kultum yâ mûsâ len numine leke hattâ nerallâhe cehreten fe ehazetkumus sâikatu ve entum tenzurûn

ve iz kultum ya musa: olduğu zaman, dediğinizde, ey Musa
len numine leke: değil, asla, olmaz, inanmak, sana
Hatta nera Allâh : görmek, görmedikçe, Allah
cehreten: açıkça, zahiren, apaçık
Fe ehazet-kum : aldı, yakaladı, sardı, siz,
el saikat: ilahi ses, kudretli ses, yıldırım
Ve entum tenzurûne: siz, bakıp görmek, araştırmak, incelemek,

 

Dediler ki: Ey Musa! Allah’ı açıkça görmeden inanmayız. Bildirildi: Siz her varlıktaki o ilahi sese sarılın ve siz bakıp inceleyin.

 

ثُمَّ بَعَثْنَاكُم مِّن بَعْدِ مَوْتِكُمْ لَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ

Summe beasnâkum min badi mevtikum leallekum teşkurûn

summe beasnâ-kum: diriltmek, hareket, açığa çıkarmak, biz, kendimiz, siz
Min badi mevti-kum: sonra, bir özden, nutfe, ölüm, dalalette olan, verimsiz, siz
lealle kum teşkurun: umulur, siz, varlığınız sahibini bilir teslim edersiniz

 

Sizi kendimizden açığa çıkardık, sizi bir özden var ettik. Umulur ki siz, varlığınızın sahibini bilip, teslim edenlerden olursunuz.

 

وَظَلَّلْنَا عَلَيْكُمُ الْغَمَامَ وَأَنزَلْنَا عَلَيْكُمُ الْمَنَّ وَالسَّلْوَى كُلُواْ مِن طَيِّبَاتِ مَا رَزَقْنَاكُمْ وَمَا ظَلَمُونَا وَلَكِن كَانُواْ أَنفُسَهُمْ يَظْلِمُونَ

Ve zallelnâ aleykumul gamâme ve enzelnâ aleykumul menne ves selvâ kulû min tayyibâti mâ razaknâkum ve mâ zalemûnâ ve lâkin kânû enfusehum yazlimûn

ve zallel nâ aleykum: gölgemiz, korundu, anladı, yöneldi, biz, üzerinizde,
el gamame: beyaz bulut, berrak, nur gibi, örten, üstünü kaplayan
ve enzelnâ aleykum : sunduk, indirdik, verdik, sizdeki,
el men : zat, kim, kimlik, nitelik, kudret helvası, akıl sahibi,
ve el selvâ: kanaat, yetinme, bal, mutlu olma, bıldırcın
Kulu : beslenme, gıda, yararlanma, bilgilenme, faydalanma,
min tayyibâti: temiz olan, zararsız, hoş, güzel,
mâ razak nâ kum: şey, ne, değil, rızık, fayda, yarar, lütuf, nimet, biz, siz,
ve ma zalemû-nâ: değil, şey, zulmetmek, kötülük veren değil, biz
ve lâkin kanu : lakin, fakat, oldu,
Enfus hum yazlimûne: kendilerine, zulmediyorlar, kötülük ediyorlar,

 

Üzerinizdeki o tertemiz nur Bizim gölgemizdir. Sizlere kimlik ve kanaat verdik. Size verdiğimiz rızıklardan tertemiz yararlanın. Biz kötülük veren değiliz. Lâkin onlar kendilerine kötülük ediyorlar.

 

وَإِذْ قُلْنَا ادْخُلُواْ هَذِهِ الْقَرْيَةَ فَكُلُواْ مِنْهَا حَيْثُ شِئْتُمْ رَغَداً وَادْخُلُواْ الْبَابَ سُجَّداً وَقُولُواْ حِطَّةٌ نَّغْفِرْ لَكُمْ خَطَايَاكُمْ وَسَنَزِيدُ الْمُحْسِنِينَ

Ve iz kulnâdhulû hâzihil karyete fe kulû minhâ haysu şitum ragaden vedhulûl bâbe succeden ve kûlû hıttatun nagfir lekum hatâyâkum ve senezîdul muhsinîn

ve iz kulna udhulu: denildi, bildirdik, onlara, girin, dahil olun,
hazihi el karyete: bu, belde, olduğunuz yer, bulunduğunuz yer,
ve kulû minha haysu : beslenme, yararlanma, ondan, her yer, istediğiniz
ragaden: bol bol,
ve udhulû el bâbe : dahil olun, girin, kapı, mevzu,
secede: teslim olma, secde, tüm varlığıyla teslim olmak,
ve kûlû hıttatun : deyin, söyleyin, yanılgılarınız anlayın, dönün,
nagfir lekum : mağfiretimiz, temiz olana kavuşmak, af, size,
hataya kum: yanılğı, hatasını anlama, siz
ve nezidu : artma, çoğalma,
el muhsinin: iyiliklerde olan, özüyle bağlı olan,

 

Onlara bildirildi: O bulunduğunuz yerlerde hakikatlere dahil olun ve istediğiniz her yerden hakikatler için faydalanın. Yanılgılarınızı anlayın ve dönün. Yanılgılarınızı anlayıp mağfiretimize ulaşın. Hakikatlerin geldiği kapıya dahil olup, teslim olun. Tüm özüyle hakikatlere bağlı olanların idrakleri artacaktır.

 

فَبَدَّلَ الَّذِينَ ظَلَمُواْ قَوْلاً غَيْرَ الَّذِي قِيلَ لَهُمْ فَأَنزَلْنَا عَلَى الَّذِينَ ظَلَمُواْ رِجْزاً مِّنَ السَّمَاء بِمَا كَانُواْ يَفْسُقُونَ

Fe beddelellezîne zalemû kavlen gayrellezî kîle lehum fe enzelnâ alellezîne zalemû riczen mines semâi bimâ kânû yefsukûn

fe bedel : böylece, değiştirdi, başka bir anlayışa döndürme
ellezine zalemû : o kimseler, zalim, ilme sahiplenen, onlardan
kavlen gayra ellezi: söz, ondan başka, ondan, o kimse,
Kile lehum: söylenen, söz, onlara
fe enzel na : böylece, gönderdik, sunduk, biz, üzerlerinde, onlardaki
Ala ellezine zalemû: üzerine, için, göre, karşı, o kimseler, zulmettiler, zalim
riczen: şiddetli sıkıntı, müşkil, bir azap
min el semai: ulvi alem, ulviyet, semadan
Bimâ kanu yefsukun : sebebiyle, oldukları, fasık, hakikatlerden uzaklaşma

 

Fakat onlardan zalim olan o kimseler; onlara söylenen hakikatlerin sözlerini, başka bir anlayışa sebep olan sözlerle değiştirdiler. Böylece onlara sunduğumuz üzerlerindeki hakikatleri anlamadılar, yapmış oldukları zalimlikler sebebiyle şiddetli sıkıntılarda kaldılar, ulviyeti anlamada hakikatlerden uzaklaşıp, kendi cehaletlerine saptılar.

 

وَإِذِ اسْتَسْقَى مُوسَى لِقَوْمِهِ فَقُلْنَا اضْرِب بِّعَصَاكَ الْحَجَرَ فَانفَجَرَتْ مِنْهُ اثْنَتَا عَشْرَةَ عَيْناً قَدْ عَلِمَ كُلُّ أُنَاسٍ مَّشْرَبَهُمْ كُلُواْ وَاشْرَبُواْ مِن رِّزْقِ اللَّهِ وَلاَ تَعْثَوْاْ فِي الأَرْضِ مُفْسِدِينَ

Ve izisteskâ mûsâ li kavmihî fe kulnâdrib bi asâkel hacer fenfeceret minhusnetâ aşrete aynâ kad alime kullu unâsin meşrebehum kulû veşrebû min rızkıllâhi ve lâ tasev fîl ardı mufsidîn

Ve iz isteskâ musa : yardım istediğinde, talep etti, su istedi, Musa
li kavmi-hi : kavmi için, o, Musa,
fe kulna: böylece, sonra, bildirdik, dedik,
ıdrıb : darbe, vurmak, vurgula, anlat,
bi asa ke : asası, dayanağı, taşıdığı bildiği, gönlünde dayandığı, sen
el hacer : taş, sağlam, sağlamlık,
fe enfeceret min hu: böylece, ortaya çıktı, fışkırdı, geldi, yön, konu, ondan
isnetâ aşrate : on iki, bütünlük içinde,
aynen: ayniyet, benzerlik, aynılık, pınar, göz, kaynak, öz
Kad alime: oldu, bilgili, bildi, bilen, ilmin sahibi,
kullu unâsin : her, bütün, insanlar, bütün insanlar, her insan,
meşreb hum: meşreb, anlayış biçimi, gittiği yol, onlar
Kul : beslenmek, fayda bulmak, yemek, iyice öğrenmek
ve işrebû: içmek, fayda, ilim ile beslenme, hissetmek, haz almak,
min rızkı Allâh : Allah&#;ın rızkından, nimetleri, fayda, yarar, lütuf,
ve lâ tasev: haddi aşmayın, azmayın, asi, karşı çıkan,
fî el ardı mufsidin : yeryüzünde, fasat, bozguncu, ikilik çıkaran

 

Musa, kavmi için hakikatleri anlatma konusunda yardım istediğinde, ona bildirdik: Bildiklerini, taşıdıklarını sağlam delillerle vurgula. Böylece Musa onlara, on iki delil üzere her varlığın aynı özden geldiğini anlattı. İnsanlar kendi meşreblerine göre faydalandı ve ilmi cihette bilenlerden oldu. Onlara bildirildi: Allah’ın lütuflarından yararlanın ve yeryüzünde ikilik çıkararak haddi aşanlardan olmayın.

 

وَإِذْ قُلْتُمْ يَا مُوسَى لَن نَّصْبِرَ عَلَىَ طَعَامٍ وَاحِدٍ فَادْعُ لَنَا رَبَّكَ يُخْرِجْ لَنَا مِمَّا تُنبِتُ الأَرْضُ مِن بَقْلِهَا وَقِثَّآئِهَا وَفُومِهَا وَعَدَسِهَا وَبَصَلِهَا قَالَ أَتَسْتَبْدِلُونَ الَّذِي هُوَ أَدْنَى بِالَّذِي هُوَ خَيْرٌ اهْبِطُواْ مِصْراً فَإِنَّ لَكُم مَّا سَأَلْتُمْ وَضُرِبَتْ عَلَيْهِمُ الذِّلَّةُ وَالْمَسْكَنَةُ وَبَآؤُوْاْ بِغَضَبٍ مِّنَ اللَّهِ ذَلِكَ بِأَنَّهُمْ كَانُواْ يَكْفُرُونَ بِآيَاتِ اللَّهِ وَيَقْتُلُونَ النَّبِيِّينَ بِغَيْرِ الْحَقِّ ذَلِكَ بِمَا عَصَواْ وَّكَانُواْ يَعْتَدُونَ

Ve iz kultum yâ mûsâ len nasbira alâ taâmin vâhidin fed’u lenâ rabbeke yuhric lenâ mimmâ tunbitulardu min baklihâ ve kıssâiha ve fûmihâ ve adesihâ ve basalihâ kâle e testebdilûnellezî huve ednâ billezî huve hayr ihbitû mısran fe inne lekum mâ seeltum ve duribet aleyhimuz zilletu vel meskenetu ve bâu bi gadabin minallâh zâlike bi ennehum kânû yekfurûne bi âyâtillâhi ve yaktulûnen nebiyyîne bi gayril hak zâlike bi mâ asav ve kânû yatedûn

ve iz kutlum ya Musa: olduğu zaman, demişlerdi, ey Musa
len nasbirâ : değil, olmaz, biz, sabretmek,
ala taam vahid: gıda, aş, kalbin gıdası, hak ilmi, bir, tek,
fe udu lena rabbike: öyleyse, artık, dua et, iste, yönel, bize, rabbine
Yuhric lena mimmâ : çıkarmak, ortaya koymak, bize, şeyler, nesne, üstünlük
Tunbitu el ard: yetiştirir, üretmek, filiz, bitmek, yeryüzü
min bakli ha: tane, bakla, yeşillik, karıştırmak, halt, yakışıklı, gösteriş
ve kıssâi-hâ: katı, yaş gibi, salatalık,
ve fûmi-hâ: köpük, ağızla ilgili, sözü dinlenen, sarımsak,
ve adesi-hâ: mercimek, bakış açısı, uzağı görmek, geleceği görmek
ve basali-hâ: köklü olan, soğan ve benzeri, kabartı, iri,
Kale e testebdilûne: dedi, değiştiriyor musunuz? Değiştirme,
Ellezî huve edna: ki o, o, aşağı, alt, alt makam,
bi ellezi huve hayrun: onunla ki, o, hayırlı olan
ihbitu mısr : inmek, çıkmak, gidin, mısır, büyük şehir, iki şey arası
Fe inne lekum: artık, muhakkak, size
Mâ seeltum: şey, değil, sual etmek, sormak, istemek
ve duribet aleyhim : darbe, vurgu, tesir, üzerlerinde,
el zillet: kaybetmek, hüsran, zillet
ve el meskenetu: ilim yoksunluğu, düşkünlük, fakirlik, sefalet, acizlik
ve bâu bi gadab min allah : uğradılar, kaldılar, öfke, hiddet, Allah
Zalike bi enne-hum: işte bu, onların olduğu
Kanu yekfurûne: oldu, hakikatleri örten
bi ayeti Allah : ayet, işaret, delil, Allah
ve yaktulûne : öldürüyorlar, yazık etmek, zarar vermek,
el nebiyy: nebiler, haber getiren, hakikati bildiren,
Bi gayri el hakkı: haksızca, hakikatten başka bir şey bildirmeyen,
zâlike bi mâ asav: işte bu, dolayısıyla, isyan, karşı çıkma, ikilikte kalma
ve kânû yatedun : oldular, haddi aşan, saldırgan,

 

Musa’ya; biz hep birliğin ilminde olmaya sabredemeyiz. Artık sen Rabbine bizim için dua et. Bize yeryüzünde gösterişlilik ve sertlik, güçlülük ve bizden çekinme ve geleceği görme ve tuttuğunu koparan gibi farklı üstünlükler versin, demişlerdi. Dedi ki: Siz o hayırlı olan manevi hallerinizi, dünyalık hallerle mi değiştirmek istiyorsunuz? Öyleyse Mısır’a gidin. Doğrusu siz ne aradığınızı bilmiyorsunuz. Böylece onlar üzerlerindeki o hallerden dolayı bir zillet içinde kaldılar ve bir ilim yoksunluğunda oldular ve Allah’a karşı hiddet hallerinde kaldılar. İşte böylece Allah’ın ayetlerini görmemezlikten gelip örttüler ve hakikatlerden başka bir şey bildirmeyen Nebileri öldürdüler. Böylece ikilikte kaldılar ve haddi aşanlardan oldular.

 

   إِنَّ الَّذِينَ آمَنُواْ وَالَّذِينَ هَادُواْ وَالنَّصَارَى وَالصَّابِئِينَ مَنْ آمَنَ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ وَعَمِلَ صَالِحاً فَلَهُمْ أَجْرُهُمْ عِندَ رَبِّهِمْ وَلاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ

İnnellezîne âmenû vellezîne hâdû ven nasârâ ves sâbiîne men âmene billâhi vel yevmil âhiri ve amile sâlihan fe lehum ecruhum inde rabbihim ve lâ havfun aleyhim ve lâ hum yahzenûn

inne ellezîne amenu: muhakkak ki, iman edenler, inanan kimseler
ve ellezine hadu: o kimseler, yol gösteren, yol gösterilen,
ve el nasârâ: yardımcılar, yardım eden,
ve el sâbiîne: kendi inancından çıkıp hakikatlere tabi olan
Men amene bi Allah : kim, iman etti, inandı, Allah
ve el yevmi el âhiri: sonuna, son vaktine,
ve amile sâlihan: iyi çalışmalarda olan, salih amel, güzel amel,
Fe lehum ecr hum: artık, böylece, onlara, karşılık, ecir, onlar
İnde rabbi-him: ona ait hakikatler, rabb, vücudlandıran, onlar, kendileri
ve lâ havfun aleyhim: korku yoktur, onlara
ve lâ hum yahzenûne: onlar mahzun olmazlar

 

İnanan kimseler ve yol gösterenler ve yardımcı olanlar ve kendi inancını terk edip Allah’a iman eden kimseler ve sonlarına inanan kimseler ve hayırlı çalışmalarda olanlar, işte onların karşılığı; kendilerini vücudlandırana ait hakikatlerdir. Onlara korku yoktur ve onlara mahzun olmak yoktur.

 

  وَإِذْ أَخَذْنَا مِيثَاقَكُمْ وَرَفَعْنَا فَوْقَكُمُ الطُّورَ خُذُواْ مَا آتَيْنَاكُم بِقُوَّةٍ وَاذْكُرُواْ مَا فِيهِ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ

Ve iz ehaznâ mîsâkakum ve refanâ fevkakumut tûra huzû mâ ateynâkum bi kuvvetin vezkurû mâ fîhi leallekum tettekûn

ve iz ehaz na : almak, sarmak, edinmek, biz, hakikatlerimiz,
misak kum: verilen söz, misak, siz
ve refa na: yükseltmek, kaldırmak, yücelik, hükümsüz bırakmak, biz,
fevka-kum : üst makam, üzerinizde, yüce, ilmen yükselmek, siz,
el tur : tur, gönül, sıfatlar, sıfatlarla donatılmış vücud
Huzu mâ ateynâ-kum: alın, sarılın, şey, vermek, sunmak, biz, siz
bi kuvvetin: kuvvetle, güçlü bir idrakle,
ve uzkurû ma fihi : hatırlayın, anlayın, anın, şey, ne, değil, onun içinde,
lealle-kum tettekune: umulur ki siz, takva, fenalardan sakınıp ortak koşmama

 

Siz; Bize verdiğiniz sözleri tutup hakikatlerimize sarılın, sıfatlarla donatılmış vücudunuzu iyi anlayın, ilmen yükselin, yüceliğimizi anlayın, size verdiğimiz sıfatlara güçlü bir idrakle sarılın ve o sıfatlardaki hakikatleri anlayın. Umulur ki siz fenalardan sakınır, Allah’a ortak koşmazsınız.

 

ثُمَّ تَوَلَّيْتُم مِّن بَعْدِ ذَلِكَ فَلَوْلاَ فَضْلُ اللَّهِ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَتُهُ لَكُنتُم مِّنَ الْخَاسِرِينَ

Summe tevelleytum min ba’di zâlik fe lev lâ fadlullâhi aleykum ve rahmetuhu le kuntum minel hâsirîn

summe tevelley tum: sonra, geriye, cehalete, cehalete dönmek, siz
Min badi zâlike: bundan sonra, bu, böyle, işte bu
Fe lev la fadlu Allah : artık, böylece, eğer, yok, lütuf, fazilet, nitelik, Allah
aleykum: üzerinizde, kendinizde, sizde,
Ve rahmet hu: rahmet, o,
Le kuntum min el hasirin: elbette, oldunuz, hüsran, kaybeden, anlayamayan

 

Bundan sonra eski cehaletlerinize dönerseniz, kendinizdeki Allah’ın lütuflarını ve rahmetini eğer anlayamazsanız, elbette sizler kaybedenlerden olursunuz.

 

وَلَقَدْ عَلِمْتُمُ الَّذِينَ اعْتَدَواْ مِنكُمْ فِي السَّبْتِ فَقُلْنَا لَهُمْ كُونُواْ قِرَدَةً خَاسِئِينَ

Ve lekad alimtumullezînetedev minkum fîs sebti fe kulnâ lehum kûnû kıradeten hâsiîn

ve lekad alim tum: andolsun, bilirseniz, bilmek, ilmin sahibi, siz
Ellezine itedev minkum: o kimseler, saldırgan, haddi aşan, sizden,
fi el sebti : yasaklara uymayan, cumartesi, rahat etmek,
Fe kulnâ lehum kunu: böylece, bildirdik, dedik, onlara, olun, oldunuz,
Kıradeten : maymun, hayvani hal, taklitte kalma,
hasiin: reddedilen, uzaklaşan, zelil olan, aşağılanan,

 

Sizler bilenlerden olun. Sizlerden haddi aşan o kimseler, yasaklara uymayanlar, böylece bildirdiğimiz hakikatlere uymayanlar, kendi hayvani hallerinde kalıp, hakikatlerden uzaklaşanlardan olurlar, diye bildirdik.

 

فَجَعَلْنَاهَا نَكَالاً لِّمَا بَيْنَ يَدَيْهَا وَمَا خَلْفَهَا وَمَوْعِظَةً لِّلْمُتَّقِينَ

Fe cealnâhâ nekâlen li mâ beyne yedeyhâ ve mâ halfehâ ve mevızaten lil muttakîn

fe cealna ha : artık, böylece, sunmak, kılmak, yapmak, biz, onu
Nekâlen: nakledilen, aktarılan, taşıyan, anlatılan, söyleyen,
Li ma beyne yedey ha : için, şey, ne, değil, elleri, önündeki, kendindeki gücü
Ve ma halfe ha: şey, ne, değil, arkasında, o
ve mevızat : öğüt, nasihat, uyarı,
li el muttekin: fenalardan sakınıp hakikati araştıranlar için,

 

Nakledilen o sunduğumuz hakikatler, kendilerindeki o gücü anlamaları ve geçmiş cehaletlerinde kalmamaları içindir. Fenalardan sakınıp hakikatleri araştıranlar için bir öğüttür.

 

وَإِذْ قَالَ مُوسَى لِقَوْمِهِ إِنَّ اللّهَ يَأْمُرُكُمْ أَنْ تَذْبَحُواْ بَقَرَةً قَالُواْ أَتَتَّخِذُنَا هُزُواً قَالَ أَعُوذُ بِاللّهِ أَنْ أَكُونَ مِنَ الْجَاهِلِينَ

Ve iz kâle mûsâ li kavmihî innallâhe yemurukum en tezbehû bakaraten kâlû e tettehızunâ huzuvâ kâle eûzu billâhi en ekûne minel câhilîn

Ve iz kale musa li kavm hi: demişti, musa, kavmine
İnne Allah : muhakkak, Allah
yemuru-kum: işleyiş, hüküm, yetki, siz,
en tezbehû : kesmenizi, yok etmek,
bakaret: inek, eski adetler, eski tapınma
Kalu tettehızu-nâ huzuv: dediler, ediniyorsun, biz, alay, önemsememe,
Kale euzu bi Allâh : dedi, sığınmak, Allah&#;a
en ekûne min el cahilin: olmak, o halde olmak, cahillik, bilgisizlik

 

Musa kavmine: Allah, sizin vücut varlığınızda her işleyendir, eski cehalet hallerinizdeki o tapınmalarınızı yok edin, dedi. Dediler ki: Bizimle alay mı ediyorsun. Dedi ki: Bilgisizlikten Allah’a sığınırım.

 

قَالُواْ ادْعُ لَنَا رَبَّكَ يُبَيِّن لّنَا مَا هِيَ قَالَ إِنَّهُ يَقُولُ إِنَّهَا بَقَرَةٌ لاَّ فَارِضٌ وَلاَ بِكْرٌ عَوَانٌ بَيْنَ ذَلِكَ فَافْعَلُواْ مَا تُؤْمَرونَ

Kâlûdu lenâ rabbeke yubeyyin lenâ mâ hiye kâle innehu yekûlu innehâ bakaratun lâ fâridun ve lâ bikr avânun beyne zâlike fefalû mâ tumerûn

Kâlû udu lena : dediler, dua, davet, yönelmek, bildirme, iste, bize,
rabbike : rabbin
Yubeyyin lena ma hiye: açıklasın, beyan emek, anlatmak, bize, ne, değil, şey, o
Kâle inne hu yekulu: dedi, elbette, o, bildiren, söyleyen,
inne-hâ bakaratun: doğrusu, o, inek, eski tapınma adeti, toprağı yaran
lâ fâridun: yok, yaşlı, ihtiyar, ömrünüz bitmeden
ve la bikrun : yok, bakir, tertemiz, bozuk, bozulmuş, evveli,
avânun: olgunlaşma, orta yaş, yardımcı, anlamak, esir,
beyne zâlike: arasında, bu, o, şu,
Fe ifalu : artık, yapın, işlemek, anlamak,
ma temurun : şey, ne, değil, iş, hüküm, emir,

 

Dediler ki: Rabbin bize bildirsin, o şeyleri bize açıklasın. Dedi ki: Muhakkak ki O, her an bildirir. Doğrusu yaşınız geçmeden, o eski cehalet hallerinizdeki tapınmalarınızı bırakın ve bozuk hallerden vazgeçip, işte o hakikatleri anlayın ve bir olgunlaşma içinde olun. Artık size emredilen şeyi yapın.

 

قَالُواْ ادْعُ لَنَا رَبَّكَ يُبَيِّن لَّنَا مَا لَوْنُهَا قَالَ إِنَّهُ يَقُولُ إِنّهَا بَقَرَةٌ صَفْرَاء فَاقِعٌ لَّوْنُهَا تَسُرُّ النَّاظِرِينَ

Kâlûdu lenâ rabbeke yubeyyin lenâ mâ levnuhâ kâle innehu yekûlu innehâ bakaratun safrâu fâkiun levnuhâ tesurrun nâzırîn

Kâlû udu lena rabbike : dediler, dua, davet, çağrı, yönelmek, iste, bize, rabbin
Yubeyyin lena: açıklasın, beyan, etmek, bize
Ma levnu-hâ: ne, şey, değil, sıfat, renk, tür, çeşit, o
Kâle inne hu yekulu: dedi, elbette, o, bildiren, söyleyen,
inne-hâ: muhakkak ki onlar
bakaratun : inek, cehalet hallerinin tapınmaları,
safrâu: sıkıntı veren, tedirgin, sarı, sararmak, sıkılmak,
Fâkiun levnu ha: aydınlık, parlak, canlı, sıfat, renk, tür, cins, onun
Tesurru : tesir etme, hareket etme, neşe,
en nâzirîne: görenler, bakanlar

 

Dediler ki: Rabbin bize bildirsin, o sıfatlar nedir, bize açıklasın. Dedi ki: Muhakkak ki O her an bildirir. Size sıkıntı veren o eski cehalet hallerinizdeki tapınmalarınızı bırakın. O sıfatlarla aydınlık bulursunuz, hareket edersiniz, görürsünüz.

 

قَالُواْ ادْعُ لَنَا رَبَّكَ يُبَيِّن لَّنَا مَا هِيَ إِنَّ البَقَرَ تَشَابَهَ عَلَيْنَا وَإِنَّآ إِن شَاء اللَّهُ لَمُهْتَدُونَ

Kâlûdu lenâ rabbeke yubeyyin lenâ mâ hiye innel bakara teşâbehe aleynâ ve innâ in şâallâhu le muhtedûn

Kâlû udu lena : dediler, dua, davet, çağrı, yönelmek, iste, bildirsin, bize,
rabbike : rabbin
Yubeyyin lena ma hiye: açıklasın, beyan, etmek, bize, değil, şey, ne, o
İnne el bakara: muhakkak, inek, cehalet hallerinin tapınmaları
Teşabehe aleyna: teşbih, benzerlik, bize
Ve inna in şâe Allâh : biz, eğer, istek, Allah
le muhtedûne: elbette, yol bulan, hidayete eren, ulaşanlar, yönlendirme

 

Dediler ki: Rabbin bize bildirsin, o şeyleri bize açıklasın. Elbette biz teşbih ederek tapınma hallerinde oluruz ve eğer bizde istek olursa elbette Allah’a yol buluruz.

 

قَالَ إِنَّهُ يَقُولُ إِنَّهَا بَقَرَةٌ لاَّ ذَلُولٌ تُثِيرُ الأَرْضَ وَلاَ تَسْقِي الْحَرْثَ مُسَلَّمَةٌ لاَّ شِيَةَ فِيهَا قَالُواْ الآنَ جِئْتَ بِالْحَقِّ فَذَبَحُوهَا وَمَا كَادُواْ يَفْعَلُونَ

Kâle innehu yekûlu innehâ bakaratun lâ zelûlun tusîrul arda ve lâ teskıl hars musellemetun lâ şiyete fîhâ kâlûlâne cite bil hakk fe zebehûhâ ve mâ kâdû yefalûn

kâle inne-hu yekulu: dedi, elbette, o, der, diyor, söylemek, bildirmek
İnne ha bakaratun: elbette, o, inek, cehalet hallerinin tapınmaları
lâ zelûlun tusiru : yok, zelil, yanılmak, artma, tesir, etki
el ard: yeryüzü, toprak, beden,
ve la teski : yok, sulamak, yıkamak, çabalamak, beslenmek
el hars: sürmek, ekin, kültür
musellemetun: herkezce kabul edilen bilgi, teslim olan, kaide, esas
lâ şiyete fiha: yok, alacalık, leke, huylar, haller, onda
Kalu elane cite: dediler, şuanda, şimdi, geldin
bi el hakkı: hak, gerçek, doğru olan
Fe zebehû-hâ: böylece, yok etmek, kıyım, kestiler
ve mâ kâdû yefalûne: ne, şey, oldu, yapan, fail olan, her varlıkta işleyen

 

Dedi ki: Muhakkak ki O her an bildirir. Elbette o cehalet hallerinizdeki tapınmalar, yeryüzünde sizin yanılgılarınızı yok etmez. O değişik cehalet hallerinizi yok ederek, teslim olanlardan olun, o kendi cehalet kültürünüzden beslenmeyin. Dediler ki: Şimdi hakikatleri bildirdin. Böylece o hallerini yok ettiler ve her varlıkta fâil olanın ne olduğunu anladılar.

 

وَإِذْ قَتَلْتُمْ نَفْساً فَادَّارَأْتُمْ فِيهَا وَاللّهُ مُخْرِجٌ مَّا كُنتُمْ تَكْتُمُونَ

Ve iz kateltum nefsen feddâretum fîhâ vallâhu muhricun mâ kuntum tektumûn

ve iz kateltum : olduğunda, yok etme, yazık etmek, siz
nefsen: nefs, kişi, kendiniz
fe eddâre tum fiha: artık, yönlendirme, manevra, döndürme, orada, hakkında
Ve Allah muhricun: Allah, ortaya çıkaran, yönetici
mâ kuntum tektumûne: değil, şey, ne, siz, gizlemek, kapatmak, bilmemek

 

Siz kendinize yazık etmiştiniz ve siz o hakikatlere yönlendirildiniz. Allah sizin bilemediklerinizi ortaya çıkarandır.

 

فَقُلْنَا اضْرِبُوهُ بِبَعْضِهَا كَذَلِكَ يُحْيِي اللّهُ الْمَوْتَى وَيُرِيكُمْ آيَاتِهِ لَعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَ

Fe kulnâdribûhu bi badıhâ kezâlike yuhyîllâhul mevtâ ve yurîkum âyâtihî leallekum takılûn

fe kulnâ ıdrubu hu: böylece, bildirdik, vurguladık, darbe, çarpmak, tesir, o
bi badı-hâ: bazı, her, kısım, onu
Kezâlike yuhyi Allah : işte böylece, bu, diri olan, hayat verir, Allah
el mevtâ: nutfe, öz, ölü, idraksizlik,
ve yuri kum ayeti hi: gösterir, görür, anlamak, işaret, delil, ayet,
Leallekum takılun: umulur ki, siz, akıl edersiniz, düşünürsünüz

 

Böylece onlara her hakikati vurguladık. İşte siz ölü gibiyken, sizi hakikatleriyle diriliğe ulaştıran Allah’tır ve O ayetlerini size her yerden her an gösterir, umulur ki siz akıl edip düşünürsünüz.

 

ثُمَّ قَسَتْ قُلُوبُكُم مِّن بَعْدِ ذَلِكَ فَهِيَ كَالْحِجَارَةِ أَوْ أَشَدُّ قَسْوَةً وَإِنَّ مِنَ الْحِجَارَةِ لَمَا يَتَفَجَّرُ مِنْهُ الأَنْهَارُ وَإِنَّ مِنْهَا لَمَا يَشَّقَّقُ فَيَخْرُجُ مِنْهُ الْمَاء وَإِنَّ مِنْهَا لَمَا يَهْبِطُ مِنْ خَشْيَةِ اللّهِ وَمَا اللّهُ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ

Summe kaset kulûbukum min badi zâlike fe hiye kel hıcâreti ev eşeddu kasvet ve inne minel hıcâreti lemâ yetefecceru minhul enhâr ve inne minhâ lemâ yeşşakkaku fe yahrucu minhul mâu, ve inne minhâ lemâyehbitu min haşyet allâh ve ma âllâhu bi gâfilin ammâ tamelûn

Summe kaset : sonra, katılaşma, ilgilenmeme, sert, ölçmek,
kulub hum: kalpleriniz, anlayışlarınız, idrakleriniz,
Min badi zâlike: sonra, uzak, işte bu
Fe hiye ke el hicaret: artık, öyle ki, gibi, taş, katı olan, anlayışsız,
Ev eşeddu kasveten: veya, yada, daha fazla, şiddetli, katı, sert,
ve inne min el hicaret: muhakkak, taşlaşmış, sertleşmiş
Lema yetefecceru: olduğunda, fakat, patlamak, çıkar, fışkırır, kaynar,
min-hu el enhar : ondan, nehir, akıp giden, ilim,
ve inne min-hâ: muhakkak, ondan
Lemâ yeşşakkaku : olduğunda, hatta, yarılır, hakikatler ortaya çıkar
Fe yahruc min hu : artık, çıkar, ortaya çıkar, ondan,
el mâu: su, ilim
ve inne min-hâ: ve muhakkak ondan
Lemâ yehbitu: olduğunda, hatta, öyle, düşer, iner,
Min haşyete Allâh : saygı, sevgi, ürperme, korku, çekinme, Allah
ve mâ Allâh bi gafilin: değil, şey, ne, Allah, gafil, habersiz, bilgisiz, dalgın
Amma tamelun : şeyler, yaptığınız, amellerden

 

Sonra kalbleriniz yine katılaştı, öyle ki sanki bir taş gibi, ya da ondan daha fazla katılaştı. Öyle taşlar vardır ki oradan bir su kaynar, akıp gider. Öyle taşlar vardır ki ondan bazı gerçekler ortaya çıkar, öyle ki oradan bir ilim bulursunuz. Elbette öyle kimseler vardır ki, Allah’a saygısından bir tenezzül içindedirler. Yaptıkları şeylerde bir gaflet içinde olanlar ise, Allah’ı bilemezler.

 

أَفَتَطْمَعُونَ أَن يُؤْمِنُواْ لَكُمْ وَقَدْ كَانَ فَرِيقٌ مِّنْهُمْ يَسْمَعُونَ كَلاَمَ اللّهِ ثُمَّ يُحَرِّفُونَهُ مِن بَعْدِ مَا عَقَلُوهُ وَهُمْ يَعْلَمُونَ

E fe tatmeûne en yuminû lekum ve kad kâne ferîkun minhum yesmeûne kelâmallâhi summe yuharrifûnehu min badi mâ akalûhu ve hum yalemûn

e fe tatmeûne: rahatlama, doygunluk, mutmain, gıpta
en yuminû lekum: inanmaları, size, sizin anlattıklarınıza inanma
ve kad kâne ferikun minhum: olmuştu, fırka, gurup, onlardan ,
Yesmeune : işitmek, dinlemek, kulak vermek,
kelam allâh: kelam, söz, hakikatlerin sözleri, Allah
summe yuharrifûne-hu: sonra, tahrif etme, değiştirmek
min badi ma aklu hu: ondan sonra, anladıkları şekilde, anlamadan
ve hum yalemun: onlar, bilir, bilirler,

 

O gaflet içinde olanlar, sizin anlattıklarınıza inanmazlar, mutmain olmazlar ve onlardan bazıları Allah’ın kelamını dinler gibi görünür, sonra da onun hakikatini anlamadan, kendi anladıkları şekilde değiştirirler ve onlar yalnız kendi anlayışlarını bilirler.

 

وَإِذَا لَقُواْ الَّذِينَ آمَنُواْ قَالُواْ آمَنَّا وَإِذَا خَلاَ بَعْضُهُمْ إِلَىَ بَعْضٍ قَالُواْ أَتُحَدِّثُونَهُم بِمَا فَتَحَ اللّهُ عَلَيْكُمْ لِيُحَآجُّوكُم بِهِ عِندَ رَبِّكُمْ أَفَلاَ تَعْقِلُونَ

Ve izâ lekûllezîne âmenû kâlû âmennâ ve izâ halâ baduhum ilâ badin kâlû e tuhaddisûnehum bi mâ fetehallâhu aleykum li yuhâccûkum bihî inde rabbikum e fe lâ takılûn

ve izâ leku ellezine amenu: olduğunda, karşılaşma, iman eden kimseler, inanan
Kalu âmennâ: dediler, iman ettik, inandık
ve izâ halâ: olduğunda, halleri, yalnız kaldıkları zaman
baduhum ilâ badin: onların bazıları, bazılarına, birbirlerine
Kalu e tuhaddisûne-hum: dediler, bahsediyor musunuz, anlatmak, bildirmek, onlar
bi mâ feteh : açıklanan o şeyler, ortaya çıktı,
Allah aleykum: Allah, size, kendiniz,
Li yuhâccû-kum bihi: için, delil, maksat, niyet, hüccet, siz, onu, o bahsedilen
inde rabbi-kum: katında, ona ait hakikatler, Rabbiniz, sizi vücudlandıran,
e fe lâ takılûne: hâlâ akıl etmez misiniz? Düşün mezmisiniz,

 

Onlar, iman eden kimselerle karşılaştıklarında, biz de iman ettik derler. Fakat kendi hallerinde olanlarla bir araya geldiklerinde, onlardan bazıları bazılarına: Onların, size Allah’ın hakikatleri diye açıklanan şeylerden, birbirinize bahsediyor musunuz? Siz o bahsedilenlere karşı, kendi maksadınız için hareket edin, derler. Sizler hâlâ sizi vücudlandırana ait olan hakikatleri düşünmez misiniz?

 

أَوَلاَ يَعْلَمُونَ أَنَّ اللّهَ يَعْلَمُ مَا يُسِرُّونَ وَمَا يُعْلِنُونَ

E ve lâ yalemûne ennallâhe yalemu mâ yusirrûne ve mâ yulinûn

e ve lâ yalemûne: bilemiyorlar mı, bilmezler mi?
Enne Allah yalemu : olduğunu, Allah, ilmin sahibi, ilmiyle vareden
mâ yusirrûne: göremedikleri, bilemedikleri, sır olan, saklanan şeyler
ve mâ yulinûne: görünen şeyler, aleni olan, açıklanan şeyler

 

Göremedikleri ve gördükleri şeylerdeki ilmin sahibinin Allah olduğunu bilemiyorlar mı?

 

وَمِنْهُمْ أُمِّيُّونَ لاَ يَعْلَمُونَ الْكِتَابَ إِلاَّ أَمَانِيَّ وَإِنْ هُمْ إِلاَّ يَظُنُّونَ

Ve minhum ummiyyûne lâ yalemûnel kitâbe illâ emâniyye ve in hum illâ yezunnûn

ve minhum ummiyyûne: onlardan, annesinden doğduğu gibi olan, asliyet
lâ yalemûne : yok, bilmek, bilmezler,
el kitab : kitap, hakikatlerin sözlerini
İllâ emaniyye : sadece, ancak, arzu, gaye, zan, temenni, inanmak,
ve in hum illâ yezunnune : onlar, sadece, ancak, zannederler, zanna tabi olmak,

 

Onlardan kitap nedir, geldikleri asliyet nedir bilmeyenler vardır. Onlar sadece inanırlar ve onlar ancak zanlara tabidirler.

 

فَوَيْلٌ لِّلَّذِينَ يَكْتُبُونَ الْكِتَابَ بِأَيْدِيهِمْ ثُمَّ يَقُولُونَ هَذَا مِنْ عِندِ اللّهِ لِيَشْتَرُواْ بِهِ ثَمَناً قَلِيلاً فَوَيْلٌ لَّهُم مِّمَّا كَتَبَتْ أَيْدِيهِمْ وَوَيْلٌ لَّهُمْ مِّمَّا يَكْسِبُونَ

Fe veylun lillezîne yektubûnel kitâbe bi eydîhim summe yekûlûne hâzâ min indillâhi li yeşterû bihî semenen kalîlâ fe veylun lehum mimmâ ketebet eydîhim ve veylun lehum mimmâ yeksibûn

Fe veylun li ellezine : artık, öyle ki, yazık, vah, vay, o kimseler,
Yektubûne el kitabi : yazarlar, kitap
bi eydî-him: kendi anlayışlarıyla, zanları, elleriyle
Summe yekulune: sonra, derler
Haza min inde Allâh : bu, Allah&#;ın katından
li yeşterû bihi : için, kendi çıkarları için, satmak için
Semenen kalilen bi-hi: az bir değere,
Fe veylun lehum: artık, yazık, vah, onlara
mimmâ ketebet eydihim : şeyler, yazdı, kendi ellri, kendi anlayışları, zanları
Fe veylun lehum: artık, yazık, vah, onlara
Mimma yeksibûne: şeyleri edindikleri, kazanıyorlar

 

Vay o kimselere ki, kendi zanlarıyla kitap yazarlar, sonra bu Allah’ın katından derler. Ondan kendilerine çıkar elde etmek isterler. Vay kendi zanlarıyla o kitap yazanlara! Vay onların edindikleri şeylere!

 

وَقَالُواْ لَن تَمَسَّنَا النَّارُ إِلاَّ أَيَّاماً مَّعْدُودَةً قُلْ أَتَّخَذْتُمْ عِندَ اللّهِ عَهْدًا فَلَن يُخْلِفَ اللّهُ عَهْدَهُ أَمْ تَقُولُونَ عَلَى اللّهِ مَا لاَ تَعْلَمُونَ

Ve kâlû len temessenen nâru illâ eyyâmen madûdeh kul ettehaztum indallâhi ahden fe len yuhlifallâhu ahdehu em tekûlûne alâllâhi mâ lâ talemûn

ve kâlû len temesse-nâ: dediler, değil, olmaz, temas, dokunmak, biz
en nâru: ateş, yakıcı olan,
İllâ eyyamen madudete: ancak, sadece, günler, vakit, sayılı, belirli
Kul e ittehaztum: anlat, söyle, siz edindiniz mi?, sarıldınız,
inde Allâh ahd: katında, ona ait, yanında, Allah, söz,
Fe len yuhlife Allah : artık, değil, asla, değiştirilmez, geride, halef, Allah,
ahde-hû: söz, ahd, ahdini, o
Em tekûlûne ala Allah : veya, yoksa, söylüyorsunuz, için, karşı, Allah
mâ lâ talemûne: bilmediğiniz bir şey

 

Dediler ki: Az bir zaman da olsa bize ateş dokunmaz. De ki: Allah’ın katından bir söz mü edindiniz? Allah’a ait olan hakikatlerin sözlerinde bir değişiklik olmaz. Yoksa Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?

 

بَلَى مَن كَسَبَ سَيِّئَةً وَأَحَاطَتْ بِهِ خَطِيئَتُهُ فَأُوْلَئِكَ أَصْحَابُ النَّارِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ

Belâ men kesebe seyyieten ve ehâtat bihî hatîetuhu fe ulâike ashâbun nâr hum fîhâ hâlidûn

Belâ men kesebe : bilakis, hayır, kim, kazandı, edindi,
seyyiet: fenalar, günah, kötülük,
ve ehâtat bihi : ihata etti, kuşattı, sardı, onu,
hatiet hu: hata, yanlış
Fe ulaike ashâbu en nâri: işte onlar, sahip, halk, ateş, yakıp yıkıcı hal,
Hum fiha halidun: onlar, o halde, içinde, orada, devamlı, sürekli

 

Bilakis fena halleri edinen ve kendi yanlışlarıyla kuşatılmış olan kimseler, işte onlar ateşe sahiptirler, onlar sürekli o hâlin içindedirler.

 

وَالَّذِينَ آمَنُواْ وَعَمِلُواْ الصَّالِحَاتِ أُولَئِكَ أَصْحَابُ الْجَنَّةِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ

Vellezîne âmenû ve amilûs sâlihâti ulâike ashâbul cennet hum fîhâ hâlidûn

ve ellezîne amenu: o kimseler, onlar,iman eden, inanan
ve amilû el sâlihâti: iyi, hayırlı çalışmalarda olan, Salih amel
Ulaike ashâbu el cenneti: işte onlar, sahip, halk, huzur, cennet
Hum fiha halidun: onlar, o halde, içinde, orada, devamlı, sürekli

 

İman edenler ve dosdoğru iyi çalışmalarda olanlar ise, işte onlar huzura sahiptirler, onlar sürekli o hâlin içindedirler

 

وَإِذْ أَخَذْنَا مِيثَاقَ بَنِي إِسْرَائِيلَ لاَ تَعْبُدُونَ إِلاَّ اللّهَ وَبِالْوَالِدَيْنِ إِحْسَاناً وَذِي الْقُرْبَى وَالْيَتَامَى وَالْمَسَاكِينِ وَقُولُواْ لِلنَّاسِ حُسْناً وَأَقِيمُواْ الصَّلاَةَ وَآتُواْ الزَّكَاةَ ثُمَّ تَوَلَّيْتُمْ إِلاَّ قَلِيلاً مِّنكُمْ وَأَنتُم مِّعْرِضُونَ

Ve iz ehaznâ mîsâka benî isrâîle lâ tabudûne illâllâhe ve bil vâlideyni ihsânen ve zil kurbâvel yetâmâ vel mesâkîni ve kûlû lin nâsi husnen ve ekîmûs salâte ve âtûz zekât summe tevelleytum illâ kalîlen minkum ve entum muridûn

ve iz ehaznâ misaka: almıştık, sarılmak, biz, misak, söz vermek, yemin
benî isrâîle: hakk yolunda olanlar, İsrailoğulları, yakubun oğullar,
lâ tabudûn illa Allah : kul olmayın, Allah’tan başka
ve bi el vâlideyni : ana babaya, doğurtan, mürşidi kamil,
ihsan: iyi davranın,
ve zi el kurba: sahip, yakınlarınıza, yakınlık,
ve el yetâmâ: yetimler, atalarının inancından kopmuş olan,
ve el mesâkîni: miskinler, çaresiz, yoksun, hakikati arayan
ve kûlû liel nas : söyleyin, deyin, insanlara
husnen: güzel, iyi hoş, hoş sözler, güzei davranışlar,
ve ekîmû es salâte: heran sâlat üzere olmak, hakka bağlılık
ve âtû ez zekâte: kendinizde olanı paylaşın, zekât verin, temizlenin,
Summe tevelleytum: sonra, yoksa, siz yüz çevirdiniz, cehalete döndünüz
İlla kalilen min-kum: ancak, sadece, az, sizden
ve entum müridun: siz, yüz çeviren, reddeden,

 

Hakk yolunda olanlardan söz aldık: Allah’tan başkasına kul olmayın, anne ve babanıza, yakınlarınıza, yetimlere, çaresizlere iyi davranın, insanlara güzel hoş sözler söyleyin, her an Hakk’a bağlılık şuuru ile hareket edin, temizlenme içinde olup kendinizde olanı paylaşın. Yoksa sizden az bir kısmınız hariç, eski cehalet hallerinize dönerseniz ve sizler yüz çeviren olursunuz.

 

وَإِذْ أَخَذْنَا مِيثَاقَكُمْ لاَ تَسْفِكُونَ دِمَاءكُمْ وَلاَ تُخْرِجُونَ أَنفُسَكُم مِّن دِيَارِكُمْ ثُمَّ أَقْرَرْتُمْ وَأَنتُمْ تَشْهَدُونَ

Ve iz ehaznâ mîsâkakum lâ tesfikûne dimâekum ve lâ tuhricûne enfusekum min diyârikum summe ekrartum ve entum teşhedûn

ve iz ehaznâ misaka kum: almıştık, biz, misak, söz, siz
lâ tesfikûne dimaekum: dökmeyin, kan, siz,
ve lâ tuhricûne enfus kum: çıkarmayın, birbirinizi
min diyâri-kum: yurdunuzdan, bulunduğunuz yerlerden
Summe ekrartum: sonra, ikrar, tastik, kabul etmek, siz kabul ettiniz
ve entum teşhedun: siz, şahit, bilen gören,

 

Sizler kan dökücü olmayın, birbirinizi yurtlarınızdan çıkarmayın, sonra hakikatleri kabul edin ve görüp bilenlerden olun, diye de söz almıştık.

 

ثُمَّ أَنتُمْ هَؤُلاء تَقْتُلُونَ أَنفُسَكُمْ وَتُخْرِجُونَ فَرِيقاً مِّنكُم مِّن دِيَارِهِمْ تَظَاهَرُونَ عَلَيْهِم بِالإِثْمِ وَالْعُدْوَانِ وَإِن يَأتُوكُمْ أُسَارَى تُفَادُوهُمْ وَهُوَ مُحَرَّمٌ عَلَيْكُمْ إِخْرَاجُهُمْ أَفَتُؤْمِنُونَ بِبَعْضِ الْكِتَابِ وَتَكْفُرُونَ بِبَعْضٍ فَمَا جَزَاء مَن يَفْعَلُ ذَلِكَ مِنكُمْ إِلاَّ خِزْيٌ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَيَوْمَ الْقِيَامَةِ يُرَدُّونَ إِلَى أَشَدِّ الْعَذَابِ وَمَا اللّهُ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ

Summe entum hâulâi taktulûne enfusekum ve tuhricûne ferîkan minkummin diyârihim tezâharûne aleyhim bil ismi vel udvân ve in yetûkum usârâ tufâdûhum ve huve muharremun aleykum ihrâcuhum e fe tu’minûne bi ba’dil kitâbive tekfurûne bi badın fe mâ cezâu men yef’alu zâlike minkum illâ hızyun fîl hayâtid dunyâ, ve yevmel kıyâmeti yureddûne ilâ eşeddil azâb ve mâllâhu bi gâfilin ammâ tamelûn

summe entum haulai: sonra, siz, onlar
Taktulune enfuse-kum: öldürmek, yazık etmek, nefsleriniz, birbiriniz, kendiniz
ve tuhricûn ferîk minkum: çıkarıyorsunuz, grup, bir kısım, sizden
min diyâri-him: yurtlarından, diyar, ev, onlar
Tezâharûne : yardımlaşıyorsunuz
Aleyhim bi el ism: onlara karşı, günah, hata, fenalar
ve el udvâni: düşmanlık
ve in yetû-kum: eğer size gelirse
Usârâ tufadu hum: esirler, cehaletine esir olan, kurtarmak,
Ve huve muharremun: o, kutsal olan, yasak, haram olan
Aleykum ihracu kum: size, çıkarmak, ihraç, onlar
e fe tuminûne : o halde iman mı, inanmak,
bi badi el kitab: bir kısmı, bazı, kitap, hakkın sözleri,
Ve tekfurune bi badın: hakikatleri örtmek, bir kısmı
fe mâ cezâu men yefalu: artık, değil, şey, ne, ceza, karşılık, kim, yaparsa
zâlike min-kum : işte, sizden, ancak, sadece,
illa hızyun: rezil, adi, kötü olan, ayıp, yazık eden,
fî el hayâti ed dunyâ: dünya hayatında, yaşamları,
ve yevme el kıyâmeti: hakikatlerin ortaya çıktığı gün, ölüm günü,
Yureddûn : reddedilirler, iade, geri çevrilmek, kayıpta olan
ila eşed el azab: daha fazla, şiddetli, sıkıntı, azap
ve mâ Allâh bi gafilin: değil, şey, ne, Allah, gafil, habersiz, bilgisiz, dalgın
Amma tamelun : şeyler, yaptığınız, amellerden

 

Sonra sizler birbirlerinizi öldürdünüz ve sizlerden bazı kimseler bazı kimseleri yurtlarından dışarı attılar. Birbirlerinize fenalarda ve düşmanlıklarda yardımcı oldunuz. Eğer sizlere, cehaletine esir olan biri gelirse onu kurtarın. Birbirinizi kutsal olan hakikatlerin dışına çıkarmayın, diye bildirilmişti. Yoksa kitaptan işinize gelene inanıyorsunuz da, bazı hakikatleri görmemezlikten gelip örtüyor musunuz? İşte kim, ne yaparsa onun karşılığını bulur. İşte böyle hallerde olanlar, yaşamlarında kendine yazık edenlerdir ve onlar ölünceye kadar kayıpta olanlardır, daha fazla sıkıntıda kalanlardır. Yaptıkları şeylerde bir gaflet içinde olanlar Allah’ı bilemezler.

 

أُولَئِكَ الَّذِينَ اشْتَرَوُاْ الْحَيَاةَ الدُّنْيَا بِالآَخِرَةِ فَلاَ يُخَفَّفُ عَنْهُمُ الْعَذَابُ وَلاَ هُمْ يُنصَرُونَ

Ulâikellezîneşteravul hayâted dunyâ bil âhireti, fe lâ yuhaffefu anhumul azâbu ve lâ hum yunsarûn

ulâike ellezîne : işte o kimseler,
eşterav: satın almak, değişmek, tercih etmek, çıkarında olmak
el hayâte ed dunyâ: dünya hayatı, yaşamları,
bi el âhireti: sonları, son anlarına kadar,
Fe lâ yuhaffefu an hum : artık, yok, hafif, onlardan
el azâbu: azap, sıkıntı,
ve lâ hum yunsarûne: ve onlar yardım olunmazlar

 

İşte o kimseler; son anlarına kadar dünya hayatının çıkarına koşmuşlardır. Artık onların sıkıntıları yok olmaz ve onlara bir yardımcı da yoktur.

 

وَلَقَدْ آتَيْنَا مُوسَى الْكِتَابَ وَقَفَّيْنَا مِن بَعْدِهِ بِالرُّسُلِ وَآتَيْنَا عِيسَى ابْنَ مَرْيَمَ الْبَيِّنَاتِ وَأَيَّدْنَاهُ بِرُوحِ الْقُدُسِ أَفَكُلَّمَا جَاءكُمْ رَسُولٌ بِمَا لاَ تَهْوَى أَنفُسُكُمُ اسْتَكْبَرْتُمْ فَفَرِيقاً كَذَّبْتُمْ وَفَرِيقاً تَقْتُلُونَ

Ve lekad âteynâ mûsâl kitâbe ve kaffeynâ min badihî bir rusuli ve âteynâ îsâbne meryemel beyyinâti ve eyyednâhu bi rûhil kudus e fe kullemâ câekum resûlun bimâ lâ tehvâ enfusukumustekbertum fe ferîkan kezzebtum ve ferîkan taktulûn

ve lekad ateyna musa: andolsun, sunduk, bildirdik, Musa
El kitabı : kitabı, hakikatlerin sözleri, yazılı olan,
ve kaffeynâ: ardarda, ardı sıra geldi,
min badi hi bi el resül : ondan sonra, resül, hakikatleri bildiren
ve âteynâ isa ibn meryem: verdik, sunduk, bildirdik, Meryem oğlu isa
el beyyinâti: apaçık deliller, açıklamalar, kanıtlar
ve eyyednâ-hu: el, güç, eller, her şeyi tutan kudret, destek, biz, o
bi rûhi el kudusi: temiz, bereketli, kutsal olan ruh, tertemiz ruh
Fe kullema cae kum : öyle ki, her sefer, her defa, gelen, bildiren, sunan, size,
resul: hakikati gösteren, açıklayan, bildiren,
Bima lâ tehvâ: şeyler, yok, hoşnut, memnun, sevgi, hoşlanmadınız
enfusu-kum : nefsleriniz, kendiniz,
istekbertum : kibirlenmek, gururlanmak
Fe ferikan kezzebtum: böylece, sonra, gurup, bazıları, yalanladınız,
ve ferikan taktulun : bir gurup, bazıları, öldürdünüz

 

Doğrusu Musa sunduğumuz kitabı anlayanlardandı. Ondan sonra da, onun ardı sıra hakikatleri bildirenler geldi. Meryem oğlu İsa sunduğumuz apaçık delilleri anladı ve o her şeyi tutan kudretimizi anladı ve tertemiz bir ruh üzere oldu. Öyle ki hakikatleri gösterenlerin, her seferinde size sunduğu hakikatlerden hoşlanmadınız. Sizler onlara karşı kibirlendiniz ve bazılarınız onları yalanladı ve bazılarınız onları öldürdü.

 

وَقَالُواْ قُلُوبُنَا غُلْفٌ بَل لَّعَنَهُمُ اللَّه بِكُفْرِهِمْ فَقَلِيلاً مَّا يُؤْمِنُونَ

Ve kâlû kulûbunâ gulf bel leanehumullâhu bi kufrihim fe kalîlen mâ yuminun

ve kâlû kulûbu-nâ : dediler, kalblerimiz, idraklerimiz, anlayışlarımız, biz
gulfun: kılıf, kabuk, örtülü, kapalı,
Bel leane-hum allâh: hayır, Allah’ı idrak edemeyip rahmetten uzaklaşma
bi kufri-him: hakikatleri örtmek, kabul etmemek
Fe kalîlen mâ yuminun: artık, bu yüzden, pek azın dışında, inanmadılar

 

Dediler ki: Bizim kalblerimiz o anlatılanlara karşı kapalıdır. Öyle ki onlar, hakikatleri görmemezlikten gelip örttüklerinden dolayı, Allah’ı anlayamayıp rahmetten uzaklaştılar. Böylece az bir kısmı hariç inanmadılar.

 

وَلَمَّا جَاءهُمْ كِتَابٌ مِّنْ عِندِ اللّهِ مُصَدِّقٌ لِّمَا مَعَهُمْ وَكَانُواْ مِن قَبْلُ يَسْتَفْتِحُونَ عَلَى الَّذِينَ كَفَرُواْ فَلَمَّا جَاءهُم مَّا عَرَفُواْ كَفَرُواْ بِهِ فَلَعْنَةُ اللَّه عَلَى الْكَافِرِينَ

Ve lemmâ câehum kitâbun min indillâhi musaddikun limâ meahum ve kânû min kablu yesteftihûne alellezîne keferû fe lemmâ câehum mâ arafû keferû bihî fe lanetullâhi alel kâfirîn

ve lemmâ cae hum : geldiğinde, sunulduğunda, onlar,
kitab: hakikatler, hakikatlerin sözleri, varlık kitabı,
min inde Allâh : katından, yanında, ona ait, Allah
Musaddik : doğrulayan, sadık olan, tasdik,
lima mea hum: şeyi, beraber, birlikte,  onlar
Ve kanu min kablu: oldu, idi, önceden, tarafından, olarak,
yesteftihûne: açık, başarı, ortaya çıkma, fetih, zafer isterler
alâ ellezîne keferu: onlara karşı, hakikatleri örten kimseler,
Fe lemma câe-hum: artık, sonra, onlara geldi, sunuldu,
mâ arafû keferu bihi: şey, ne, değil, arif, bilen, hakikatleri örtmek, onunla
Fe leanet Allâh : böylece, Allah’ı idrak edemeyip rahmetten uzaklaşma
Alâ el kafirin: üzerine, hakikatleri görmemezlikten gelip örtmek

 

Onlara, kendilerinde olan şeyleri doğrulayan Allah’a ait olan hakikatler sunulduğunda, onlar hakikatleri görmemezlikten gelip örten kimselere karşı, bir başarı içinde olmak istiyorlardı. Onlara sunulan hakikatleri görmemezlikten gelip örtüklerinden dolayı, onlar hakikatleri bilemediler. Öyle ki hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler, Allah’ı anlayamadıklarından dolayı, rahmetten uzaklaşırlar.

 

بِئْسَمَا اشْتَرَوْاْ بِهِ أَنفُسَهُمْ أَن يَكْفُرُواْ بِمَا أنَزَلَ اللّهُ بَغْياً أَن يُنَزِّلُ اللّهُ مِن فَضْلِهِ عَلَى مَن يَشَاء مِنْ عِبَادِهِ فَبَآؤُواْ بِغَضَبٍ عَلَى غَضَبٍ وَلِلْكَافِرِينَ عَذَابٌ مُّهِينٌ

Bisemeşterav bihî enfusehum en yekfurû bi mâ enzelallâhu bagyen en yunezzilallâhu min fadlihî alâ men yeşâu min ibâdih fe bâû bi gadabin alâ gadab ve lil kâfirîne azâbun muhîn

bise : ne kötü,
ma işterav bihi: satın almak, değişmek, çıkarında olmak, onula
enfuse-hum : nefsleri, kendileri, kendi çıkarları, onlar,
en yekferu: hakikati görmemezlikten gelmek, hakikatleri örtmeleri
bimâ enzele Allâh : şeyler, sunduğu, indirdiği, Allah
bagyen: haset, zulüm, isyan, itaatsizlik,
En yunezzile allâh: indirilmesi, sunulması, bildirilmesi, Allah
min fadli-hi: lütuf, nimet, fazlından, o
alâ men yeşâu : için, göre, karşı, kim, istek, isteyen,
min abid hi: kulluk, o, kullarından
Fe bau bi gadab : böylece, uğradı, kaldı, öfke, hiddet,
alâ gadab: üzere, öfke, kızgınlık, hiddet,
ve li el kâfirîne: hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler için
Azâbun muhin : azap, sıkıntı, alçaltıcı, kaybettirici, hor hakir bırakan

 

Allah’ın sunduğu o lütufları ve O’nun kulu olduğunu anlamak isteyen kimselerin; hakikatler sunulduktan sonra bir itaatsizlik içinde olmaları, Allah’ın hakikatleri bildirildikten sonra, o hakikatleri görmemezlikten gelip örtüp, onları kendi çıkarları için kullanmaları ne kötüdür. Öyle ki onlar, öfkeyle oturan öfkeyle kalkan haller üzeredirler. Hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler için alçaltıcı sıkıntılar vardır.

 

وَإِذَا قِيلَ لَهُمْ آمِنُواْ بِمَا أَنزَلَ اللّهُ قَالُواْ نُؤْمِنُ بِمَآ أُنزِلَ عَلَيْنَا وَيَكْفُرونَ بِمَا وَرَاءهُ وَهُوَ الْحَقُّ مُصَدِّقاً لِّمَا مَعَهُمْ قُلْ فَلِمَ تَقْتُلُونَ أَنبِيَاء اللّهِ مِن قَبْلُ إِن كُنتُم مُّؤْمِنِينَ

Ve izâ kîle lehum âminû bi mâ enzelallâhu kâlû numinu bi mâ unzile aleynâ ve yekfurûne bi mâ verâehu ve huvel hakku musaddikan limâ meahum kul fe lime taktulûne enbiyâallâhi min kablu in kuntum muminîn

ve izâ kile lehum aminu: olduğunda, denildi, onlara, inanın, iman edin
Bima enzele Allâh : şeyler, hakikatler, indirdi, sundu, verdi, Allah
Kâlû numinu : dediler, inanırız,
Bima unzile aleynâ: şeye, indirildi, sunuldu, bize
ve yekfurûne: hakikatleri örtüyorlar,
bi mâ verâe-hu: o şey, arkasındai geçmişinde, o
ve huve el hakku: o, hak, gerçek
Musaddik : doğrulayan, sadık olan, tasdik,
lima mea hum: şeyi, beraber, kendilerinde olan şeyler,
Kul fe lime taktulûne: söyle, o zaman, neden, niçin, öldürüyorsunuz
Enbiyâe Allah min kabl: nebiler, haber verenler, bildirenler, Allah, daha önce
in kuntum muminine: eğer müminler iseniz

 

Allah’ın sunduğu şeylere inanın denildiğinde, bize sunulan şeylere inandık derler. Fakat geçmişteki bildikleri o şeylerden dolayı hakikatleri görmemezlikten gelip örterler. Onların kendi vücudlarında olan şeyler dosdoğrudur, gerçektir. De ki: Eğer inandık diyorsanız, neden daha önce Allah’ın hakikatlerini bildirenleri öldürdünüz?

 

وَلَقَدْ جَاءكُم مُّوسَى بِالْبَيِّنَاتِ ثُمَّ اتَّخَذْتُمُ الْعِجْلَ مِن بَعْدِهِ وَأَنتُمْ ظَالِمُونَ

Ve lekad câekum mûsâ bil beyyinâti summettehaztumul icle min ba’dihî ve entum zâlimûn

ve lekad cea kum: andolsun, doğrusu, geldi, size,
Musa bi el beyyinati: Musa, apaçık delillerle,
summe ittehaztum: sonra, fakat, siz edindiniz, sarıldınız,
el icle : cehaletin tapınma halleri, ayrılık, sürgün, buzağı,
min badi hi: ondan sonra
ve entum zâlimûne: siz, zalimler,

 

Doğrusu Musa size apaçık delillerle geldi. Sonra sizler, cehalet hallerinizdeki o tapınmalarınıza sarıldınız ve zalimlerden oldunuz.

 

وَإِذْ أَخَذْنَا مِيثَاقَكُمْ وَرَفَعْنَا فَوْقَكُمُ الطُّورَ خُذُواْ مَا آتَيْنَاكُم بِقُوَّةٍ وَاسْمَعُواْ قَالُواْ سَمِعْنَا وَعَصَيْنَا وَأُشْرِبُواْ فِي قُلُوبِهِمُ الْعِجْلَ بِكُفْرِهِمْ قُلْ بِئْسَمَا يَأْمُرُكُمْ بِهِ إِيمَانُكُمْ إِن كُنتُمْ مُّؤْمِنِينَ

Ve iz ehaznâ mîsâkakum ve refanâ fevkakumut tûra huzû mâ âteynâkum bi kuvvetin vesmeû kâlû seminâ ve aseynâ ve uşribû fî kulûbihimul icle bi kufrihim kul bise mâ ye’murukum bihî îmânukum in kuntum muminîn

ve iz ehaz na : almak, sarmak, edinmek, biz, hakikatlerimiz,
misak kum: verilen söz, misak, siz
ve refa na: yükseltmek, kaldırmak, yücelik, hükümsüz bırakmak, biz,
fevka-kum : üst makam, üzerinizde, yüce, ilmen yükselmek, siz,
el tur : tur, gönül, sıfatlar, sıfatlarla donatılmış vücud
Huzu mâ ateynâ-kum: alın, sarılın, şey, vermek, sunmak, biz, siz
bi kuvvetin: kuvvetle, güçlü bir idrakle,
ve ismeû: işitin, dinleyin
Kâlû senina: dediler, işittik,
ve aseynâ: karşı çıkmak, asi, isyan, biz
ve uşribû: içmek, işlemek, beslenmek, yerleştirildi
fî kulûbi-him : içinde, kalpleri, idrakleri, onlar,
el ıcle: eski tapınma halleri, buzağı, hayvaniyet,
bi kufri-him: hakikatleri örtmek, onlar
Kul bise mâ: söyle, anlat, ne kötü şey
yemuru-kum: işleyiş, hüküm, emir, siz
bi-hi imanu-kum: inançlar, siz, onunla sizin imanınız
in kuntum muminîne: eğer, sizler, müminler, inananlar

 

Siz; Bize verdiğiniz sözleri tutup hakikatlerimize sarılın, sıfatlarla donatılmış vücudunuzu iyi anlayın, ilmen yükselin, yüceliğimizi anlayın, size verdiğimiz sıfatlara güçlü bir idrakle sarılın ve o sıfatlardaki hakikatleri işitin, diye bildirildiğinde, dediler ki: Biz işittik, fakat kabul etmedik. Onların kalblerine eski tapınma halleri işlemişti. Onlar o hallerinden dolayı hakikatleri görmemezlikten gelip örtüler. De ki: Siz inandık dediğiniz hâlde, sizin kendi inanışlarınız size ne kötü şeyler emrediyor.

 

قُلْ إِن كَانَتْ لَكُمُ الدَّارُ الآَخِرَةُ عِندَ اللّهِ خَالِصَةً مِّن دُونِ النَّاسِ فَتَمَنَّوُاْ الْمَوْتَ إِن كُنتُمْ صَادِقِينَ

Kul in kânet lekumud dârul âhiretu indallâhi hâlisaten min dûnin nâsi fe temennevûl mevte in kuntum sâdikîn

Kul in kanet lekum: anlat, söyle, eğer, ise, oldu, size
ed dâru el âhiretu: yurt, ev, durum, ahiret, sonunda, ahiret yurdu
inde Allâh : katında, ona ait, Allah
Halisat min dûni en nâsi: halis olan, özel, saf, temiz, diğer insanlardan başka
fe temennevû : öyleyse, o zaman, temenni edin, isteyin,
el mevte : ölüm, nutfe, öz
in kuntum sadıkin: eğer, siz, emin olan, sadık, doğru söyleyen

 

De ki: Sizler kendinizi Allah’ın katında, diğer insanlardan daha temiz olduğunuzu, ahiret yurdunun size ait olduğunu düşünüyorsanız, eğer bundan eminseniz, öyleyse ölümü temenni edin.

 

وَلَن يَتَمَنَّوْهُ أَبَدًا بِمَا قَدَّمَتْ أَيْدِيهِمْ وَاللّهُ عَلِيمٌ بِالظَّالِمينَ

Ve len yetemennevhu ebeden bimâ kaddemet eydîhim vallâhu alîmun biz zâlimîn

ve len yetemennev-hu: değil, asla, temenni etmek, istemek, o
ebeden: sonsuza kadar, ebediyen, hiçbir zaman
bi-mâ kaddemet : şeyler, sebebiyle, takdim eden, yaptıkları, verilen, sağlana
Eydi him: güç, yaptıkları, onların elleri, elleri
ve Allâh alimun: Allah, ilmin sahibi, ilmiyle vareden,
bi el zâlimîne: zalimleri,

 

Onlar kendi yaptıkları şeyler sebebiyle, böyle bir şeyi hiçbir zaman istemezler. Oysa zalimlerin bedenlerini de ilmiyle vareden Allah’tır

 

وَلَتَجِدَنَّهُمْ أَحْرَصَ النَّاسِ عَلَى حَيَاةٍ وَمِنَ الَّذِينَ أَشْرَكُواْ يَوَدُّ أَحَدُهُمْ لَوْ يُعَمَّرُ أَلْفَ سَنَةٍ وَمَا هُوَ بِمُزَحْزِحِهِ مِنَ الْعَذَابِ أَن يُعَمَّرَ وَاللّهُ بَصِيرٌ بِمَا يَعْمَلُونَ

Ve le tecidennehum ahrasan nâsi alâ hayâtin ve minellezîne eşrakû yeveddu ehaduhum lev yuammeru elfe senet ve mâ huve bi muzahzihıhî minel azâbi en yuammer vallâhu basîrun bimâ yamelûn

ve le tecidenne-hum: elbette, bulursun, o halde görürsün, onlar
Ahrasa el nas : aç gözlü, çok hırslı, haris, insanlar,
ala hayat: yaşamlarında, hayatları
ve min ellezîne eşraku: o kimselerden, orta koşma
Yevuddu ehadu-hum: istek, arzu, dilek, onların herbiri
lev yuammeru : eğer, şayet, yaşamak, ömür,
elfe senet: bin sene, ünsiyet, ölümsüz, sonsuza kadar,
ve mâ huve: değil, şey, en, o
bi muzahzih hi min el azab: onu uzaklaştırıcı, kurtulacak, azap, sıkıntı,
en yuammere: yaşamlarında, ömürlerinde
ve Allâh basir : Allah, basiret veren, gösteren,
bima yamelun: yaptığınız şeyler,

 

Elbette onları, yaşamlarında aç gözlü olarak bulursun ve öyle kimseler ortak koşanlardan olurlar ve eğer onlar yaşasalar sonsuza kadar yaşamak isterler. Onlar yaşamlarında sıkıntılardan kurtulacak değillerdir. Allah yaptığınız şeylerden her an hakikatleri gösterir.

 

قُلْ مَن كَانَ عَدُوًّا لِّجِبْرِيلَ فَإِنَّهُ نَزَّلَهُ عَلَى قَلْبِكَ بِإِذْنِ اللّهِ مُصَدِّقاً لِّمَا بَيْنَ يَدَيْهِ وَهُدًى وَبُشْرَى لِلْمُؤْمِنِينَ

Kul men kâne aduvven li cibrîle fe innehu nezzelehu alâ kalbike bi iznillâhi musaddikan limâ beyne yedeyhi ve huden ve buşrâ lil mu’minîn

Kul men kane: de, anlat, kim, oldu,
Aduvven : düşman, husumet, düşmanlık,
li cibril: cebr, tamir, aklı düzeltme, aklı resul, Allah’ı idrak eden akıl
Fe inne hu : artık, doğrusu, muhakkak, o,
nezzele-hu: indirdi, sundu, bildirdi,  inzal etti, açığa çıkardı, o
Alâ kalbi ke : üzerine, kalbinin, idrakinin, değiştirme, kalb sahibi,
bi izni allâhi: yetkili olan, hüküm sahibi, Allah
musaddikan: doğrulayan, tasdik eden, sadakat içinde olan
Lima beyne yedey-hi: şeyler, kendilerindeki o gücü, elleri arasında
ve huden: yol gösteren, kılavuz, hidayet eden,
ve buşra li el muminun : sevindirmek, bildirmek, müjde, mümin, emin, inanan

 

De ki: Kim; aklını Allah’ı idrak etmek için değil de, düşmanlık için kullanırsa, artık doğrusu o, ona sunulan şeyleri anlayamaz. Kalb sahibi olmanda yetkili olan Allah’tır. O sunulan hakikatler, kendilerindeki gücü doğrulayan ve yol gösteren ve müminler için huzur veren bilgilerdir.

 

مَن كَانَ عَدُوًّا لِّلّهِ وَمَلآئِكَتِهِ وَرُسُلِهِ وَجِبْرِيلَ وَمِيكَالَ فَإِنَّ اللّهَ عَدُوٌّ لِّلْكَافِرِينَ

Men kâne aduvven lillâhi ve melâiketihî ve resulihî ve cibrîle ve mîkâle fe innallâhe aduvvun lil kâfirîn

Men kane aduvven : kim, oldu, düşman, düşmanlık içinde, husümet
li allâh: için, Allah, Allah’a karşı
ve melâiketi-hi: güç, kuvve, melekler, her varlıktaki güç, o
ve resuli-hi: resul, hakikati gösteren, hakikate ulaştıran,
ve cibrîle: cebr, tamir, aklı düzeltme, aklı resul, Allah’ı idrak eden akıl
ve mikale: mika el, mika: muhabbet, sevgi, varlığı analiz eden eden
fe inne Allâh aduvvun: artık, o zaman, muhakkak, Allah, düşman
li el kâfirîne: için, hakikatleri görememezlikten gelip örtmek

 

Kim; Allah’a ve O’nun her varlıktaki gücüne ve o hakikatleri gösterenlere karşı düşmanlık içinde olursa ve aklını, Allah’ı idrak etmek ve sevgiyle varlığı anlamak için değil de düşmanlık içinde kullanırsa, muhakkak ki o hakikatleri görmemezlikten gelip örtendir, Allah’ı anlayamadığından dolayı halleri düşmanlık üzeredir.

 

وَلَقَدْ أَنزَلْنَآ إِلَيْكَ آيَاتٍ بَيِّنَاتٍ وَمَا يَكْفُرُ بِهَا إِلاَّ الْفَاسِقُونَ

Ve lekad enzelnâ ileyke âyâtin beyyinât ve mâ yekfuru bihâ illel fâsikûn

ve lekad enzelna ileyke: gerçek olan, sunduk, bildirdik, sana
Ayetin beyyinâtin: ayet, delil, her şeyden apaçık sunulan,
ve mâ yekfuru: değil, şey, ne, hakikatleri örten, örtmez,
bi-hâ illa : onu, o halde, ancak, sadece,
fasikun: fasık, bozguncu, cehalet anlayışında kalan,

 

Gerçek olan şu ki, her şeyden sana apaçık ayetler sunduk. Ancak kendi cahil anlayışlarında kalanlardan başkası o hakikatleri görmemezlikten gelip örtmez.

 

أَوَكُلَّمَا عَاهَدُواْ عَهْداً نَّبَذَهُ فَرِيقٌ مِّنْهُم بَلْ أَكْثَرُهُمْ لاَ يُؤْمِنُونَ

E ve kullemâ âhedû ahden nebezehu ferîkun minhum bel ekseruhum lâ yuminûn

e ve kullemâ ahedu: mı, her sefer, her defa, hepsi, ahd, sözleşme,
ahden: ahd, antlaşma, çağ, dönem,
nebeze-hu : attı, bozdu, o,
ferikun minhum: bazıları, fırka, ayrılık, onlardan
Bel ekseru-hum: bilakis, hayır, onların çoğu
lâ yuminûne: yok, emin olmak, inanmak, iman etmek,

 

Onlardan bazıları her seferinde söz verip, o sözlerini bozmazlar mı? Bilakis onların çoğu iman etmezler.

 

وَلَمَّا جَاءهُمْ رَسُولٌ مِّنْ عِندِ اللّهِ مُصَدِّقٌ لِّمَا مَعَهُمْ نَبَذَ فَرِيقٌ مِّنَ الَّذِينَ أُوتُواْ الْكِتَابَ كِتَابَ اللّهِ وَرَاء ظُهُورِهِمْ كَأَنَّهُمْ لاَ يَعْلَمُونَ

Ve lemmâ câehum resûlun min indillâhi musaddikun limâ meahum nebeze ferîkun minellezîne ûtûl kitâb kitâballâhi verâe zuhûrihim ke ennehum lâ yalemûn

ve lemmâ cae hum : geldiğinde, onlar,
resul: resul, hakikatleri gösteren,
min indi allahi : Allah&#;ın katından, Allah’a ait,
Musaddikun : tasdik eden, doğrulayan,
lima mea hum: beraber, birlikte, onlarda olan şeyler, nitelikler
Nebeze : attı, bıraktı, reddetti, kabul etmedi,
ferikun min ellezi: fırka, bazı kimseler, onlardan
Utu el kitâbe: verildi, sunuldu, kitap, ilahi sözler
kitâbe Allâh : kitap, hakikatlerin sözleri, Allah&#;ın
Verâe zuhuri him: arka, geçmiş, eski bildikleri, onlar
Ke enne-hum la yalemun: gibi, onların olduğu, yok, bilmek, ilmin sahibi

 

Onların kendilerinde olan nitelikleri doğrulayan, Allah’a ait olan hakikatleri açıklayan resul onlara geldiğinde, onlardan bazı kimseler sunulan ilahi sözleri kabul etmediler. Sanki onlar bilemeyenlerden değilmiş gibi, Allah’ın kitabına karşı kendi geçmiş cehalet bilişlerine sarıldılar.

 

وَاتَّبَعُواْ مَا تَتْلُواْ الشَّيَاطِينُ عَلَى مُلْكِ سُلَيْمَانَ وَمَا كَفَرَ سُلَيْمَانُ وَلَكِنَّ الشَّيْاطِينَ كَفَرُواْ يُعَلِّمُونَ النَّاسَ السِّحْرَ وَمَا أُنزِلَ عَلَى الْمَلَكَيْنِ بِبَابِلَ هَارُوتَ وَمَارُوتَ وَمَا يُعَلِّمَانِ مِنْ أَحَدٍ حَتَّى يَقُولاَ إِنَّمَا نَحْنُ فِتْنَةٌ فَلاَ تَكْفُرْ فَيَتَعَلَّمُونَ مِنْهُمَا مَا يُفَرِّقُونَ بِهِ بَيْنَ الْمَرْءِ وَزَوْجِهِ وَمَا هُم بِضَآرِّينَ بِهِ مِنْ أَحَدٍ إِلاَّ بِإِذْنِ اللّهِ وَيَتَعَلَّمُونَ مَا يَضُرُّهُمْ وَلاَ يَنفَعُهُمْ وَلَقَدْ عَلِمُواْ لَمَنِ اشْتَرَاهُ مَا لَهُ فِي الآخِرَةِ مِنْ خَلاَقٍ وَلَبِئْسَ مَا شَرَوْاْ بِهِ أَنفُسَهُمْ لَوْ كَانُواْ يَعْلَمُونَ

Vettebeû mâ tetlûş şeyâtînu alâ mulki suleymân ve mâ kefere suleymânu ve lâkinneş şeyâtîne keferû yuallimûnen nâses sihrâ ve mâ unzile alel melekeyni bi bâbile hârûte ve mârût ve mâ yuallimâni min ehadin hattâ yekûlâ innemâ nahnu fitnetun fe lâ tekfur fe yeteallemûne minhumâ mâ yuferrikûne bihî beynel meri ve zevcihî ve mâ hum bi dârrîne bihî min ehadin illâ bi iznillâh ve yeteallemûne mâ yadurruhum ve lâ yenfeuhum ve lekad alimû le menişterâhu mâ lehu fîl âhireti min halâkın ve le bise mâ şerev bihî enfusehum lev kânû yalemûn

ve ittebeû ma tetlu : tabi oldular, uydular, şey, ne, değil, okumak,
el şeyatinu: şeytani hallerde olanlar, şeytanlar, kötülükler
Ala mulki suleymâne: mülkünde, makamında, Süleyman
ve mâ kefere suleyman: değil, şey, ne, hakikatleri örtmedi, süleyman
ve lâkinne el şeytan: lakin, fakat, şeytani hallerde olan
keferû: hakikatleri örten, kabul etmeyen
Yuallimûn le nas : öğretiyorlar, insanlar,
el sihr: etki, tesir, büyü, sihir, aldatma
ve mâ unzile: şey, ne, değil, sunulan, indirilen şey
alâ el melekeyni: üzere, güçlüler,
bi bâbile: Babil,
hârûte ve mârûte: yakıcı ve bozucu, azgın, inatçı, zaaf, şehvet, benlik
ve mâ yuallimâni min ehad: şey, ne, değil, öğretmiyorlar, bir kimse,
Hatta yekûlâ: hatta, söylüyorlar, derler
İnnemâ nahnu fitnetun: sadece, biz, deneme, imtihan, arabozucu, sınama
Fe lâ tekfur: artık, yok, örtmeyin, reddetme, inkar, kabul etmemek
Fe yeteallemûne min huma: artık, öğreniyorlar, onlardan, ikisi
Ma yuferrikûne: şey, ne, değil, ayırıyorlar, ayırırlar
bi-hi beyne el meri: onunla, arası, adam, insan, güzel, görünür, suret
ve zevci-hi: eş, tür, çift, aynı olan olan, ona uyan,
Ve ma hum bi dârrîne: değil, şey, ne, onlar, zarar, sıkıntı,
bi-hi min ehadin: onunla, bir kimse, bir, tek,
İlla bi izni allâhi: ancak, sadece, yetkili olan, ruhsat, Allah
ve yeteallemûne: öğreniyorlar, biliyorlar,
mâ yadurru-hum: şey, ne, değil, sıkıntı, zarar, onlar
ve lâ yenfeu-hum: yok, olmaz, fayda, yarar, onlar
ve lekad alimu: andolsun ki, gerçek olan, bilmek, bilim, öğrendiler
Le men işterâ-hu: elbette, kim, satın almak, çıkar, onu
mâ lehu fi el ahiret: değil, şey, ne, yok, onun sonunda,
min halâkın: verilen, bir pay, bir nasip
Ve lebi se mâ şerev: elbette, kötü olan, satın aldıkları şey, çıkarları
enfuse-hum: kendi kendilerini, kendileri
lev kânû yalemun: şayet, keşke, olsalardı, biliyorlar, bilen

 

Ve şeytani hallerinden başka şeylere tâbi olmadılar. Süleyman mülkün sahibini bilenlerdendi ve Süleyman hakikatleri görmemezlikten gelip örtmedi. Fakat şeytani hallerde olanlar hakikatleri görmemezlikten gelip örttüler. İnsanları öğretme konusunda aldattılar. Babil de harut ve marut adlı üzerlerinde bir güç taşıdıklarını söyleyenler, bir şey sunmuş değillerdir ve onlar bir kimseye bir şey öğretmediler. Hatta dediler ki: Biz sadece deneyeniz, artık bizi reddetmeyin. Onlara uyan insanlar; onlardan suretlere düşkünlüğü, ayrımcılığı öğreniyorlardı. Bir kimse; her şeyde yetkili olan Allah’ı bildiğinde, artık onda hiç bir kimseye zarar vermek olmaz. Onlardan öğrendikleri, kendilerine zarar verecek olan şeyler ve onlara faydası olmayacak şeylerdi. Gerçek olan şu ki; kim hakikatlerinin bilgilerini kendi çıkarları için kullanırsa, sonunda o hakikatlerden bir şey elde edemez. Elbette onların kendi çıkarları için elde ettikleri şey ne kötüdür, keşke bilselerdi.

 

Kadir mısıroğlunun Türk melunları anarken gaipten çıkarttığı söz.

''Cumhuriyet'den önce, bir çocuğa cengiz adını koymak varmıydı'' şeklinde devam eden ruh hastası zırvası.

ülke topraklarında yaşayan bir delinin sık sık kullandığı hezeyanıdır.
bir de bunun kitaplarını alıp okuyanlar, inananlar var ki onlar tam tımarhanelik.

ruh hatası bir şarlatan beyanı.

doktor tarafından onaylı bir akıl hastasının hezeyanı.

Aleyh diye kesilmesi gerekir sona gelen im takısı anlam bozup kendi kendine lanet anlamına gelir. Tekil lanetullahi aleyk Çoğul lanetullahi aleyke olabilir.

Kadir mısıroğlu denen fesli sarlatanin beynini değil, oturduğu organını kullanarak çıkardığı söz dizisi.

Allah akıl fikir versin, bu abimiz kafayı o kadar osmanlıya takmıştır ki, neredeyse kimlik ten TC yı sildirip osmanlı yazdıracak.

Tahammül mülkümü yıktın, Hülagü han mısın kafir!

ebu cehil masum onun yanında!

timur, cengiz gibileri anarken kadir mısıroğlunun dediğidir.

bizi güldürüyor üstad. ama o kadar güzel diyor ki benimde diyesim hatta bağırasım geliyor.

"cumhuriyet'den önce, bir çocuğa cengiz adını koymak varmıydı'' şeklinde devam eden ruh hastası zırvası.

Bilmez mi acep kurtcebe noyan diye bir asker var.

ilk defa duyduğum söz.

Daha önce hiç bir kadir mısıroğlu videosunu sonuna kadar izlemedim. Sanırım çok iyi yapıyorum.

insanlar tarafından söylensin ya da söylenmesin, hak edenler için eninde sonunda vaki olacak mükâfat.
Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun ve Allah, bizleri zalimlerden eylemesin.

muaviye ve onun o makama gelmesine katkıda bulunanlara gelsin.

iki ayyaş için söylenecek söz.

latin harfleri ile bile birşeye benzemeyen manasız söz yumağı

Her gün Türk düşmanları için söylediğim sözdür.

Aleyhim ne demektir?

İçindekiler:

  1. Aleyhim ne demektir?
  2. Fatiha Kelime anlamı ne demek?
  3. Dallin ne demek?
  4. Lanetullahı aleyhim ne demek?
  5. Arapça Mağdubi ne demek?
  6. Fatiha Suresi Kuranı Kerim&#;in 7 Suresi midir?
  7. Ellezli ne demek?
  8. Ya mabud ne demek?
  9. Fatiha suresi neden bahsetmektedir?

Aleyhim ne demektir?

Aleyhine kelimesi, karşı, karşıt, karşısında gibi anlamları taşır. Aleyh, aleyhte, aleyhine, aleyhinde gibi kelimeleri, karşıt anlam içeren cümlelerde kullanırız. Aleyhine Örnek Anlatımı: Karşı, başka bir yoldan giden bir şey demektir.

Fatiha Kelime anlamı ne demek?

1. Başlangıç: “Fâtiha-ı kelâm: Sözün başlangıcı.” “Fâtiha-ı kitap: Kitabın başlangıcı.” 2. Kur'ân-ı Kerîm'in ilk sûresinin adı, elham.

Dallin ne demek?

dallin/ dallîn/ dâllin/ dâllîn(Dâllûn) Sapkınlar. Müslümanlıktan ayrılanlar. Kur'an hakikatlerinden ayrılıp sapanlar.

Lanetullahı aleyhim ne demek?

LÂNETULLAHİ ÂLEYHİM! ALLAH'IN LÂNETİ VE AZABI TÜM ZALİMLERİN ÜZERİNE OLSUN!

Arapça Mağdubi ne demek?

mağdub/ mağdûb Allah'ın gazap ettiği, kızdığı kimseler.

Fatiha Suresi Kuranı Kerim'in 7 Suresi midir?

Fatiha Suresi(Arapça: سورة الفاتحة), Kur'an'ın ilk suresidir. Sure 7ayetten oluşur.

Ellezli ne demek?

O şey ki, o kimse ki, mânâlarının yerine kullanılan, "Mâ, Men, Ellezi" gibi kelimelerdir. İki kelimeyi veya mânâyı birbirine birleştiren, mânâsı kendinden sonra gelen bir cümle ile tamamlanın bir kelimedir.

Ya mabud ne demek?

MÂBUT – MÂBUD1. Kayıtsız şartsız kulluk edilmeye lâyık olan, kendisine ibâdet olunan varlık, ilâh, Allah: “Allah'tan başka mâbut yoktur.” Ma'bûd-ı hakîkî ancak Cenâb-ı Hak'tır (Muallim Nâci).

Fatiha suresi neden bahsetmektedir?

Fatiha suresiAllah ile kul arasında bir tür sözleşme ve antlaşma olarak da değerlendirilmektedir. surenin ilk yarısı kulun Allah'a hamd ve övgüsünü, ikinci yarısı da onun Allah'tan isteklerini dile getirir. Kul, 'Allah esirgeyen ve bağışlayandır' deyince, 'Kulum beni övdü' der.

nest...

çamaşır makinesi ses çıkarması topuz modelleri kapalı huawei hoparlör cızırtı hususi otomobil fiat doblo kurbağalıdere parkı ecele sitem melih gokcek jelibon 9 sınıf 2 dönem 2 yazılı almanca 150 rakı fiyatı 2020 parkour 2d en iyi uçlu kalem markası hangisi doğduğun gün ayın görüntüsü hey ram vasundhara das istanbul anadolu 20 icra dairesi iletişim silifke anamur otobüs grinin 50 tonu türkçe altyazılı bir peri masalı 6. bölüm izle sarayönü imsakiye hamile birinin ruyada bebek emzirdigini gormek eşkiya dünyaya hükümdar olmaz 29 bölüm atv emirgan sahili bordo bereli vs sat akbulut inşaat pendik satılık daire atlas park avm mağazalar bursa erenler hava durumu galleria avm kuaför bandırma edirne arası kaç km prof dr ali akyüz kimdir venom zehirli öfke türkçe dublaj izle 2018 indir a101 cafex kahve beyazlatıcı rize 3 asliye hukuk mahkemesi münazara hakkında bilgi 120 milyon doz diyanet mahrem açıklaması honda cr v modifiye aksesuarları ören örtur evleri iyi akşamlar elle abiye ayakkabı ekmek paparası nasıl yapılır tekirdağ çerkezköy 3 zırhlı tugay dört elle sarılmak anlamı sarayhan çiftehan otel bolu ocakbaşı iletişim kumaş ne ile yapışır başak kar maydonoz destesiyem mp3 indir eklips 3 in 1 fırça seti prof cüneyt özek istanbul kütahya yol güzergahı aski memnu soundtrack selçuk psikoloji taban puanları senfonilerle ilahiler adana mut otobüs gülben ergen hürrem rüyada sakız görmek diyanet pupui petek dinçöz mat ruj tenvin harfleri istanbul kocaeli haritası kolay starbucks kurabiyesi 10 sınıf polinom test pdf arçelik tezgah üstü su arıtma cihazı fiyatları şafi mezhebi cuma namazı nasıl kılınır ruhsal bozukluk için dua pvc iç kapı fiyatları işcep kartsız para çekme vga scart çevirici duyarsızlık sözleri samsung whatsapp konuşarak yazma palio şanzıman arızası